MUKADDEME 14

Türkeli’nde ne olmuştur da birileri vakti gelince şairlik, vakti gelince komünistlik, vakti gelince Müslümanlık taslamaktan fütur eylememiştir? Menfur ikame vakıalarının zihinlere kolayca inikâs etmesi muktedirlerin kelimelerin kıymetini bilmeyişinden, daha da ötede bilmezden gelişlerindendir. Yeniçerilerle birlikte yeniçeriliğin de yok edilmesi bir mahfazayı çatlattı ve Türklük bilinci kabında yarıklar peyda oldu. Bunu lisan itibariyle delik deşik yaşamanın umursanmayışı takip edince asalet kendini dünya hükmü kisvesinde gizler oldu. Nerede soysuzlar edebiyat sahasını gasp ettiyse oradan asil şeyin, aslî şeyin gizlide bulunduğunu fark edenin uzaklaştığını görürüz. Hayat curcunası içinde eksiğimizi gediğimizi gideren değerlerin cana can kattığını bize edebiyatın asaleti bildirecektir. Bir eserin bildirme, haber verme vazifesini yerine getirmemesi o eserin edebiyat dışı kalması demektir. Buna rağmen ortalığı benim hiçbir eksiğim gediğim yok görüşüyle edebiyata yanaşma gayretkeşliği kaplayabilir. Fenalığı önleme cesaretini bize kelimelerin kıymetini bilişimiz verebilir. Ortalık ne kadar karışmış olursa olsun kelimelerin kıymetini herkim biliyorsa anlam diyeceğine mânâ demeyecektir. Aynı şekilde bu kıymet bilenler mânâ diyecekleri yerde de anlam demekten imtina eder. Anlamlı bakış bir şeyse, mânâlı bakış başka bir şeydir. Anlam hüviyet sahibinin dıştakini fark edişten, mânâ hüviyet sahibinin dıştakini fark etmeğe zorlamasından doğar. Bir şeyi anlamlı bulup bulmadığımız özneldir, bulup bulmamak hüviyet sahibi olarak bize kalmıştır; ama mücerret nesnesi, müşahhas nesnesiyle o her şey hüviyet sahibi olan bize bir mânâ ifade edecek gücü gösterir veya gösteremez.

Anlamın mânâdan nerede, ne surette ayrıldığının önemi tarih felsefesi bakımından büyüktür. Dikkatimizi tarihten daha çok tarih felsefesine çevireceğiz. Niçin? Tarih felsefesinin anlamlı bakıştaki mânânın faş edilmesinde elimize geçen yegâne vasıta olduğuna akıl erdirmek için. Cürümleri haklılaştırmak uğruna ne yapıldığı tarihle değil, tarih felsefesiyle açığa çıkar. Zira neyin cürüm olduğuna tarihin imkânlarından çok, tarih felsefesinin imkânlarıyla ulaşırız.  Mücrimleri korkutan tarih felsefesinden başkası değildir. Bu korku onlara suç üstüne suç işletir. Şairlik taslayanların, komünistlik taslayanların, Müslümanlık taslayanların yani güç olarak Türk gücünü bilmeyen, bilmek şöyle dursun, asla bilmek istemeyenlerin tüylerini varlığın armağan edildiği Türk varlığı diken diken etmektedir. Korkudan titremeğe hakları yok mu? Taslayıcı, giderek taslak şairleri, komünistleri, Müslümanları haklılaştırmak mümkün değil mi? Nitekim, varlık ve Türk varlığı arasındaki münasebetin tarih felsefesinde tuttuğu esaslı yerden habersiz kalmaktan nafaka temin edenler onların korkularına hak veriyor. Çünkü katışıksız bir kapitalist tezgâhtan südur eden İnebahtı hezimetimizi takip eden bütün asırlar Türk varlığının oyuncak edildiği asırlar oldu. Dışlaşır dışlaşmaz oynamağa, oynaklığa, bazen de oynaşmağa el vermiş bulunan Türk varlığı Tanzimat sonrası Türk şiirinde olanca ciddiyetiyle mündemiçtir. İstiklâl Marşı bu içkinliğin kendine yer bulabildiği son melce bilinmelidir.  

