BOMBA KÜLTÜRÜNÜN ARDINDAN
İSMET ÖZEL
.

Müttefik bombardımanının Dresden’i ne şekilden ne şekle getirdiği pek dile getirilmez; ama Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye ABD’nin fırlattığı iki atom bombasının II. Cihan Harbi’nin sonunu getirdiği fikrinde ittifak vardır. Oysa “bomba kültürü” denince aklımıza gelen bunlar değildir. Bomba kültürü tabiri soğuk savaşı akla getirir. Yani nükleer bombalar sebebiyle bir medeniyetin son bulacağı korkusunu. Her ne kadar Kruşçev  “Kapitalizmi silâhla değil, tereyağıyla yeneceğiz” demiş olsa bile hesaplarını ABD’nin ve SSCB’nin yekdiğerini nükleer silahlarla yok edebilecekleri temelinde yapıyordu. Nitekim Küba krizi sırasında SSCB’nin en güçlü adamı oydu.

XVII. Hıristiyan yüzyılından itibaren bilim adamları tarafından bilim adına lâyık görülmüş safsata hepimizi Soğuk Savaş’ın cereyan ettiğine inandırdı. Biz batıdakiler bir Hollywood filmi içindeymiş gibi yaşıyorduk. Peki, ya doğudakiler? Onların yeri dünya sinemasıydı. Dünya sineması patlamış mısır yemeden de seyredilebiliyordu. Avrupa’nın doğusu Sovyet peykleriyle doluydu. Çin-Sovyet çatışmasını izlemek eğlenceliydi. Kapitalistlerin pazarlarını ele geçirerek kapitalizmin sözüm ona cenazesini izlemek daha eğlenceliydi. Eğlencesiz duramıyorduk: Her iki süper güçten de destek alan bir Bağlantısızlar Bloğumuz vardı. Bu kadrosu kalabalık tiyatronun başrolünü üç kişi paylaşıyordu: Yugoslavya’nın başındaki Tito, Mısır’ın başındaki Nasır ve Hindistan’ın başındaki Nehru.

Eğlenmek Türk dilinde bir işle sakince meşgul olmak ve işi yavaştan almak anlamına gelir. Demokrat Parti’nin hükümet ettiği 1950 Mayısından 1960 Mayısına kadar geçen bütün zaman Türklerin bahusus ve gerçekten eğlendikleri zamanlardı. Ayağından çarığı çıkarıp yerine kara lastik giyen köylü kendisiyle kentli arasındaki farkı yok etmiş gibi davranıyordu. Sol gözümüzle bakınca iki yüz yıldır niçin bocaladığımız suali zihnimizi meşgul ediyordu. Sağ gözle bakarsak aklımız Batılılaşmanın neresinde olduğumuz bahsine takılı kalıyordu. Modernleşmiştik. Bunu şiirimiz ispat ediyordu. Modernleşmemizi ispat eden şiirin ağababalarından biri aniden girdiğimiz şeyin bir çıkmaz olduğunu ifşa etti. Öyle idi gerçekten. Peki, geçen zaman sırasında çıkmaza ne oldu? Yürünen yolu kesen engeli aştık mı; yoksa geri geri gidip çıkmazın varlığına son mu verdik? Hayır, ne bir engel aşıldı ve ne de geri dönüldü. Çıkmazın güzelliğinden söz eden adamın 510 sayfalık toplu şiirler kitabının 340 sayfası çıkmaz heyulası gölgesinde yazıldı. Şiirin çıkmazda olduğu söylemi bir sabuklama değildi. Buna rağmen çıkmazın yok edilmesi yönünde hiçbir çabaya şahit olmadık. Çünkü şiir sahasında yürürlüğe konan her şey konuşulan dilin organik vasfına ilişkindir. İlk bakışta saçma, gereksiz ve/veya anlamsız görünen şiirler yazılabilir. Anlamsızlıkla deha şiirde yan yana koşabilir. Çünkü insan için konuşma bir iletişim aracından ötedeki değeri ifade eder. Dilin hayatiyeti millî varlığın idamesini sağlar. 

Bütün bunlar olduğu için ve olan bitenin içinde milliyet kendi öz manevrasını gerçekleştirme başarısına erdiği için hiç hak etmediğimiz halde siyasal İslâm cezasına çarpıldık. Yapanlar niçin yaptılar bunu? Vakıa tepeden tırnağa siyasidir. 27 Mayıs 1960 hareketi Türk halkının oylarıyla yükselttiği iktidarı devirdi. 1961 genel seçimleri çok büyük baskılar altında yürütüldü. Üstelik seçimlere Demokrat Parti oylarına talip bir değil, iki parti girdi. Bunlardan çok oy alanı Adalet Partisi’nin başında Ragıp Gümüşpala isminde bir emekli general vardı. Daha az oy alan Yeni Türkiye Partisi’nin genel başkanı Ekrem Alican idi. Dolayısıyla Türk halkı oylarıyla getirdiği partiye düşük kümede bulunuyormuş muamelesi yapanlardan öcünü almağı 1965 genel seçimlerine bıraktı. Adalet Partisi 450 kişilik meclisin 240 sandalyesini kazandı. Elbet sizin aklınıza “Türk halkı” diye işaret edilebilecek bir kimse, bir kişi olup olmadığı suali takılacaktır. Sosyal bilime ilişkin konuları dile getirirken bu zorlukla baş başa kalıyoruz. Türk halkı diyebileceğimiz biri tabiî ki yok. Buna rağmen Türk halkı diyoruz; çünkü dilin sınırları gereği bu tarz ifadelere başvurmaksızın iletişim kuramıyoruz.

Türkiye’de Siyasal İslâm doğurtuldu; çünkü Adalet Partisi’nin 12 Mart 1971 muhtırasının ardından iktidardan uzaklaşmasını sağlayanlara husumet duyanların AP’yi azman bir kuruluşa çevirmesinden korkuluyordu. Türkiye’nin aydın kesimi 14 Mayıs 1950’den sonra dine çok taviz verildiği kanaatindeydi. Eğer AP’nin altından din çekilecek olursa çökebilirdi. Çökmese bile din söylemiyle güç kazanan yeni parti AP’nin yerini alabilirdi. Nasıl şiir sahasında “çıkmaz” tesirsiz bırakılamadıysa benzeri siyasette gerçekleşti. Ne Millî Selâmet Partisi AP’yi çökertebildi, ne de AP’ye mahsus özellikler MSP’ ye yamanabildi.

Rahatlıkla görebileceğiniz üzere bomba kültürünün terk edilmesinin sonrasında Türkiye’de ümit bağlanacak gelişmeler yaşanmadı. Türkleri III. Selim saltanatı batağa sapladı. Yani Türklere dinin gereğini yerine getirmektense devlet menfaatini kollamak görevi biçildi. Zekeriya Beyaz III. Selim gibi düşünüyordu. Bu düşünceye göre neyin İslâmî olup olmadığı hususunu generaller ve yüksek devlet adamları açıklığa kavuşturabilirdi. Vesselâm.     

İsmet Özel, 22 Muharrem 1445 (9 Ağustos 2023)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.