Bereketsiz İhanetler

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel’in “Bereketsiz İhanetler” adlı paneldeki konuşma metnidir.

Bu panelin adını ben tespit ettim. Biraz önce dinlediğiniz arkadaşlar da benim başlarına sardığım belâyı savmaya çalıştılar. Ama bunu gayet iyi yaptılar. Birçoğunuz fark etmemiş olabilir başlarına bir belâ gelmediğini, bunun halledilmesi gereken bir mesele olduğunu arkadaşlar bize gösterdiler. Her zaman olduğu gibi boşluklar bırakarak, yani kendi kafalarında tamamladıkları şeyleri size tatminkâr bir şekilde nakledemediler. Kendi kafalarında o tamamdı ama size bir şey söylemek gerektiğinde “Hay Allah! Bu insanlar bunu ne kadar anlarlar!” deyip biraz bir şeyleri yeniden biçimlendirmek ihtiyacını duydular. Bu durumda da siz, “Bu onu söyleyemiyor” gibi algılayabilirsiniz onları ama öyle olmadı. Şimdi İstiklâl Marşı Derneği’nin V. sene-i devriyesindeyiz. Konumuz: Bereketsiz İhanetler. Acaba şimdi bir zaferin kutlaması içinde miyiz -ki benden önceki panelist arkadaşların dördü de bize zaferin kutlaması havası içinde konuşmalarını yaptılar- yoksa hezimeti aksettiren bir halde miyiz?

Ben bütün bu beş sene boyunca İstiklâl Marşı Derneği’nin üzerine düşeni yapamadığını, gerçekleştiremediğini söyleyip durdum. Henüz üyelerini üretemediğini söyledim. İstiklâl Marşı Derneği’nin gerçek üyelerinin doğmadığını söyledim. Dolayısıyla eğer benim laflarıma itibar edecek olursanız ortada bir beceriksizlik var. Ama panelist arkadaşlara inanırsanız ortada müthiş bir başarı var. Acaba işin doğrusu ne? Doğrusunu bize bu serlevha, bu “Bereketsiz İhanetler” ibaresi izah edecek. Doğrusunu oradan bulmanın imkânına kavuşacağız.

İnsan hayatında işler nasıl yürüyor? Benim bir Kırk Hadis kitabım var ve bu kitabın önsözü yerine geçsin diye yazdığım yazının başlığı şu: “Yaşamak Bir Yanlışlık, Din Bir Bunalımdır.” Orada izah ediyorum neden böyle söylediğimi. Yaşamak bir yanlışlık, din bir bunalımdır. Ama biz aldığımız çarpık eğitim sebebiyle doğrular hakkında doğru açıyı tutturamıyoruz. Doğruları anlamamıza yarayacak doğru açıya sahip olamıyoruz, doğru açıdan bakamıyoruz. İstiklâl Marşı Derneği gerçekten bu kadar insanın burada toplanmasına sebep olacak önemde bir şey mi? Yoksa başka bir şey mi? İtalyan, İsviçreliye diyor ki: “Evet, tarihimiz entrikalar, cinayetler, ihanetler, kepazelikler, başarısızlıklar, terslikler, sapıklıklarla doludur. Evet, tarihimizde bütün bunlar var. Ama bütün bunların mukabilinde kocaman bir Rönesans yarattık. Berbat bir geçmişimiz var ama elimizde müthiş bir zenginlik var, müthiş bir hazineye sahibiz: Rönesans. Rönesans bizim, biz İtalyanların! Siz İsviçreliler bin yıla yaklaşan demokrasiniz karşılığında elinize ne geçti: Guguklu saat!”
 
Şimdi bu yaklaşımı isabetli bulmalı mıyız? Kafamız yanlış çalışmadığı zaman doğru çalışamaz. Önce kafamızın yanlış çalışmasına uygun bir kazanç sahibi olmalıyız ki bütün bu çalışma biçiminin işe yaramadığını anlayabilelim. Kafamız yanlış çalışacak ve bu yanlış çalışmadan bir sonuç temin edeceğiz. Bu sonuç da kafamızın yanlış çalışmasının işe yaramadığı olacak. Böyle bir mütekabiliyet hesaba katılabilinir. Dünya hayatı bahis konusu olduğunda bazı reddedeceğimiz şeylerin, bazı yücelteceğimiz şeylerin mukabili olarak elimize geçtiği fikrini kabule değer bulabiliriz. Bu manada bütün ihanetler bereketlidir. Bu manada ne kadar ihanet varsa elimizde o kadar beğenilebilinir hatta pazarlanabilir bir şey var demektir. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Şimdi bunun böyle olmadığı, dünya hayatının ahiret hayatından daha alt seviyede, daha küçümsenebilir özellikte olduğunu anlayacak bir durum da söz konusudur. Fakat bu durumu kim fark edecek? Nasıl olacak da bu üç günlük hayatımızda bizi iyi duruma getirmeyen bir şey, nasıl olup da vazgeçilmez iyi sayılacak! Ahiret günlük hayatımızda işimize hiç yaramayan bir şey. Çünkü günlük hayatı her dakika yaşıyoruz. Ahiret sonra gelecekmiş: Ahir!
 
Bu insanlığın Âdem (a.s) yaratıldığından, Kur’an’ın nazil olduğu zamana kadar geçerli olan akıl düzeniyle alâkalı bir şey. İnsan dediğimiz yaratık sadece bir zaman aralığında ve çok tehlikeli bir durumda fark edeceği bir şeyi hayatının sebebi ve izahı haline getirebilir. Ne dediğimi tam anlatabilmek için Hicret’e müracaat etmem gerekiyor. Ki bu hâdise insanlığın fark edebileceği en mühim hâdisedir. Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret edişleri. Hicret dediğimiz zaman etimolojik bir mana içinde kalamıyoruz. Hicret bir göç olayı değil. Muhacir dediğimiz zaman Rumeli muhacirleri işin içine girmiyor. İnsan günlük dilinde “Biz de Tebriz’den hicret ettik…” diyebilir mesela. Hicret bu değil. Hicret Mekke’den  Medine’ye göçen insanların yaptığı şey. Mesela bu Mekke’den Medine’ye göç aynı Müslümanların Mekke’den Habeşistan’a göçü değil. Normalde onların da muhacir sayılması lâzım. Bazı Müslümanlar da Mekke’den Habeşistan’a hicret ettiler.
 