Safahat’ına almadığı İstiklâl Marşı’nın şairi Mehmet Akif, Safahat’ından mektep kitaplarına en az zahmetle naklolunan şiiri Seyfi Baba’nın son mısraında “Ya hamiyetsiz olaydım / Ya param olsa idi” demişti. Bu bitiriş üzerine bana söz düşecek olsa ben ne derdim? Mehmet Akif’in ahirete göçünden altmış sene sonra doğmuş İstiklâl Marşı Derneği’nin havası alınmış Fahri Genel Başkanlığına Tersinden Edebiyat Tarihi’nin müellifi etiketini yapıştırıp acaba ne derdim? Söz gelişi şunu nazire olarak söylemem yakışık alacak mı? “Ya onlar gerçekten şair, gerçekten komünist, gerçekten Müslüman olsaydı / veyahut ben hiç şair, hiç komünist, hiç Müslüman olmayaydım”. Hayır, bazılarını tava getirmeme yarayacak cinlik gibi görünen bu basitliklere meyletmek hiç yakışık almayacak. Bu satırlara göz gezdirme zahmetinde bulunanlara argo ifadeden yüksünmeksizin saksıyı çalıştırma tavsiyesinde bulunmuştum. Tavsiyeme uymanın pek kolay olacağını ileri sürmüyorum. Kendimi Akif’in peşinden anarak neyi neyle kıyaslamaktan dem vuruyorum? Bir kavrayışa davet edildiğinizi iddia edebilirim. Okumakta bulunduğunuz metni -metnin ilk sayfasından son sayfasına kadar tamamını- ortaya çıkaran ve davetime vesile sayılabilecek kavrayışın iki şairin birbiriyle kıyasını geçerli kılan âlemşümul bir kavrayış olduğunu da ileri sürebilirim. Davete icabet etmek sünnettir; farz değil. Sünnet farz farkını zikretmemdeki gönderme Nasrettin Hoca’nın misafirlere küçük oğlunun adının farz olduğunu beyan edişi babındadır.

Göndermede bulunmak, davette bulunmak, tavsiyede bulunmak! El-aman, bu ne kasıntı! Cümle âlem içinde Âdem ahfadının yürüyeceği yolu herkesten iyi ben mi biliyorum? Öyle zahir. Öyle olmasa kendi zatımı yüksek bir mevkie, o gönderme mevkiine, davet etme, tavsiye etme mevkiine oturtur muydum? Nedir akıl verme tahtına güzelce, kolayca, pişkince yerleşivermeme yol açan? Nedir beni üst perdeden konuşturan? Aslına bakarsanız burada içimdeki birçok şeyi yıpratma pahasına kelimeleri ardarda dizişim ne güzel, ne kolay, ne de pişkince tarafa sahiptir. Fikriyat sahasında kurulan pazarı, vuku bulan yaygın alış verişleri ne sevdim, ne seviyorum, ne de andığım alış veriş tarzında dürüstlük buluyorum. Sevseydim şiire bağlanma kıyafeti üstüme böylesine oturmaz, bende sakil dururdu. Dünya ile ne pazarlık bana göredir, ne de dünya ile yüz göz olmakta bir teselli bulurum. Ömrüm boyunca bana hem her fırsatta açıktan ve fasıla vermeksizin sinsice taarruzda bulunmasından maada ilişkim olmamış dünya ile hesaplaşmama bir fayda sağlamayacaksa ağzımı açmağa elime kalem alışımdan beri hiç niyetlenmediğimi, böyle bir niyet taşımağa hâlâ uzak durduğumu bilesiniz. Şunu da bilesiniz: Hesaplaşma kastı güdüşüm hep dünya gailesi içinde yuvarlanıp gittiğim, gitmekte olduğum gerçeğini ne yazık ki değiştirmiyor. İçimde hep değiştirsin isteği taşıdım ve sonunda neyin ne olduğu, neyin ne olması gerektiği bahislerinde bir tarağın olsa olsa ancak bir dişi olan beni mükellefiyetlerden başka bir şeyin beklemediğini anladım. Kimi başka bir şey bekliyor? Dünya ahvalinin keyfiyetinden taraktaki diğer dişlerden hiç birinin mesul olmadığını biliyorum. Kimsenin nasibine bir başkasına ikram edecek miktarda akıl düşmediğini de. İki yakamızı bir araya getirmeğe ancak yeten aklımızla hangi işin icabına bakacağız? 

Olanca hayatı bir ucu sınırlı akla diğer ucu sınırsız şehvete değerek geçmiş olan ve kıyamete kadar böyle geçecek olan insanın yaratılışında ne kadar cennete müteveccih bir cevher varsa o kadar da tövbeye müteveccih bir cevher vardır. Hasat cennet olacaksa o hasadın harman yerinde tövbe vazgeçilmez yerini alır. Yahut şöyle diyelim: İnsan ne kadar yükselebilirse cennete o kadar yaklaşır. Bununla beraber insan tövbe etmedikçe yükselemez. Çevrenize bakın hiç tövbe etmemiş insanın hiç yontulmamış kütüğü temsil edişine her gün şahit olursunuz. Eğer sadakati makbul tutuyorsanız her sadakatin içinde edilen tövbeye sadakatin dahlini hesaba katın. Sır şuradadır ki, cennete yaklaşmak hiçbirimizi cehennemden uzaklaştırmaz. Cennete ne kadar yaklaşırsan yaklaş bir ayağın kaydı mı, ayağın bir kaydı mı ossaat cehenneme düşersin. Hayat şartları hiçbir devirde bir kimsenin ne sadelikle, ne de yeknesak yaşamasına el vermiştir. Bir yanda şeytanın salih kulların yoluna devamlı olarak çıkışı, zaman zaman o yola aniden atlayışı vardır; diğer yanda ömrümüz boyunca iki yakamızı bir araya getirme çabamız sırasında nelere zarar verdiğimizi bilemeyişimiz, zararın bizden sadır olacağı ihtimalini göz ardı edişimiz mekân tutar. Netice itibariyle takip etmek mecburiyeti altında bulunduğumuz her hal ü kârda tövbeyi gerektirecek bir hayat çizgisidir.  

