EDEBİYATI BANA BIRAKMA

İyi bir tamirci olup olmadığımız mahşer gününde tartıya vurulacak mı? Kafam bu konuyla hiç meşgul olmadı. Bir tamirci olarak kul hakkına girip girmediğimizin hesaba çekileceğinden adım kadar eminim. İnsanın felsefeyle, bilimle, edebiyatla ilişkisi tamircilikle ilişkisinden daha ilgi çekici. Felsefeyle ilişki kurmamız demek kendimizi baba mevkiine oturtma hevesine kapılmamız demektir. İlişkimiz bilime odaklandıysa çalıştığımız sahada emek vermiş birinin peşine düşmüşüzdür. Yani bir tür talebeliğe yamanma mecburiyeti altına düşeriz. Oysa insanın edebiyata bırakılması edebiyatın insana bırakılmasıyla çelişir. Edebiyatla ilişkimiz bilimle, giderek felsefeyle olanına benzemez. Felsefeyle zıtlaşmayı aklımıza sığdıramayız. Bizimkine benzemeyen bir felsefeden çıkan sonuçlar o felsefeye dayanarak yürütülen işlerin sahasında kalır. Bir talebe olarak bilime zıt gitme zorumuza gittiği için bilimin insan işi olduğunu hatırlamaktan ve hatırlatmaktan ferahlık duyarız. Modernlik her insanı dikkate değer ilân ettiği için her edebî eserin kapağı artık yazarının ismini barındırıyor. Bir metni kendi çapında değerlendirme tavrına uzak durduğumuz, edebiyat eserlerini yazara bakıp seçtiğimiz vaki.   

Felsefeye felsefe, bilime bilim deyişimiz filozoflar ve bilim adamlarının marifeti. Gerek felsefenin ve gerekse bilimin adını kendileri, yani filozoflar ve bilim adamları koydu. Çeşitli edebiyat dallarıyla iştigal edenlerin kendilerine mahsus isimleri yok. Olmadığını şiirin edebiyat içinde sayılıp sayılmayacağı, romancının antropologi namına malzeme derleyip derlemediği düşünülürse anlarız. Bir hikâyeyi ne kadar uzatırsanız ona roman dedirtirsiniz? Hikâyeci ve romancı kendilerine mahsus örgülere ve hilelere riayet ederek mi eser verir? İlyada ve Odise aynı sanatçının ürünü mü? Albert Camus’nün Yabancı’sı yabancılığı propaganda mı ediyor, yoksa II. Dünya Savaşı galiplerinin hak etmeden birçok imtiyaza konduklarını mı ifşa ediyor? Edebiyatla yapılanın altından filozof ve bilim adamı kalkabilir mi? Goethe’den sonra kimse açıktan denemedi bunu. Denemesine fırsat da verilmedi. Kısa bir müddet içinde kapitalizm bütün insan faaliyetlerini fiyatlandırdı. İş alan kişiye işveren diyoruz. Dünyanın insandan insana uzanan örgüsü de, banka hesaplarının başımıza ne işler açtığı da, insan öbeği teşkil edenlerin etmeyenlerce değerlendirilişi de karmaşık ve çarpık. Sadeleşsin istiyor muyuz? Asla, hiçbir zaman. Çünkü bu kargaşadan medet umuyoruz.

Aklınızı karıştırmak istedim. Bunda ne kadar ileri gittiğimi bilmiyorum. Az da olsa ilerlemem yeni bir hayat özleminin canlanmasına yardımcı olacak. Çünkü insanlığa adım atmamızın kıymeti yeni bir hayat özledikçe artar. Kıymetli insanlarla birlikte yaşayan her kim olursa olsun parayla değeri ölçülemeyen bir yükselişi temsil eder. Türkler bir vakitler bu yüksekliği temsilde dünya kavimlerinin önüne geçtiği için savaş alanlarında güç gösteremeyen devletimiz bir “duraklama devri” yaşadı. İçerden vurulduğumuzun en bariz numunesi yeniçeriliğin kaldırılmasıdır. Türk milleti hem kendini yönetme mevkiini gasp etmişlerle, hem de küfür sisteminin temsilcileriyle aynı anda savaşmak zorunda kaldı. Bu savaşı 27 Mayıs 1960 sabahı kaybettiğimizi anlamalıydık. Hâlbuki bu felâketi bayram sayıp yirmi yıla yakın bir müddet geçirdik. Türk milleti bu yirmi yılda hangi işkencelere konu oldu? Uğradığımız işkence yenir yutulur bir şey değildi. Bunun böyle olduğunu bize edebiyat öğretebilirdi. Nasıl Rus edebiyatı Gogol’un Palto’suna borçluysa bizim de minnet borcu altına gireceğimiz bir metin doğabilirdi. Doğmadı. Böyle bir yükü kaldırmağa değer bulmayan bir zümre “millî” dediğimiz her şeyin iplerini elinde tutuyordu ve tutuyor. 

Şimdi edebiyatla tamircilik arasındaki bağı işaret edebilirim. Dikkatinizden kaçmadığını umarım: Bir şeyin tamiri hiçbir zaman bir şeyin imalatı değildir. Tamirin vuku bulması için tamir edilecek şeyden şu veya bu sebeple vazgeçmeyen insanlar gerekiyor. Biz modern Türkler için İstiklâl Marşı bu vazgeçilmezlerin başında geliyor. Tamircinin ağzından “eskisinden daha sağlam oldu” ibaresini işitebilirsiniz. Sıhhatli bir toplumun nişanesi edebiyattaki parlaklığıdır. Yani edebiyata ömrünü hasretmiş insanlar vazgeçemeyecekleri insan değerlerini yüceltirler. Bu meyanda Türklerin dikkate değer yanları nelerdi? Buna eğilen olmadı. Çünkü yönetme mevkiini ele geçirenler devletlerinin çökeceğine daha XVI. Hıristiyan asrının sonunda inandırılmışlar ve buna inananlar yönetici zümresi oluşturmuşlardı. Bize büyüklerimiz olarak vatana ihanetleri açıktan tartışılabilecek kimseleri işaret ettiler. Reşit Paşa’nın büyüklüğü ihanetindeki büyüklükten ileri gelir. Modernlik boyunca Türklüğün asaletine hasret çeken insanların yaptıkları canımızı kurtardı. Hasret çekildi ve hasreti giderecek bir yoldan hem ısrarla, hem de inatla geri duruldu. Türkler ölmeme gününe müzik yapmak yerine yazılarına (yazıları olduğu kendinden sabit harflere) sahip çıksalardı dünyanın dönüşü değişirdi. Türkler Hüsn-ü Aşk’ın ve Adem Kasidesi’nin kıymetine vâkıf olsalardı bu topraklarda her şey yaşadığımızdan farklı bir seyir takip edecekti. Bunu, bu olmamış şeyi nereden mi biliyorum? Dünyanın seyrine olduğu kadar Türk topraklarının bereketine bigâne bir milletin geldiği, gelebileceği bir yerde bulunmamız öğretti bana bunu.

Yıllar önce (yani 27 Mayısın bayram sayıldığı bir sıra) Ajda Pekkan ABD’de kendine mikrofon uzatana “Zaten pek Türk sayılmam” demişti. Bunun Türkler tarafından protesto edildiğine kimse şahit olmadı. Sovyetler Birliği bugün haritalarda yok. Ruslar 1917’de neler kaybettiyse onlarla baş başa kaldı. Ruslar acılarla dolu deneyler sonunda bir kayıpla baş başadır. Modern insan modernleşme alışkanlıklarını her şeyin önüne geçirmeyi marifet zannetme vasıtasıyla avunuyor. Birisi modernleşmeye son çağrısı yapacak olsa nereye dönüleceği tahmininde bulunacak yok. Birkaçımız “unplug” yaşama deneyinden zevk alsa bile fişi ve prizi olmayan bir hayat tarzı teklifine kimse yanaşmayacak. Kendimi bir tamirci yerine koyarak şiire emek verdim. Öyle ki, varlığımı bana teslim edilen şeyi nimet bilmemin sonuçlarına çevirdim. 

Sonuç ne oldu? Başa döndüm. Baş ne idi? Baş veren edebiyatın ser azat gelişiminden başkası değildi. 1954 seçimleri gerçekleşmiş ve DP’nin kültür politikası beraat etmişti. Demokrat Parti artık adı Atatürk devrimleri şekline girmiş inkılapların halk nazarında kabul görmüş olanlarına dokunmayacak ve halkı bu devrimlerden hazmedilmemiş olanlarını sindirmeğe zorlamayacaktı. Bu politikanın nereye uzanacağını fark edenler tarihten taşıyıp getirdikleri tecrübelerle harekete geçti. Onların 1571’den itibaren edindikleri tecrübeler gölgesinde yaptıklarını etkisiz kılmak için DP 1957 seçimlerinden muzaffer çıkabilmeğe matuf işler çevirmeğe yöneldi. Adıyaman’a, Nevşehir’e, Uşak’a vilayet olma hakkı tanınması bu meyandadır. Şiirin ilgisi dönen dolaplardan tamamen bağımsızdı. Şiir kendisi olmanın şerefini keşfetmiş olarak tavizsiz mesafe kat etme derdindeydi. Bu dert uzun ömürlü olmadı. İkinci Yeni akımının şöhretlerine katkı sağladığı şairler ben ilk kitabımı yayınladığım sıra edebiyatın onlardan beklediğini veremeyecek kertede “tükenmiş” sayılıyordu. Benim merakım başkalarının şiir macerasına değildi. Dolayısıyla şair olarak yaptığım tamirattan öteye geçmiyordu. Kendimize ait olan her şeyden öylesine kopulmuştu ki, mısralarımdan Divan Edebiyatına mahsus seslerin duyulması bana bir başarı intibaı veriyordu. Bilsem başarım nereye uzanacaktı, bilmiyordum. Divan adında kitap yayınlamış Turgut Uyar’ın Mehmet Akif’i şair saymadığını gençliğim, giderek orta yaşlılığım boyunca bilmiyordum.

İsmet Özel, 3 Zilhicce 1441 (24 Temmuz 2020)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.