Biz ne diyoruz; bunlar Muhacir’dir diyoruz. Neden bunlar muhacirdir? İki sebepten ötürü: Birincisi, muhacirleri kabul eden ensar vardır. Biz Necaşi’ye “ensar” demiyoruz mesela. Bizim muhacirlere muhacir dememizin sebebi, muhacirleri karşılayan ensarın mevcudiyetindendir. İkincisi, Hicret’in gayesi Mekke müşriklerinin zulmünden kurtulmak değildir. Hicretin gayesi Mekke’yi fethetmektir. Onun için Habeşistan’a gidenler muhacir değillerdir. Hem karşılarında ensar olmadığı için, hem de Habeşistan’a hicret etmenin, Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulmaktan başka bir gayesi olmayışı sebebiyle. Demek ki hicret olayı Müslümanların dünyada kendi geninden daha kıymetli insan olmadığını bütün dünyaya göstermek üzere yaptıkları bir şeydir. Hicret “Müslümanlardan daha kıymetli bir insan tipi veya türü yoktur”un dünyaya ilânıdır. Hicret’le biz gösterdik ki dünyada Müslümanların üstünde hiçbir insan yoktur. Hiç kimse Müslüman’ın üstünde bir vasfa ve değere sahip olamaz.
 
Hicret esnasında Ebu Bekr (ra.) ve Rasul-i Ekrem (s.a.v) birlikte gizlice Mekke’den ayrılırlar. Hepinizin bildiği mağara hâdisesi vardır. Ali (ra.) o gece Rasulullah’ın yatağında yatar. Hicret sırasında müşrikler onu orada yatıyor sansın veyahut öldürmeye gelecek olurlarsa derslerini alsınlar diye. İstiklâl Marşı’nın ilk kelimesini Rasul-i Ekrem (s.a.v) mağarada söyler Ebu Bekr’e: “Korkma!” Allah’ın kulu ve rasulü en yakın bildiği insanla beraber gizlice Mekke’den Medine’ye gidiyor. Ama Rasul-i Ekrem’i öldürmek için yola çıkıp Müslüman olan aşiret reisi Ömer bin Hattab atına atlıyor ve Kâ’be’yi tavaf ediyor, orada oturan ileri gelen Mekkeli müşriklere yüksek sesle diyor ki: “Ben Medine’ye hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen birisi varsa şu tepenin arkasında bekliyorum.” Ve atını dizginleyip gidiyor. Buradan öğreneceğimiz şey nedir? Ömer-ül Faruk diyoruz. Neden “Faruk” diyoruz? Çünkü o Müslüman olduktan sonra başında bulunduğu aşiret bölünmeye uğradı. Bir kısmı dediler ki: “Ömer Müslüman oldu. Artık bizim başımızda bulunamaz!” Diğer bir kısmı da dediler ki: “Ömer Müslüman oldu. Biz de onunla birlikte Müslüman oluyoruz.” Böylelikle aşirette fark doğdu. Ömer-ül Faruk, ayıran Ömer… Burada dikkatinizi çekmek istediğim şey Allah’ın bize öğrettiği, dünyevî üstünlüklerin asla uhrevî üstünlüklerle kıyaslanamayacağıdır. Biz Ömer’in sünnetini takip ederek Müslüman kalamıyoruz. Biz Rasulullah sünnetini takip ederek Müslüman kalıyoruz. Rasulullah Veda Hutbesi’nde “Size Kur’an’ı ve Sünnet’imi bırakıyorum” dedi.
 
Biz Rasulullah irtihal ettikten sonra bu mirasa sahip çıkan insanlarız veya değiliz. Ayırım buradadır. Rasulullah giderken bize Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet’ini bıraktı. Bu mirasa ihanet edenleri Müslüman saymak… Eğer varsa birisi böyle ona helâl olsun (!) diyeceğim. Ama günümüzde Müslüman görüntüsü altında türlü dolaplar çeviren insanlar var. Onları da anlamayı gerekli görüyorum.
 
İhanetler hemen başladı. Yani Rasulullah irtihal eder etmez hemen İslâm’ı terk eden insanlar oldu ve yalancı peygamberler çıktı. İlk halifemiz Müslüman olduğu söylenen birilerine cihad ilân etti! İlk halifemiz ikinci halifemize dedi ki: “Ben sabah ölürsem sakın ola ki akşamı, gece ölürsem sakın ola ki sabahı beklemeyesin! Hemen halifeliğini ilân et!” Bu ne demek? Bu Müslüman diye bildiklerin öyle adamlardır ki sabahtan akşama kadar ve akşamdan sabaha kadarki müddet içerisinde olmadık fitneyi çıkarırlar, olmayacak belâyı ümmetin başına sararlar. Onun için sakın ola ki bekleme; hemen halifeliğini ilân et. Müslümanlık bahis konusu olduğu zaman ağzımızı, böyle eğerek konuşamayız. Müslümanlık kıldan ince kılıçtan keskindir. Hiçbir konuda “Acaba şöyle mi, acaba böyle mi?” diyeceğimiz bir husus yoktur. İnsanlar İslâmî bir tavır içindedirler veyahut kâfirdirler. “Böyle de Müslüman oluyor” yoktur. “Müslüman’ın şöylesi de olur” yoktur. Müslümanlar tek tiptir, tek vücuttur. Çünkü bu imanın şartıdır. “Kendin için istediğini Müslüman kardeşin için istemedikçe iman edemezsin. İman etmedikçe Cennet’e giremezsin.” “Bu ahiret mahiret böyle bir şey…. Dur bakalım…” dediğin zaman ya Yahudi ya Hıristiyan’sındır. Müslüman yalan söylemez. Bizim lisanımız da bir söz vardır. “İki kişi dinden olursa bir kişi candan olur.” İki yalancı şahit bir adamı idam ettirir. Bir Müslüman’ın yalan söylemesi artık Müslüman olmadığına delildir. “İki kişi dinden olursa bir kişi candan olur.”
 