İnsanlığımızın, insan ömrümüzün yarısını günahı umursamamak, hataya düşmeği zevkli bulmak teşkil eder. Diğer yarımızın bizi sevap işlemeğe yönlendirdiğini, doğruluk duygusuna bağladığını sanmayın. Öbür yarımız bizi günah işlerken bile işin aslına rapteden yarımızdır. İşin aslı bizi helâle doğru faaliyete kışkırtır. Rahmeti gazabını aşan Allah işin aslına vâkıf olmamızın imkânlarını mebzul miktarda bahşetmiştir. Asıl demek bidayet demektir. Daha doğrusu aslını arayan bidayetini aramaktadır. İmkân dâhilinde mi bu? Her ân ve her yerde bir başlangıcı idrak etme gücü, yetkisi, imkânı, ferahlığı elimizdedir. Ne oldu da başlayabildik? Allah bizi bir erkek ve bir dişiden yarattı. Bizim inkâr edilemez başlangıcımız aslımız anamız,  babamızdır. Başlayan her şeyin bittiğini her nasılsa öğrendiysek bidayetsiz aslın olmadığını, olamayacağını da öğrenelim. Bitecekse nereye varacak? Mü’minler din gününe varacak diyor. Bidayetin akabinde ya asıldan uzak düşülerek yol menfi vaziyete varır veya asalet korunup muhafaza edilerek müspet vaziyetten haberdar olunur. (Menfi vaziyete varmaktan, uğramaktan, giderek düşmekten söz edişimize dikkat edin. Müspet vaziyetten ise sadece haberdar olabiliyoruz. Cenneti sadece özleyebiliyoruz. Yani kendini cennette farz etmek fasittir. Son nefesimizi verdiğimiz anda bile cennet torbada keklik değil.)  İşin aslı dediğimizde hem sahte olmayan (giderek gayri-meşru olmayan) bir şeyden, aldatmacaya gelmeyen bir şeyden bahseder haldeyizdir, hem de söylemekte olduğumuz hangi telâffuza sığarsa sığsın ikame edilemez istifadenin ta kendisidir.

İstifade edilen ve fakat ancak sadece ondan istifade edilen şeyden bahis açıyoruz. Elimize ne ile geçen, nasıl geçen faydadır ki, onun yerine başka bir faydayı koymamız mümkün olamaz? O fayda tesanüt yüzünden elimize geçen faydadır. Tesanüt yoksa hiçbir şey hiçbir şeye fayda vermiyor. Tesanütün verdiği faydayı hiçbir şey vermiyor. Kâinatı iki dünyalı bilen insanlar da tek dünyaya tıkılı insanlar da dayanışmaktan vazgeçmemekte direniyorsa onların zarara uğramaları söz konusu olmaz. Varlığın kendisi de bir kollamanın, birçok, bazı kollamaların neticesinde tecelli eder. Anlaşılacağı gibi bunca varlık, varoluş içinde Türk varlığının da kollanmadığı ahvalde tecelli etmesinin imkân ve ihtimali yoktur. Hiçbir varlık bir kollama vuku bulmamışsa şahadet âlemine çıkmaz, çıkamaz, çıkmamıştır. Tesanütü, kollamağı ika edersek asaletten kopmamış oluruz. Mühim olan kimin kimi arkaladığı, dayanışma gösterildiği durumda ne husule geldiğidir. Her söylenen söze ortaya hangi dayanışmanın tezahürü olarak çıktı diye bakarız, bakmalıyız. Göndermelerimiz, davetlerimiz, tavsiyelerimiz birilerinin birilerine müzaheretini aksettiriyor olmalı. Kimlerin kimlere? Bu meyanda iki husus var ki, edebiyat tarihine tersinden bakma heveslilerine bir şeyler göstersin isterim: Birincisi İstiklâl Marşı metnine itiraz edenlerle Mehmet Akif’i şairden saymayı küçümseyenleri aynı kümeye dâhil etmenin yerinde olup olmadığıdır. İkincisi Mehmet Akif’in şairliğini kalın bir toz perdesiyle örtenlerin dünyada şiirin ve fikriyatın pek yüce bir sahasına yükseldikleri için mi böyle yaptıkları; yoksa onların mazeretleri ne olursa olsun kullandıkları örtüyü şiir sahasına ancak uzağından bakabilecek bir hale duçar olmaları yüzünden mi kalınlaştırdıklarıdır. Kimler İstiklâl Marşı’na yan gözle bakmışlarsa Mehmet Akif’e de yan gözle bakmışlardır, visa versa. Devamla bunların kâffesi şiiri üstün kılıp fikriyata bereket sağlayan sahanın aynı saha olduğunu farz eder.

İsmet Özel, 11 Ocak 2019


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.