OLMAK VEYA OLMAMAK
İSMET ÖZEL
.

“To be or not to be, that’s the question.” Danimarka prensi Hamlet’in eline insan kurukafasını almış olduğu halde sarf ettiği bu sözü şöyle tercüme edebiliriz: Olmak veya olmamak, bütün mesele budur. Cesur olmaktan, usta olmaktan, efendi olmaktan, sadık olmaktan bahsetmiyor prens, doğrudan doğruya dünyada olup olmamaktan bahsediyor. Bu Âdem’in yaratılması akabinde doğan meseledir.  II. Cihan Harbi sonrasında eski dünyanın bütün fazlalıklarından kendini arındırarak mutlak bir mali hegemonya kılığında bizi itaate zorlayan Dünya Sistemi’nin de ahlâkı budur. Dünya Sistemi diyeceğim yerde küfür kelimesini kullansaydım hata mı etmiş olurdum. Hayır, çünkü tek dünyalılık küfrün beslendiği en gür kaynaktır. Yaşayıp yaşamadığı tartışma konusu olan William Shakespeare Britanya’daki en yüksek tabakanın fikrî yapısını yani tek dünyalılığı temsil etmeğe dönük şeyler yazdı. Yazdıkları hepimize birer edebiyat şaheseri olarak kabul ettirildi. Shakespeare’in tiyatro eserlerinin tamamının tarihten veya efsanelerden alındığına dikkat etmedik.  

Bir meleğin nasıl olup da şeytanlaştığını hatırlayın. Biz Müslümanlar ona balçıktan yaratılmış olana secde etmeği reddettiği için şeytan diyoruz. Kendi mayasının nur veya nar, yani ışık olduğunu ileri sürerek tozdan, topraktan halk edilmiş olana itaati düşüklük sayıyordu şeytan. Ne var ki, unuttuğu bir husus vardı: Allah Âdem’e cümle yaratıkların adlarını öğretmişti. Yaratıkların adlarını öğrenmekle XVIII. Hıristiyan yüzyılında Avrupa’da yaygınlaşan aydınlanmanın birbirine eşit olmadığını fark etmemiz gerekiyor. Aydınlanma için ışığın her nasılsa size ulaşması kâfidir. Ona metafizik bir beklenti de diyebiliriz. Oysa karşımıza gelişmenin bir cüzü olarak çıkan öğrenme, tamamen öğrencinin çabasıyla kayıtlıdır. Faust Goethe’nin parlak bir eseridir ve fakat dayandığı insanın dünya hâkimiyeti mukabili ruhunu şeytana sattığı tezi tarihin bize öğrettikleriyle uyuşmaz. Batı ruhunu şeytana sattığı için değil, bizatihi şeytanlaştığı, beyaz ırkın üstünlüğü fikrini kendinde sabitleştirdiği için yerkürede hâkimiyet kurmuştur.

Gerçek kurtuluşun iliklerimize kadar işlemiş Batı tasallutundan kurtulmak suretiyle vuku bulacağını iddia ediyoruz. Nasıl olacak bu? Batı Medeniyeti karşısında İslâm Medeniyeti’nin yer aldığı tezi tutarlı mı? Değil, çünkü Batı yükselmek için ihtiyaç duyduğu her şeyi Doğu’dan devşirmiştir demek müstemlekecilik dâhil Batı’nın işlediği her suça ortaklığı peşinen kabul etmek anlamına gelir. Avrupa keşfettiğini iddia ettiği yerleri bu küçük kıtanın hükümdarları adına istimlâk etti. Böylece kapitalizmi şaha kaldıran müstemlekecilik başlamış oldu. Türkler dünyadaki her kötü niyetli kimsenin düşmanlığını bu suçu işlemedikleri için celp etti. Bugün Türkiye’de duvar yazısı olarak “Zulüm 1453’te başladı” cümlesini görebiliyoruz. Gerçekten öyle mi oldu; yoksa Fatih Sultan Mehmet bir Rönesans prensi olarak dünyaya Avrupa’daki işleyişten farklı bir yönetim tarzı mı teklif ediyordu? Bence gerçekleşen ikincisidir; ama Osmanlı devlet ricali elindekinin kıymetinden habersiz kalma bakımından yerkürenin en dikkate değer zümresi şeklini almağı tercih etti. Tepeden inmeciliğin Türk toplumunun uğradığı felâket sanmak ahmakçadır. Tepede kim var ona bakmak lâzım. Nasıl oluyor da bir “gâvur padişah” Türk toplumunun başında kendine yer bulabiliyor?

Muhasebeyi geçmiş hatalara yeniden düşmek kastıyla yürütmek muhasebe değildir. Toplum hayatında neyin eksi, neyin artı olduğunun bilincine varmak elzemdir. Bu bilinç milletimize kaybederek kazanma fikriyle ulaşabilir. Ne demek kaybederek kazanmak? Nerede sıradan halk bilinçlenmişse orada millî şuur doğmuştur. Aynı cümlede hem bilinç, hem de şuur kelimesini kullandım. Bilerek yaptım bunu. Bu iki kelimenin biri diğerinin yerini tutmuyor çünkü. Halkın bilinçlenmesi toplumu millî şuura götürür. Oysa tersi olmaz. Millî şuur gereği gösterildiği iddia edilen (Türk bayrağının zemininin niçin kızıl olduğunun açıklanamaması gibi) yapaylıklar halkı bilinçlendirmez. Halkın bilinçlenmesinden ne anlaşılacağını fark etmek için Rusya’ya bakmak lâzım. Rusya’da halkın hayatı dediğimiz her ne ise onu doğrudan etkileyen bir tahsil hayatı var. Bu hayat komünizme özenen yönetim tarafından değil, çarlık Rusya’sı tarafından tesis edildi. Osmanlı devletini yaralı adam benzetmesine uğratan Çar I. Nikolay “Kölelerin kendilerini kurtarmağa yarar araçları yok. Rusya’dan köleliğin kalkmasını istiyorsak kölelere kendi kurtuluşları adına yardım etmeliyiz” demişti. Halkın bilinçlenmesi esrarlı bir şey değildir. Sırrı eğitimin millet lehine ıslahı çözmüştür. Eğitimin hangi bahiste yapıldığı hiç önemli değildir. Öğrenmeği doğru taraftan öğrenmiş olan öğretmeği de bilir.

Türk millî eğitimi cumhuriyet idaresinin yegâne dayanağıydı. Niçin önem veriliyordu eğitime? Çünkü inkılâplar karşısında İstiklâl Harbi verdiğimiz gücün tebciline müteveccihti. Eğer kendilerine inkılâpların emanet edildiği gençler sıkı bir eğitimden geçirilmezler ise medeniyetin Türk milletiyle alay ettiği kolayca ortaya çıkacaktı. Bu sebeple eğitimin her seviyesi ciddiye alınıyordu. İlk beş sene mecburî idi. Mecburen gittiğiniz mektepte sınıfta kalma tehlikesi de sizi bekliyordu. Beş senenin sonunda acımasız bir imtihandan geçirilen öğrenciler “İmtihanın şiddetinden dalgalandı Akdeniz” diyorlardı. İlk mektep “şahadetnamesi” elde edenler devlet dairelerine müstahdem olarak alınma hakkına sahipti. Orta mektep mezunları kadrolu devlet memuru olabiliyordu. Lise 1953 yılında üç seneye indirilmeden önce 4 seneydi ve mezuniyetinden sonra “olgunluk” sınavı verenler üniversiteye kaydolabiliyordu.

Milâdî 1953 yılı millî eğitim bakımından dikkate değerdir. O yıl lise mezunlarının olgunluk sınavı yok edildi ve lise tahsili 4 yıldan üç yıla indi. Lise mezunlarının yedek subaylık hakkı ise 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin bir marifeti olarak ortadan kaldırıldı. Lise sonrası eğitimde kargaşa o zamanda patlak verdi. Erat içinde askerlik yapmağı yakışıksız bulanlar çareyi kapağı bir üniversiteye atmada aradı. Türk gençlerinin sıkı bir eğitimden geçmesinin kendi ikballerine zarar vereceğine inananlar pes etmedi. Eğitimin öğrenci hareketleri sebebiyle sarsıntı geçirdiği yıllarda en büyük zarar gören yüksekokullar öğretmen yetiştiren kuruluşlardı. Bugün ne öğrettiğinden habersiz elemanlarla tıka basa dolu öğretim kurumlarımız var. Oysa cumhuriyetin ilânını takip eden yıllarda ders kitaplarının, diyelim ki, bu bir kimya kitabı olsun, yazarının adı kapakta yer alırdı. Yazarın adının altında şöyle bir açıklama kimseyi şaşırtmazdı: Kabataş Lisesi kimya öğretmeni. Bugün de ders kitaplarının hazırlanmasında öğretmenlerinin payı olduğunu biliyoruz; ama kitaplardaki muhtemel hataların sorumluluğunu almağa yanaşan hiç kimse yok. Daha çok kapsamlı sınavlarda suallerin çalınıp çalınmadığıyla uğraşılıyor. Bunun bile ciddiyetinden emin değilim.

İsmet Özel, 29 Muharrem 1445 (16 Ağustos 2023)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.