1877-1878 Osmanlı - Rus savaşı sonunda İstanbul’da İngiliz Sefareti, Rus Sefareti’nde olan biteni öğrenmek üzere bir casus polis kullanmak istedi. Bu Osmanlı İmparatorluğu’nun tükendiği varsayılan dönemde olan bir şey. Kâfirlerin, Müslümanların dünyada hiçbir numarasının olamayacağını düşündükleri bir zamanda olan bir şey. İngiliz Sefareti kendileri için ispiyonculuk yapacak bütün Osmanlı beldesinde veya -varsa eğer- başka bir yerde bir tek Müslüman bulamadı. Bu 1878 yılında oluyor. O İngiliz sefareti kendileri için ispiyonculuk yapacak bir tek Müslüman bulamadı. Ve Adalı bir Rum görevlendirildi o işle. Kendisine bu iş teklif edilen Müslümanlar dediler ki: “Bu İslâm’a mugayirdir.” Herkes bunu söyledi; okumuşu da, cahili de. Zaten cahili kullanmayacaklar belli bir şekilde. Yani o Avrupai tahsilden geçmiş olanlar da bunu kabul etmediler. Dediler ki “Bir kâfir kendi hanesi içinde istediğini düşünebilir, istediğini konuşabilir. Bu konuştukları arasında Halife’yi katletmek de olabilir. Bir kâfir kendi hanesi içinde Halife’yi katletme kararı verir ve ne zaman ki bu kararını uygulamak üzere evlerinin eşiğini aşar; biz o zaman onun işini bitiririz!” dediler. “Ama onların ne düşündükleri, ne söyledikleri bizi hiç ilgilendirmez.” İslâm’da gizlilik yoktur. İslâm’da hiçbir şekilde gizlilik yoktur. Ayet-i kerime “Rasulullah’a gizlice bir şey danışacak olursanız sadaka verin” buyuruyor. (Mücadele : 12) Mecburen, sadece senin ve Rasulullah’ın bilmesini gerektiren bir şey yaparsan bunun kötü bir şey olduğunu bilip önceden sadaka vereceksin. Bunun belâsını defetmek için. Müslümanlıkta gizlilik yoktur. Buna mukabil Yahudilik ve Hıristiyanlık tamamen gizlilik esasına göre yürütülür. Onun için biz Hıristiyanlık davasını yürüten insanların  hangi gizli esaslar içinde olduğunu bilemeyiz. Çünkü onların hepsi gizli.
 
Benim maksadım size böyle bir nutuk çekmek değildi. Bu işin herkesin anlayabileceği bir tarafını size anlatmak istiyorum. Kur’an-ı Kerim’in nazil olması hâdisesi ile Türk topraklarının doğması yani kâfirlerin “Anatolia” veya “Küçük Asya” diye tesmiye ettikleri alanın darü’l-İslâm haline getirilmesi, dünya tarihinde benzersiz ve yerine başka bir şey konamayacak olan iki hâdisedir. Âdem Aleyhisselâm’dan beri yürüyen iş burada yön değiştirmiştir. Kur’an’ın nazil olması ve Türkiye topraklarının darü’l-İslâm olmak suretiyle Türkiye toprakları olması. Türklerin bir vatanının olması ve Kur’an-ı Kerim’in nazil olması dünya tarihinde istikamet değiştirici hâdiselerdir. Bu hâdiselerin sonunda ihanetler olmuştur. Bu hâdiselerin aslına ihanet eden insanlar ve o insanların yaptıkları olmuştur. Bu ihanetlerin bereketli olması İslâm’dan uzaklaşmanın dünyevî kazancı şeklinde cereyan etti. İslâm’dan uzaklaşan insanlar dünyevî bazı kazançlar elde ettiler. Mesela bununla bir “İslâm Medeniyeti” doğdu. İslâm’dan uzaklaşarak bir İslâm Medeniyeti ortaya çıkardılar. İslâm Medeniyeti’nin temelinde İslâm yok. Ama buna İslâm Medeniyeti diyoruz. Böyle bir bereketli ihanetten bahsedebiliyoruz. Buna bereket dersek! Ama netice itibarı ile hâlâ aynı şey söyleniyor. Şimdi son günlerdeki münakaşalar içinde birisi diyor ki “Süleymaniye’nin temelindeki taşlar Rasulullah’ın açlıktan karnına bağladığı taşlar değildir.” Öbürü de diyor ki “Ne yani? Şimdi Süleymaniye’yi yıkalım mı?” Biri ihaneti işaret ediyor, öbürü ihanetin bereketinden bahsediyor. Süleymaniye Mimar Sinan’ın şaheserlerinden birisi. Dört minaresi var. Bu fetihten sonra dördüncü padişah, demek. On şerefesi var. Bu da kuruluştan itibaren onuncu padişah demek.
 
Demek ki İstanbul’un fethi dediğimiz şey fevkalâde mühim bir şey. Biz bu toprakları vatan yapmakla kendimize ait bir kazanç sahibi olduk. Bir vatanımız oldu. Böylece Kâ’be’ye dönebilecek bir yerimiz oldu. Yani seferi namaz kılmaktan kurtulduk. Rasulullah Mekke’nin fethinden sonra, Mekke’de, namazlarını seferi  kıldı. Kendisi Mekke doğumlu. Ama vatan dediğin şey İslâm’ın yaşandığı yerdir. “Ahiret yurdu” diyoruz. Vatan orasıdır aslında. Türkçeye meal verirken ahiret yurdu diyorlar. Aslında orada geçen vatan kelimesi. Dünyadaki vatanımız Kâ’be’dir. Ahiret baştanbaşa vatandır. Biz böylece bir vatan sahibi olduk. Ama İstanbul’un fethiyle beraber, bir şekilde, dünya tarihinin akışını formüle ettik. Ondan sonra Avrupa’da bir hayat biçimi doğdu. Akdeniz havzasındaki yaşama alışkanlıkları yerine yeni Avrupalı yaşama alışkanlıkları doğdu. Türkler İstanbul’u fethedip akabinde Balkanlar’ı da ele geçirdiler. Biliyorsunuz, Edirne’den İstanbul’a taşındı payitaht. Zaten bir miktar yukarda idiler, daha da ileri gittiler. Ama ne oldu; Avrupalıları iklim bakımında elverişsiz, toprak bakımından verimsiz bir alana hapsetti Türkler. Onlar da bu alanda yaşamanın çaresini bulmak zorunda kaldılar. Bu çare kendi kendini çevirebilen yani kendi imkânlarıyla hâdiseyi felaha erdirebilen bir çare değildi. Çare olarak Avrupa’nın imarı ve Avrupalının hayatının iyileşmesi için değer aktarmak üzere bölge olarak ilk planda Doğu Akdeniz havzası vardı. İtalyan site devletlerinde doğan Avrupai yaşama tarzı, dışardan değer aktarımı olmadan devam edemeyecek bir hayat tarzı idi. İstanbul’un fethiyle başlayan şey Avrupa’nın bir kötülük mekanizmasını harekete geçirmeden yaşamayacağı bir işi başlattı. Buna çok sonradan Kapitalizm dediler.
 
Şimdi hemen bir atlama yapalım günümüze gelelim. Bugün dünyada yapılacak olan şey insanlık lehine yapılacak olan şey bu çarkın işlemez hale getirilmesidir. Bu çarkın işlemez hale getirilmesi görevin tamamlanmasıdır. Kapitalizmin yerine neyin konulacağı bizim ilk planda kafa yoracağımız bir şey değil. Bizim ilk planda kafa yoracağımız şey, nasıl olur da kapitalist ilişkiler sonlandırılırdır?
 
Sosyalizm ve onun bir versiyonu olan Marksizm insanlığın kapitalizmden gördüğü zararları ortadan kaldırabilecek bir yol açmıyor. Bunu tecrübeyle de gördük. Sovyetler Birliği ve kıta Çin’i bir gelecek vermedi insanlara. İkisi de ortadan kalktılar. Bugün Çin dediğiniz zaman sosyalist bir Çin’den bahsetmiyoruz değil mi? Tam tersine kapitalist işleyişi etkin bir şekilde yürüten bir Çin’den bahsediyoruz. “Çin dünyanın müstakbel süper gücü” falan filan diyenler sosyalizmden dem vurmuyorlar, değil mi? Doğrudan doğruya bir kapitalist işleyiş bahis konusu. Bu konudaki tuhaflık nereden geliyor. Bunu anlamamız lâzım. Neden kapitalizme karşı sosyalizm, şifa temin edecek bir yol değil? Karl Marx ve Frederic Engels Komünist Manifesto’da sosyalizm türlerini sıralıyorlardı. Bunlar içinde Hıristiyan sosyalizmi de var, ütopik sosyalizm de var… Karl Marx ve Frederic Engels kendi sosyalizmlerinin bilimsel sosyalizm olduğunu savunuyorlardı; “Diğerleri bilimsel değildir” diyorlardı. Marx’ın ve Engels’in savunduğu sosyalizm “bilimsel” idi. Yani XVII. asırdan itibaren Avrupa’da doğmuş olan bilimin verilerini esas sayarak elde edilen bir dünya görüşü ve dünya görüşünün vaad ettiği bir gelecek. Nitekim, benim Waldo Sen Neden Burada Değilsin kitabımda naklettiğim, Karl Marx’ın mektubunda belirttiği şeyler var. “Sınıf savaşı meselesini ben icat etmedim”der. “Bunu burjuva filozofları söylediler.” Alt yapı, üst yapı meselesi, tarihin yorumu… Bütün bunlar Marx’ın ve Engels’in ürettiği şeyler değil. Nitekim her zaman Marx’ın iftiharla söylediği şey: “Ben Hegel’i ayakları üstüne oturttum. Tepetaklak duruyordu, ben yerine getirdim.” diyor. Hegel felsefesi olmadan yahut genel olarak Alman İdealizmi olmadan Marksizm’den zaten bahsedemiyoruz. Bütün bunlardan varacağımız şey şu: Sosyalist, ister Marxist olsun ister olmasın; batıda Türkler aleyhine geliştirilmiş hayat üzerinde bir gelecek tasavvur edebiliyor. Sosyalizm dediğimiz zaman Avrupa’nın bilhassa Ortaçağ’dan itibaren kurup geliştirdiği, üretim ve ticaret biçimini reddederek tasarlanmış bir şey anlamıyoruz. Sosyalizm dediğimiz zaman Avrupa’nın Ortaçağ’dan itibaren geliştirdiği üretim ve ticaret tarzının yeni bir aşamasını anlıyoruz. Bu manada burjuvaziyi devirip yerine proletarya diktatörlüğü getirmek isteyen insanlar aynı zamanda burjuvazinin yeryüzünde gelmiş geçmiş en devrimci sınıf olduğunu da ifade ediyorlar. Yani “İyi ki burjuvazi doğdu, iyi ki dünya geleneksel davranış şekillerinden koptu.” diyorlar. “Kopmuş olmasaydı sosyalist bir geleceğimiz olmazdı.” Dolayısıyla kapitalizmi reddetmekle sosyalizmi reddetmek arasında sadece renk farkı vardır. Hatta renk farkı da yoktur; ton farkı vardır. Farkı şöyle olabilir; sarı ile siyahı karıştırdığın zaman yeşil elde edebiliyorsun. Ama dozaj söz konusu olduğunda, çok sarı ve çok az siyah kullandığında sarıymış gibi görünebilir. Yani yeşile çalan bir sarı gibi görünebilir. Ama az sarı kullandığın zaman ne kadar koyu yeşil olursa olsun siyah gibi görünecektir. Biz bunu renk farkı sanırız. Sarı ve siyah farkı sanırız. Halbuki bu ton farkıdır. İkisi de yeşildir ama biri siyah sanacağımız kadar koyu bir yeşildir. Diğeri de sarı sanacağımız kadar açık bir yeşildir.
 
