İSMET ÖZEL KİTAPLARI
Sevmek ve söylemek… Şahsiyet terazimizin bir kefesine sevmeği koyarsak, sıra diğer kefeye söylemeği koymaya gelir. Tersini yapmağa kalkışırsak şahsiyet bakımından fukaralığımızı göstermiş oluruz. “Hele bir sevdiğimizi söyleyelim, sonra sıra sevmenin kendisine gelecektir” dersek eğer zırvalamış oluruz. Bir olgunun dışa vurumu ile aynı olgunun dile getirilmesi arasında netameli bir mesafe var. Bizim “dünya olayları” dediğimiz şeylerin hepsi bu mesafe dolayısıyladır.
Hadis-i Şerif'ten eğer birini seviyorsak bunu ona, o sevilen kişiye söylememiz gerektiği emrini alıyoruz. Varoluş sevgiyle başlar. Sevmenin ve sevdiğini sevilen kişiye söylemenin birbirini takip edişi varoluşumuzun mihveridir. Dünyada II. Cihan Harbi sonrasında cazibesini artıran varoluş felsefesinin taraftarları şunu söyler: Dünya olduğu gibi vardır (The World is), Tanrı olduğu gibi vardır (God is); ama insan var olur (but the man exists). Yani var olma süreci diye bir şey varsa, bu insan olmağa, insanlaşmağa mahsustur. Avrupa’da doğup Avrupa’da dallanıp budaklanan bir “insanın özü” meselesi vardır. Avrupalı şahsiyetine ve emeğine yabancılaşmamış bir insan tahayyül eder. Avrupalıya göre görev Antik çağdan beri insanın özünü mahpustan çıkarmağa müteveccihtir. Oysa özün biçime galebe çalacağı hususunda Avrupa’da doğup bütün dünyaya sirayet eden yaklaşım temelden yanlıştır.
Ömrümüz her ne kadar yanlışlıkların irtibatından örülü bir ortamda geçiyor olsa da bu durum bizi, kişiliğine kıymet atfeden herkesi yanlışlıklara boyun eğer bir konuma sürüklemez. Eğer içimizde sadece Allah’a kulluk edecek ve sadece Allah’tan yardım dileyecek kadar temiz bir saha kaldıysa yanlışlık bizden hak ettiği müdahaleyi görecektir. Kur’an hak ile bâtılı birbirinden ayırdığı için aynı zamanda Furkan’dır. Bu ayırımın bilincine eren herkes tarafını seçmiş olur. Sevme fiilinden ne anlamamız gerektiğini de bize Kur’an öğretir. Seven kişi üzerine mesuliyet alandır. Mesuliyet hissi ise ayırım yapabilenlerin tekelindedir. Banka kurmamızı, hayır kurumları ihdas etmemizi şart koşan Batılılaşma her merhalede bizden bir biçim değişikliği yapmamızı istedi. Önce başımıza fesi, yani püsküllü belayı geçirdik. Sonra yüzyıllar boyunca ikrah ettiğimiz şeyi, şapkayı başımızın üstüne koyduk. Eğer Türklerin okur-yazarlığı Latin alfabesi kaydı altına alınmasaydı millet olarak Milâttan sonra 1928’den itibaren başımıza ne gelecekti bilmiyoruz. Latin alfabesini resmen kabul edişimizin başımıza neler getirdiğini biliyor muyuz acaba?
Bilmiyoruz ve bilmemizin yolu veya yolları da tıkalıdır. Batılı sayılma kaygısı bilgiye giden yolu tıkamayı bilginin kendisi olduğu yanılgısına kapılmamıza sebep olmuştur. Milattan sonra 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Millet Meclisi kendine gaye olarak Müttefiklerin eline esir düşmüş Halife-Padişahı esaretten kurtarmağı seçmişti. Nereden nereye geldik? Kim bizi nereden nereye getirdi? Nesiller boyunca bir cehaletten diğerine savrulmağı marifet sanıyoruz. Niçin oluyor bu? Çünkü gayri-Müslimlerin çoğunluğu yasak meyveyi ısırmamızın ilk günahı işlememiz olduğunu sanıyor. Oysa ilk ve asıl günahı insan değil, İblis işlemiştir. Şeytana göre ateşten yaratılmak topraktan yaratılmağa evlâdır ve dolayısıyla üstün öz düşük öze secde etmeyecektir. İnsanın balçıktan yaratılması insanlık macerasının bir yorumudur. Bu yoruma istinat ederek dünyadaki mali sermaye hâkimiyetine son vereceğiz. Biz Türkler “bana rahmet yerden yağar” diyen şairin ahfâdıyız.
Tekrar edelim: Sevmek bizi var oluşun mihverine sevk eder. Seviyormuş gibi yapmak ise insanı sevginin aslından uzaklaştırır. Bizi Türk yapan şeyin bir tavır olduğunu hatırlayalım. Tarih atlasında “İslâm’ın yayılışı” başlıklı sayfaya bakın: Orada bugünkü Türkeli topraklarını bir İslâm beldesi olarak değil, Doğu Roma yani Bizans olarak görürsünüz. Türk tavrı dediğimiz şeyi Diyar-ı Rûm’un Dar-ül İslâm şekline çevrilmesi belirgin kılmıştır. Dikkatimizi milletlerin ortaya çıkışına çevirirsek itikadın bir milli değer olarak yüceltilmesi sahasında sadece Türkleri görürüz. Türkeli’ni Türk, Türk’ü Türkeli yapmıştır deyişimiz vecize üretme hatırına değildir. Milletin nabız vuruşları merkezi otoritenin gücüne yüzyıllar boyunca güç kattı. Hayrete mucip olacaktır; ama bilin ki, bu toprakların insanı birlikteliği türkülerde bulmuştur. Devran dönecek ve Türküler milli birlik ateşini yeniden tutuşturacak mıdır? Ortada bu suali cevaplandırma yeteneği gösteren bir babayiğit göremiyorum. Ortada çok seslendirilmiş türküler depremiyle hasar görmüş bir enkaz var.
İsmet Özel, 6 Şaban 1446 (5 Şubat 2025)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün