HEGEMONYADAN SÖZ EDERSEK
İSMET ÖZEL
.

Antonio Gramsci komünistlerin yeryüzüne kapitalizmin yaydığı hegemonyadan kurtulmaları için bir başka ve daha üstün değerde, sermayenin değil de emeğin baş tacı edildiği bir hegemonya ihdas etmelerini önerir. Gramsci diline niçin hegemonyanın bizatihi kendisini değil de kapitalizmin yaydığı hegemonyayı yok etmeği dolamıştır? Çünkü o bir insan hayatının hegemonya olmaksızın idame edemeyeceğini bilir. Aristoteles’in “zoon politikon” tabiriyle tarif ettiği insan diğer insanlarla kendi varlığı itibariyle kurduğu “consensus” olmadan yaşayamaz. İnsan bir manav dükkânının önünden geçerken canının çektiği bir meyve veya sebzeyi niçin kapıp yemiyor veya yiyemiyor? Gramsci’ nin dünyasında hegemonya bu suale cevap teşkil edecek uzlaşmadan başka bir şey değildir.

Komünistler modern çağda niçin arzulanan hegemonyayı ihdas edemedi? Niçin kendini XX. Hıristiyan yüzyılının başlangıç yıllarında dünyanın umudu ilân eden SSCB’nin ömrü bir yüz yıla bile ulaşamadı? Her iki sualin de cevabı çok kolay anlaşılabilir: Çünkü hem kapitalizm, hem de komünizm yayılma hızını “Avrupa Aydınlanmasından” almıştır. Tarihe Müslüman gözüyle bakıldığında gerek kapitalizmin ve gerekse komünizmin kendisine “Hakk’ı yerinden etmek”ten başka bir mazeret bulamayacağı görülür. Bunun yanı sıra Gramsci’ nin kapitalizmin bütün dünyayı ihata eden bir hegemonya ihdas ettiği görüşü isabetlidir. İsabetsiz olan kapitalizmin hasmının komünizm olduğu, yani bir tür materyalizmi başka bir tür materyalizmin mağlup edeceğidir.

Lenin Afganistan’a İngilizlerin demiryolu döşedikleri haberine hayıflanmamış; bu haber üzerine “Şirket onlarınsa işçiler de bizim” cevabını vermiştir. Hadisenin gerçekleşmesi belki Kopernik devrimiyle, belki de coğrafya kitaplarına “Büyük Keşifler” başlığıyla geçen vakıayla başlar. Eğer periferiden, yani çevre topraklarından merkeze, yani metropole ham madde akışı başlamamış ve sanayileşme sebebiyle Avrupa yeni bir hayat yolu açmamış olsaydı kapitalizmin hegemonyası yerküreye yayılmayacaktı. “Batı Medeniyeti” algısını yaratan müstemlekecilikten başka bir şey değildir. Karl Marx komünist ihtilâlin ileri derecede sanayileşmiş ülkelerde, muhtemelen Britanya’da gerçekleşeceği kanısındaydı. İhtilâl Rusya’da patlak verince komünistler kendilerini “Sistem en zayıf noktasından koptu” avuntusuyla teskin etti.

Görüyorsunuz ki mesele insanın kendini teskin etmesi sahasına girince ele aldığınız kavramı önünden arkasından, sağından solundan kırparak bulunmayacak çare yok. Teskin olmak bizim hayatımıza katkı sağlıyorsa bunun en kestirme yolu bizi kapitalizmin hegemonyasına sığınmağa götürür. “Tarih öldü” veya modernizmin savunulacak bir yanı kalmadığında “artık post-modern çağda yaşıyoruz” deyiveririz. Oysa ölen tarih değil hâkim sınıfların ideologisidir. Gelen çağ post-modern çağ değil, modernliğin her yönüyle mahkûm kılınması gereken çağdır. Yerine neyin konulacağını bildikleri ve/veya bilmedikleri için olsa gerek modernizmi mahkûm etmeği kimsenin göze almadığı anlaşılıyor. Tarihi öldürme hevesine kapılanlar aynı zamanda kapitalizmin insan tabiatına en uygun düzen olduğu fikrine kaziye-i muhkeme vasfı kazandırmak isteyenlerdir. Post-modernliğin kabulünü savunanlar özü itibariyle modernliği savunduklarını gizleme gayesi güdüyor.

Bu duruma bakıp varoluşumuzu izhar etmek istediğimizde karşımıza iki ucu da pis bir değnek bırakıldığı vehmine kapılmayın. Varoluşumuzu ortaya çıkarmak için her çağda ve her yerde elimizdeki imkân İslâm’dır. Bireyin mesuliyetini dışarda bırakarak İslâm’a giremezsiniz. Ne demek bireyin mesuliyeti? Bu sualin cevabına ulaştığımız zaman Yahudilerden ve Hıristiyanlardan nerede ayrıldığımızın açıklığına kavuşmuş oluruz. Müslüman olmayanlar bireyi ve toplumu birbirine uyum sağlayamayan iki unsur olarak görür. Müslümanlık ise hem bireyin, hem de toplumun birbirlerine uyum sağladıkları nispette yüceldiklerini dile getiren bir öğretidir. Mahatma Gandi’ye “Batı Medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sormuşlar. O da “Harikulâde bir fikir!” diye cevap vermiş. Çünkü Gandi Batı Medeniyeti’nin müstemlekecilik vasıtasıyla türetilmiş bir sanrı olduğunu çoğumuzdan daha iyi biliyor.

Sermaye düzeni hâkimiyet kurduğu her sahada kendi yetkesine zarar veren her şeyi yıkarak ancak nefes alabiliyor. Önce Avrupa’nın ötekisinin Türkler olduğunu aklımızdan hiç çıkarmayalım. Türklüğün de bir ırk, bir kültür meselesi olmayıp bir karakter meselesi olduğu müktesebatımız olsun. Avrupa kendi ölçüleri hesabına yükselme dönemini yaşarken hasmı Osmanlı Devleti idi. Avrupalının Avrupalıyla çatışması müstemlekeci siyasetin meyvesini vermesi neticesinde şiddetlendi. Avrupalının (Buna Britanya da dâhil) idrak ettiği her safhada Türkler toplum dayanakları itibariyle Avrupalıya hem uzak, hem zıt durdu. Uzaklık ve zıtlık devlet politikası bakımından değildi. Avrupalının Türk’ten farkı toplumun içinde kökleşmiş bir “consensus”, bir hegemonya itibariyle idi. Türk demek akşam evine dönerken üstünü yoklayıp üzerinde ne miktar para kaldıysa onu tasadduk ederek hanesine tertemiz giren Rasulullah’ın ümmeti olmaya liyakat kesp etmiş insan demekti. III. Selim saltanatından bu yana devlet politikaları Türkleri köklerinden koparma yönünde yürütüldü. Dünya Sistemi bu bakımdan ne kadar başarılı oldu? Bu suale cevap teşkil edecek hiçbir veri yok elimde. Oysa Türk düşmanlarının gayelerine erişme ısrarlarına gün be gün şahit oluyoruz.

İsmet Özel, 23 Rebiülahir 1447 (15 Ekim 2025)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.