Bizi Batı’da olup biten meseleler konusundaki cehaletimiz sebebiyle istismar ediyorlar ve zihnimizi çarpıtıyorlar. Avrupa için sosyalizm propaganda edilebilir bir görüştür. Bir Avrupalıyı sosyalizme ikna etmek çok zor değildir. Tıpkı Protestanlığa ikna etmenin zor olmadığı gibi. Neden bu böyledir? Mesela Türkiye’de bütün yenileşmeler tepeden inmedir. Avrupalılaşma, batılılaşma saraydan başlamıştır. Hele Cumhuriyet tarihimizi söz konusu edecek olursak inkılâplar hep tepeden inme yapılmıştır. “Gardrop Atatürkçülüğü” diye bir şey vardır. “İnsanları zorla yeni şeylere sevk ettiler. Halkın bu konuda olgunlaşmasını beklemediler...” falan gibi eleştiriler vardır. Aslında bunu söyleyenler inkılâplar yoluyla yapılan şeylerin kötü olmadığını, sadece bunların usulen yanlış olduğunu söyleyen insanlardır. Bizde her şey tepeden inme oldu. Hâlbuki Avrupa’da bu yenileşme halkın talepleriyle oldu. Onlar kendi iç dinamiklerini kullanarak ilerlediler. Biz ise ilerlemeyi ceberrut bir usûlle gerçekleştirdik. Ama sonuçta ikisi aynı yerde birleşti. Bugün Türkiye’nin dünya sistemine eklemlenmiş olduğunu kabul ediyorlar. Yani artık Türkiye’de yapılacak iş kaldığını söyleyen yok. Gene tıpkı devrimlerde olduğu gibi, usûlü üzerinde bir anlaşmazlık olabiliyor. Yoksa Türkiye’de siyasete talip olan insanlar şu anda yapılıp görülmekte olan işlerin yanlışlığına dair bir fikre sahip değiller. Sadece “Şurasını şöyle yapsak daha iyi olmaz mı?” diyecek durumdalar. Burada fark edilmeyen şey nedir? Fark edilmeyen şey Avrupa’da haklarını talep eden insanlar olarak gördüğümüz kişiler itibarlarını ve gelirlerini kaybetmiş olan insanlardır. Avrupa’da hangi ülke olursa olsun İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya… Bu ülkelerde daha iyi bir gelecek için harekete geçen insanlar aslında daha iyi olan durumlarını kaybetmiş olan insanlardır. Burjuvazi yükselirken aristokrasinin gelir kaybına sebep oldu. Toprak sahipleri artık eskisi kadar kazançlı değillerdi. Tabii kazançlı olmayınca statü kaybına da uğradılar. Almanya’da mesela Yahudiler paralarıyla asalet satın aldılar uzunca bir süre. Çünkü fakirleşen aristokratlar isimlerini sattılar. İsmini kaybetmiş olan aristokrat ne yaptı? Devrimci saflara katıldı. Ortaçağ’dan beri yürürlükte olan ticaret ve sanayi bir dönüşüme uğradı. Büyük çapta üretim başladı. Tacirlerin, zanaatkârların işlerini bozdu. Tacir ne demek? Kürklü yakalarıyla onlar yaşıyorlardı. Tacirler artık finans hâkimiyetinin ağırlığı altında ezildiler. Zanaatkârlar da kendi ferdî meşguliyetlerini kaybettiler. Yani adam kunduracıydı, mobilyacıydı, ayakkabı yapıyordu, dokumacıydı vesaire... Bunlar, büyük üretim söz konusu olunca ne oldular? O fabrikada işçi olmaktan başka bir imkân ellerinde yoktu. Avrupa’da yeni bir hayat isteyen insanlar eski iyi hayatlarını kaybetmiş olan insanlardı. Dolayısıyla bunlar “iyi” hakkında bir fikir sahibi idiler. “Biz eskiden iyiydik. Gene iyi olacağız.” deme ruh durumuna sahip insanlardı.
 
Türkiye başta olmak üzere, Avrupa gelişmesinden bağımsız olan ülkeler ise önce kolonyalizm, akabinde emperyalizmle tanıştılar. Emperyalizm dediğimiz zaman mal yerine sermaye ihracını anlıyoruz. Yani emperyalizm deyince birilerinin bir yerleri işgalini anlıyorlar. Hâlbuki o kolonyalizm. Emperyalizm bu işgalin parayla olmasıdır. Oysa sömürgeleri olan İngiltere Kolonyalizm’i Emperyalizm’e dönüştürmüş olan ülkedir. Sömürgeleri olmayan Birleşik Devletler ise direkt olarak emperyalist rolle dünya hayatına dâhil olmuş bir ülkedir. Yani İngiltere Kolonyalizm’i Emperyalizm’e dönüştürdü ama ABD kolonyalist dönemi yaşamadan -zaten kendi ülkesi koloni idi- doğrudan emperyalist bir faaliyet içinde dünyadaki yerini aldı.
 
Kolonyalizm ve Emperyalizm müessir olduğu alanlarda iyinin eskiden tanıdığı bir şey olmadığı, iyinin yeni fark ettiği şey olduğunu bilen insanlarla yürüdü. Avrupa dışında sosyal hayata aktif olarak giren insanlar geçmişleri iyi olan insanlar değildi. Geçmişleri kötü olan insanlardı. Dolayısıyla onlar ister istemez finans hâkimiyetinin önce uşaklığını, sonra bekçiliğini, sonra komiserliğini yapmaya başladılar. Çünkü finans hâkimiyeti her geldiği yerde mevcut iktidar sahiplerinin rakibi olacak yeni açgözlü ve geçmişi kötü olan insanlara oynadı. Dolayısıyla her yenileşme daha alçak insanların yükselmesi manasına geldi. Yenilik demek bütün müstemleke ülkelerde sefillerin keyif sürmesi demek oldu.
 
Müstemleke ülkelerde, yani Batı’da doğan medeniyetin istimlâk ettiği yerlerde olan biten şeylerle Türkiye’de olan biten şeyler mukayese edilemez. Biraz önce söylediğim Kolonyalizm ve Emperyalizm sebebiyle geçmişi kötü olanların finans hâkimiyeti sayesinde özenilecek bir “iyi”ye kavuşmaları bu bütün müstemleke ülkelerin meselesidir. Bu yüzden de bugün Çin Amerika’nın fason imalatçısı ülke olabildi. Çünkü böyle bir geçmişi var. Ama bizimki böyle değil. Biz Avrupa’da bu medeniyet zirveye ulaşırken kendine ait bir hayat formunu idame ettirmiş bir toplumuz. Nasıl oldu, ne etti; onlar tekrar konuşulabilinir. Yani Avrupa medeniyeti Türkiye’yi müstemleke haline getiremediği için güvensizlik içinde yaşadı. Ve bu Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu güne kadar devam etti.
 
Biraz önce panelde vatana ihanet suçunun Turgut Özal’ın döneminde suç olmaktan çıktığını panelistlerden biri söyledi. Bu böyledir. Bu da doğrudan doğruya Türkiye’nin Dünya Sistemi dediğimiz şeye mutlak entegrasyonu ile olmuştur. Turgut Özal bizi yarı bağımlı bir ülke olmaktan kurtardı; “Kurtuluş Savaşı” vermiştik ya. (!)
Türkiye’de bereketsiz ihanetler bu yüzden bereketsizdir. Çünkü Türkiye’de Lâle devrinden başlayarak yenilik adı altında gerçekleşen şeylerin hepsi, işe yarayan bir şeyi feda edip onun işini görüyormuş gibi görünen ama asla onun yerine ikame edemeyeceğimiz bir şeyi almamızla olmuştur. Hani “Bu yaramıyor işe!” deyip bir şeyi bırakmış olsak ve yerine onun yaptığından daha iyi bir şey almış olsak; o zaman mesele yok. Yani bunu anlamak çok kolay. Tanzimat Fermanı’ndan sonra bir tek adam, Tanzimat aydınları arasında kabul edilen ama hepsinden ayrılan bir adam vardı: Namık Kemal. Bu diyordu ki “Madem Osmanlı klasik düzeni terk edilmiştir ve biz artık yeni bir Tanzimat yeni bir düzenleme yapacağız; o halde bizim Kur’an-ı Kerim’imiz var! Bu kadar sene işe yaramış olan fıkıh var! Yeni bir düzenleme yapacaksak Kur’an’a uygun ve fıkhın esaslarının esas kabul edildiği bir düzen kurabiliriz.” Diğerlerinin hepsi fan fin fon. Ama bu söylenmiştir bu ülkede. Sonra aşama aşama, biz hep elimizde olan ve işimizi gören şeyi terk edip onu işini göreceğini ümit ettiğimiz ama ilk tecrübede bizi belâdan belâya uğratan şeyler aldık. En son mesela cep telefonlarımız var. Neyi terk edip de cep telefonunu aldık? Cep telefonuyla konuştuğumuz insanları terk ettik. Dostlarımızı terk edip cep telefonu aldık. Bereketsiz oldu ihanetlerimiz. Eğer cep telefonları dostluklarımızı pekiştiriyor olsaydı, bizi şahsiyet açısından sağlamlaştıran bir şey olsaydı, bu gene ihanet olacaktı. Ama “bereketli ihanet” olacaktı. Ben İstanbul’da hep bunu görüyorum: “Eminönü’ndeyim” diyor adam Florya’dayken. Yani cep telefonu bu işe yaradı.
 
Peki bundan nasıl kurtulabilinir? İhanet etmeden nasıl yaşayabiliriz? İhanet etmeden ihanet etmeyerek yaşayabiliriz. Lâle Devri’nden başlayan süreç inkıtaa uğramaksızın Sakarya Meydan Muharebesi’ne kadar devam etti. Sakarya Meydan Muharebesi’nde dokuz alay komutanı öldü. Sakarya Meydan Muharebesi yirmi iki gün, yirmi iki gece sürdü. Böyle bir şey olmaz. Meydan Muharebesi yirmi iki gün değil, bir gün bile sürmez. Meydan Muharebesi’nde ordular çarpışır, yenen yenilen ortaya çıkar. Bu ne demektir? Bu toprakların sahibi olduğunu canı pahasına birileri gösterdi. Bu topraklar sahipsiz değil. Sakarya Meydan Muharebesi bu toprakların sahipsiz olmadığını göstermekle kalmadı. Kimlerin bu toprakların sahibi olduğunu da gösterdi. Bu topraklar  kiminmiş? Bunu Sakarya Meydan Muharebesi gösterdi. Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra Mustafa Kemal’e “Gazi” unvanı verildi. Halide Edib’in yazdıklarından anlıyoruz ki Mustafa Kemal’in Sakarya Meydan Muharebesi’nin zaferle sonuçlandırılmasına katkısı sıfırdır. Ve bu savaştan sonra iki kişi Mareşal oldu. Meydan muharebesi kazanana Mareşal diyorlar. Biri, sonradan Çakmak soyadı alan “Kuzu Paşa!” -“Fevzi” yazarken bir nokta daha koyunca “kuzu” oluyor- diğeri de “Gazi” unvanı alan Mustafa Kemal Paşa... Sakarya Meydan Muharebesi’ni Türkler gâvurlara karşı kazandı. Bunda tereddüt edecek bir şey yoktu. Demokratik bir hareket değildi. Hatta gayet antidemokratik bir hareketti. Büyük Taarruz, Sakarya Meydan Muharebesi Türklerin zaferiyle kazanıldıktan bir yıl sonra başladı. Bunlar hiç bize anlatılmayan şeyler. Savaşı kazandık! Niye gâvuru atmıyoruz? Atmadık. Bir sene sonra Büyük Taarruz başladı. Bu bir sene ne oldu? Ne konuşuldu? Kimlerle hangi pazarlık yapıldı? Biz kaça gittik?
 
Bereketsiz ihanetler. Bereket var ve bereketi yok. Ben bunu söylüyorum: Cumhuriyet’in ilânıyla beraber medeni hayatımıza başlamamız gerekiyordu. Medeni hayat nedir? Medine’deki hayat demektir. Bizim Cumhuriyet’in ilânıyla beraber medeni hayatımızın başlaması lâzımdı. Ama biz hiçbir bereketini görmedik.
 
Adnan Menderes ordunun ihtilâl yapıp kendisini devireceğini bildirdikleri zaman açıkça “Böyle şey olmaz! Bizim ordumuz müstemleke ordusu değildir.” dedi. Biliyorsunuz, Adnan Menderes Eskişehir’de Muhsin Batur tarafından tevkif edildi. Neden Eskişehir’de tevkif edildi? Çünkü askerî bir uçakla Moskova’ya gidecekti. Moskova’ya gidip de ne olacaktı? Amerika’nın kendisinden ve Demokrat Parti yönetiminden çektiği desteğin karşısına koyabileceği bir ağırlık arıyordu. Adnan Menderes’in Moskova ziyareti dünyadaki bütün siyasîler tarafından bir tehlike olarak görüldü. Bütün siyasîler dedim; ama biri hariç: Konrad Adenauer. Konrad Adenauer, Adnan Menderes’in Moskova’ya gitmesinde bir beis görmediğini beyan etti. Neden? Çünkü kendi memleketi de Amerika’nın işgali altındaydı. Ben Adnan Menderes’i övmek için söylemiyorum bunları. Bize öğretilen her şeyin külliyen yanlış ve aleyhimize olduğunu söylüyorum. Türkiye’de “Ben Müslümanım” diyen adamın zarar göreceği şeyler öğretiliyor Müslüman’a. Adam da öğrendiği o şeyleri Müslümanlık sanıp, öyle abuk sabuk şeyleri müdafaa etmeye başlıyor.
 
Rasulullah (s.a.v) bize Kur’an-ı Kerim’i ve kendi Sünnetini miras bıraktı. Bu mirasa ihanet edip etmemek meselesinden bahsettim. Ama bu miras bize hangi görevi yüklüyor? Bunu anlamamız lâzım. “Mirasyedi” kelimesi kötü bir kelimedir, değil mi? Biz Müslümanlar olarak mirasyedi miyiz, yoksa miras intikal etmiş insanlar mıyız? Kur’an-ı Kerim hidayet rehberidir. Kim erecek hidayete? Kur’an’ı öğrenen. Yani Kur’an-ı Kerim kullanılarak birilerini hidayete erdirme rehberi değildir. Kur’an Kur’an’ı öğreneni hidayete erdirme rehberidir. Yani Kur’an’dan, Kur’an’ı öğrenen istifade eder. “Kur’an böyle diyor!...” deyip milleti kazıklayanların istifade ettiği bir şey değildir. “Ben Kur’an biliyorum! Hadi bakalım! Benim emrimi dinleyin!” demeye kimsenin hakkı yok. Kur’an’a uyması gereken ilk insan Kur’an’da ne dendiğini öğrenen insandır. Onun için Türkiye’de Latin harflerinin mekteplerde kullanılmasıyla başlayan şey bu milletin bütün kanını boşa akıtma manasına gelir. Şimdiye kadar kan kaybından Türk Milleti ölmediyse, bakmak lâzım hâlâ bir şey var mı, diye. Ama bu Latin harflerinin kabulüyle beraber Türk Milleti kan kaybına maruz kalmıştır. Bu kan kaybı ne kadar tahribat yapmıştır? Bunu göreceğiz. Bizim yazımızı geri almamız demek kan kaybına sebep olan yaranın kapanması demektir. Vücudun tekrar sıhhatli bir şekilde kan deveranını sağlaması, ondan sonraki iştir.
 
İstiklâl Marşı Derneği Türkiye’yi haritadan silmek isteyenlerin hüsrana uğraması için faaliyet gösteriyor. Biz bunu söylediğimiz zaman “Biz de istemiyoruz Türkiye’nin haritadan silinmesini...” deniyorsa; “Evet, madem istemiyorsun Türkiye’nin haritadan silinmesini -hepsini madde madde sıralayıp- o zaman neden bunları yapıyorsunuz?” diyeceğiz. Biz Sakarya Meydan Muharebesi’ni zaferle sonuçlandırdıktan sonra, mağlup ettiğimiz insanlar bugüne varmak için hazırlıklarını başlattılar. Bugün mesela Ergenekoncu diye tutuklanan insanlar bu hazırlıkları yapanlar olarak sayılabilir. İstanbul’da, Karaköy semtinde, limana doğru giden bir sokakta karşınıza Türk Ortodoks Kilisesi çıkar. Altında da kuruluş tarihi yazar. O tarih, Büyük Taarruz’dan birkaç ay sonradır. (Tabii bakmak lâzım. Ben arşivci falan değilim. Birtakım güvenilir kaynakları zikrederek milleti ikna etme yolunu gençliğimden beri tercih etmiyorum. Ben, düşüncede dostluk kurabileceğim insanlarla muhatap olmak istiyorum. Onlara hitap ediyorum. Dolayısıyla benim maddi delillerle işim yok. Onları Galileo yapıyor.) Bu insanlar hazırlıklarını yaptılar. Hazırlıklarının başında Müslüman kisveye bürünmek geldi. İlk yaptıkları hazırlık Müslüman kisveye bürünmek. İstiklâl Harbi başlamadan önce bu topraklarda Müslümanlar, sayıları en çok olan azınlık idiler. Bütün gayr-i Müslimleri topladığınız zaman Müslümanlardan çok oluyordu. Onun için zaten uluslararası kurumların müdahalesini istiyorlardı. Nüfus sayımı yapılsın diyorlardı. Bunlar daha çoktu tabii. Bütün gâvurların toplamı Türkiye’de Müslümanlardan daha çoktu. Ama İstiklâl Harbi’nden sonra silme Müslüman oldu herkes. Bu nasıl oldu? Bu şöyle oldu. Bunlar bütün Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’nin işine yarayan bütün işleri baltaladılar. Bunlar Türkiye’de her şeye hâkimdiler. Biz yıllarca kibarlık edip işte “Batı’nın sözünü dinliyorlar” falan diyoruz… Hayır hayır! Bunlar doğrudan doğruya, bir gün gelip bu toprakların yeniden ellerine geçeceğini bilen insanlardı. Ve ona göre hareket ettiler. Ama herkes bunlardan ibaret değildi. Başka insanlar da vardı. Ben gençliğimde biliyordum ki Makine Kimya Endüstrisi’nin arşivleri tıka basa icatlarla doluydu. Türkiye’nin işlerinin daha kolay, daha ucuz, daha verimli kılınması için yapılmış icatlar vardı. Bunların hiç biri uygulamaya konmadı. Bunu kim yaptı? Bunu gelip Amerikalı yapmadı. Bunu buradaki hainler yaptı. Biz hainlerin ihanetini gördük. Bir yol açmak için, hayırlı bir iş başlatmak için ilk adımını atan adam orada öldü. Böyle oldu. Hepiniz bilirsiniz; Türkiye Komünist Partisi’nin 1952 tevkifatında Nevzat Tandoğan -bugün Tandoğan Meydanı’na ismini veren adam- Ankara valisi idi. Tevkif edilen komünistlerden birine diyor ki; “Siz kim oluyorsunuz? Bu memlekete komünizm gelecekse, biz getiririz!” Türkiye’de işler her zaman birilerinin tasdikine bırakıldı. O birileri de bizim bugün buraya gelmemizi adım adım sağlayan insanlardır. Hâlâ aynı şey yapılıyor.
 
Türkiye de bir millet var. Bu millet hain değil. Şu anda dünyada bir ekonomik kriz olduğu söyleniyor değil mi? “Yunanistan hapı yutmuş” diyorlar, “İtalya yaralarını saramıyor, İspanya, cart curt, falan filan...” Hatta ABD’nin sallantıda olduğunu söyleyenler var, değil mi? Bu doğrudan doğruya finans kapitalizminin problemi. Finans kapitalizmi demek, mâlî hesapların yaptırım gücünü elinde bulundurması demek. Malî gücün yaptırım gücünü elinde bulundurması demek de insanların vaadlerle kandırılabilmesi demek. Çünkü “Olacak bu iş!” diyorsun, öbürü de inanıyor. Bu olmadığı zaman iş batıyor.Alman bankalarından Yunanlılar cayır cayır kredileri çekiyorlar, Alman bankaları da “Vadeleri doldu! Ver paramı!” deyince, “Vermiyorum!” diyor herif. “Açmasaydın krediyi” diyor. Yunanlılar salak değiller. “Sen beni Dünya Sistemi içinde eritmek için Avrupa Birliği’ne aldın.” AB dediğiniz şey nedir? Vatikan, bir güç olarak etkisi hissettirmek istedi. Bu Avrupa Birliği’nin başlangıcıdır. Siz Vatikan’ı, öyle orada iki tane rahip oradan oraya koşuyor sanıyorsunuz. Öyle değil. “Biz size neler yapacağız, göreceksiniz!” dediler ve bu işe başladılar. Ama nasıl başlanacak bu işe? Birtakım insanları şuna ikna ettiler: “Bakın görüyorsunuz; Almanya ve Fransa savaştıkları takdirde dünyanın huzuru kaçıyor. Onun için bu iki ülkeyi savaşamaz hale getirelim.” Birileri “Gayet iyi fikir!” dediler. Bunun için ne yaptılar? Bunlar nasıl olur da savaşmaz? Silah yapacak imkânları bunların ellerinden alalım. Silah yapamazlarsa savaşamazlar. Nasıl silah yapamazlar? Eğer bunların enerji kaynaklarını ve çelik işleme imkânlarını… Çünkü silah demirden oluyor. Diyorlar ya “Demirden korksaydım trene binmezdim!” İşin içinde demir var. Almanya ve Fransa arasında bir kömür-çelik birliği kuruldu. Almanya ve Fransa kömürünü ve çeliğini diğerinden bağımsız olarak kullanamayacaktı. Kömürü ne yapacağını, çeliği ne yapacağını müştereken karara bağlayacaklardı. İki Katolik; biri Konrad Adenauer, diğeri General De Gaulle. İki Katolik ne demek? En büyük güç olarak Vatikan’ı tanıyan demek. Vatikan’ı tanımayana Katolik denmez. Bunlar zamanında bu başladı. Tabii ki böyle işleri yürütenler Yahudilerdi. Onların bu beraberliğinin Amerikan hâkimiyetine karşı bir güç doğurabileceği fikri parladı. “Almanya ve Fransa beraberce, buradan Amerika’yı defetmenin bir yolunu buluruz.” Birileri böyle bir şey söyledi, herkesi heyecanlandırdı bu iş. O zaman diğer Katolik ülkeler de birliğe dâhil oldular. İtalya, Benelux ülkeleri: Hollanda, Belçika ve Lüxemburg. Bunlar üç tane. İki tane de Almanya ve Fransa var beş. Bir de İtalya altı. “Altılar” denirdi bunlara. Diyeceksiniz ki “Benelux ülkeleri Katolik değil!” İçinde Protestan nüfus da olan Katolik ülkeler onlar. 1957 yılında sembolik bir şekilde Roma Anlaşması imzalandı. Bugün AB diyoruz. Bu Ortak Pazar anlaşmasıydı. Bu altı ülke kendi aralarında bir Ortak Pazar kurdular. Marksist olsun olmasın, bütün sosyalist dünyayı tedirgin etti: “Katolikler bizim hesabımızı görecek.” Onun için hem bu ülkelerin Komünist partileri, hem Sovyetler Birliği, hem Çin hepsi ortak pazarın bir belâ olduğunu söylüyorlardı. Türkiye’de de slogan şu idi: “Onlar ortak, biz pazar / Kahrolsun Ortak Pazar!” Ortak Pazar Amerika’ya karşı bir tavrı sergiliyor gibi göründü ve o zaman biz de ne kadar anlıyorduk? Ama hepimiz bu konuda heyecanlandık tabii. Neden? Çünkü Avrupa, Amerika karşısında piliç savaşını kazandı. Amerika ile Avrupa arasında bir piliç savaşı oldu. Ne demek piliç savaşı? Avrupa’daki piliç pazarlaması ve sevkıyatı Amerikan sermayesiyle mi gerçekleşecek, Avrupa sermayesiyle mi gerçekleşecek? Bu savaşı Avrupalılar kazandı. Amerika’ya karşı piliç savaşını kazandılar. Bu da, tabii, yeni bir oluşum başlaması fikrini canlandırdı. Onun için mesela Sovyetler Birliği çökmeden önce “Euro Komünizm” diye bir laf vardı: Avrupa komünizmi. Sovyet Komünizmi’ni reddeden, Amerikan Emperyalizmi’ni reddeden, Avrupa’ya mahsus bir komünist hareket! Ama bu işlerin ne kadar dandik olduğu Sovyetler Birliği çökünce anlaşıldı. “Euro Komünizm” de buharlaşıp gitti.
 Başımıza daha kötü şeyler gelmesi için bizim şu anda sahte kötülüklere cephe almamızı sağlamak istiyorlar. Başımıza daha kötü şeyler gelsin diye bize kötü diye gösterdikleri şey: sigarayı bırakacakmışız. Ben 2000 yılının 14 Temmuz’unda sigarayı bıraktım. Hâlâ içmiyorum. Sigara içmeyi kimseye tavsiye etmem. Sigara düşmanlığı… Aslında bir kere birinin sorması lâzım: Acaba sigara düşmanlığı uyuşturucudan para kazananların tezgâhı mı? Çünkü çok yaygın bir sigarayla tatmin, uyuşturucu tüketimini asgariye indirebilir.
 
İstiklâl Marşı Derneği üyeleri olarak kim olduğumuzu dünyaya Gaziantep Şubemizden, Urfalı Murat arkadaşımızın bulduğu tarifle duyurmak istedik. Antep şubemiz açıldığı sırada üyelerimizden birisi dedi ki “Biz Uhud’da yerini terk etmeyen okçularız.” Uhud’da bir savaş oldu. Rasulullah onlara demişti ki “Leş yiyen kuşların üzerimize üşüştüğünü görseniz bile yerinizi terk etmeyin!” Onlar da baktılar ki kâfir kaçıyor, biraz da “ganimet yakalayalım” diye yerlerini terk ettiler. Ve onları tarassut altında bulunduran Halid Bin Velid bindi tepelerine ve o iş öyle oldu. Eğer Uhud’da yerini terk etmeyen okçular varsa işte biz onlarız. Bunun manası şudur: Biz tevekkül etmiş insanlarız. Allah’ın ve O’nun kulu ve rasulü olan Muhammed’in (s.a.v) bize “Şöyle yapacaksınız” veya “Şöyle yapmayacaksınız” dediği şeyi hiçbir fiyat karşılığında feda etmemek üzere İstiklâl Marşı Derneği’nde bulunuyoruz. Sadece varlık sebebimiz Allah’ın emrine ve Peygamberin kavline riayet etmektir. Benim bu başlıkta bir Bursa konuşmam oldu. Neden kız isterken Allah’ın emri, Peygamberin kavli denir? Çünkü evlenmek demek o evliliğin bir sonucunu görmek demektir. Bu da yeni bir insandır: Erkek veya dişi. Allah’ın emri Peygamberin kavli demek insanlığı idame ettirmeye yemin etmek demektir. Onun için biz de insanlığımızı, yani Türklüğümüzü idame ettirmek üzere İstiklâl Marşı Derneği’nde bulunuyoruz. Beş senedir bunu yaptık. Allah izin verirse daha etkili bir şekilde ve Türkiye’nin istikametinin değiştirileceği güne kadar ve ondan sonra da işimizi ihmal etmeyeceğiz.
 
17 Mart 2012, Ankara