ONLARA VAR OLMA HAKKI TANIRMIŞ GİBİ YAP

Müstemleke ahalisinin hükümranlıktan bunca yıl mahrum bırakılışına nasıl tahammül ettiğine hayret ederdim. Türk milletinin bağımsızlık ve başına buyrukluk hesabına hangi cepheleri ayakta tuttuğunu bilmesem bile taviz vermeden mesafe kat ettiğine hayranlık duyardım. Yıllar ilerledikçe kendimi avuttuğumu anladım. Avuntuya kaçışımda bir zaaf yoktu. Çünkü bu ben doğmadan yıllar önce ayarlanmış bir vakıa idi. Türk milletinin neyi nasıl düşüneceği Avrupalıların ve bilhassa Vatikan’ın hassasiyetle yürüttüğü bir işti. Eğer Türklere boyun eğdirmek istiyorsanız bunun ön şartı onlara var olma hakkı tanırmış gibi yapmanızdı. Bu sebeple akla çakılması gereken gerçek Türk hayatının başta demokrasi olmak üzere markası Batı Medeniyeti tarafından belirlenmiş hiçbir modadan istifade edemeyeceği idi. Eder sanılmasının sebebini Türk milletinin zincirler altında nefsini müdafaa edeceği zannıyla yaşamasında bulabilirsiniz. Ezikliğin üstüne bir yeni eziklik ekleniyor. Bizler bilhassa cumhuriyet yıllarında tartışıyorsak ezikliklerden hangisinin hayra alamet olacağı üzerine tartışıyoruz. Cumhuriyet idaresi sırasında aydınlar için bir zamanlar ki bu zamanları bilhassa 27 Mayıs 1960 öncesine hasredebiliriz, meyhane zamanlarıydı. Meyhane ahalisi kafası iyiyken vatan kurtarırdı. Bu bir şaka olsun diye sarf edilmiş bir söz idi elbette; ama her şakanın altında bir hakikatin gizlendiğini akıldan çıkarmayalım. Yani meyhane ahalisi hiçbir aklı başında insanın söyleyeceği şeyleri söylemezdi.     

Meyhane ahalisinin aklını taktığı şey hür bir milletin aklını takacağı şeydi. Bu şey kurtarılmış vatanın fertlerinin hayatlarına taalluk ediyordu. Bu şeyi meyhane dışında ağzınıza almanız ya fişlenmeniz veya hapsi boylamanızla sonuçlanıyordu. Neden? Çünkü millî hayata dair öyle şeyleri kabullenmiştiniz ki onları yeniden değerlendirmeğe tâbi tutmanız dünyalık toplu durumun istikametinin değişmesine bağlıydı. Kim, hangi millî varlık bu değiştirmeğe tevessül edecekti? Türkler modernlik propagandası sebebiyle aşağılık duygusuna gömülmüş halde yaşamağı nimet biliyordu. Bu halden çıkmaları, bu hali kıyasıya eleştirmelerinin ön şartı kendine güvendi. Dünyadaki ekonomik çarkı çevirenler Türklerin en iyi durumunun dönen çarkın gıcırtı çıkarmasını önleme başarısında saklı olduğunu düşünürdü. Demokrat Partililer Türkiye’nin ABD ile tütün ve pamuk hususunda rekabete koyulmasında bir kurtuluş kapısı buldukları avuntusuna kendilerini kaptırmışlardı.  ABD’den traktörler, biçerdöverler ithal edilmesi bu sebebe mebni idi.

Cismanî varlıkları itibariyle kendine güvenen Türkler var mı? Cevabı kolay yakalanabilir bir sual değil bu. Niçin bu suali Müslüman cesameti var mı şekline sokamıyoruz? Çünkü Katolikler var mı, Ortodokslar var mı, Gregoryenler var mı, Protestanlar var mı gibi bir sual tertip etmemiz mümkün değil de ondan. Saydıklarıma Hıristiyanlığın mezhepleri deyip geçmek mümkün; ama bu imkâna alıcı gözle bakmıyoruz. Papa’nın kaç tümeni olduğunu merak eden Stalin idi. Dünyanın sürüklenerek getirildiği yere bakıp Rusya’nın elinde kaç tümeni olduğunu merak konusu edemiyoruz. Türklerin elinde işe yarar sadece bir tümen olması bile küfrün bugün en yakıcı derdidir. Yönetimi Protestanların elinde olan şirketler her hangi bir tümenden daha müessir durumdadır. Madem şirket tümenden daha etkilidir o halde gücümüzü etkisine engel olunamayan şirketlere harcarsak kurtuluş formülünü ele geçirmiş olur muyuz? Olamayız. XX. yüzyılın sonlarında izahat kısmında İran ve Sudan kelimeleri geçen uluslararası para havalelerine el konulduğuna bizzat şahidim. El koyan meblağın da üstüne yatıyordu. 

İçte ve dışta İslâm düşmanlığından öyle etkilendik ki, siyasi bir teşkilata ve askeri bir güce sahip bir Türk yurdu bizim için her şeydi. Türklerin başına neler geldiyse üç kıtada bu akıl almaz katliamlar hiç kimseyi, Türkleri bile canlanmağa sürüklememişti. Neden? Çünkü tarih içinde insanların yüzüne ayna tutan Türklerden başkası değildi. O saf ve temiz kalpli insanlar, insanların yüzüne ayna tutan Türkler şimdi mezarlarındadır. Şimdi elimizdekiler aklı olan gâvurlardan başkaları değildir. Ne olduysa oldu ve İstiklâl Harbi vasıtasıyla bütün düşmanlarımızın ağzının payını vermiş olmamız 1923’ten 1960’a otuz yedi sene Türk olmanın tadından haberdar olarak bizi yaşattı. Türklerin ilk ve son başvekili üzerinde yaşadığımız toprakların hak edilmiş Türk vatanı olduğu inancıyla öldü. Türk olmanın tadı gün gelecek kaybettiklerimizin hepsini geri alacağımız beklentisinden ibaretti. 1957’de Adnan Menderes’in yüksek rütbeli subayların yüzüne karşı “Sizin şövalye burunlarınızı kıracağım. Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim” dediği dilden dile dolaşıyordu. Aynı adamın DP grubuna hitaben “Muhterem heyetiniz Hilâfeti de geri getirebilir” dediği biliniyordu. Menderes’in asılmasına sebep olan daha yüzlerce olay zikredilebilir. Türk toplumunun teşkilat bakımından üstünlüğüne olan imanı susarak geçiştirilebilir cinsten değildir.

Türk milletinin akıbeti hakkında hiçbir şey susarak geçiştirilemez. Önce bilmemiz gereken şey Türk milliyetçisinin Dünya Sistemi’ne hiçbir borcu olmadığıdır. Korkulan şey Türklerin hafızasında Dünya Sistemi ile hesaplaşmanın tıpkı Haçlı Seferleri sırasında olduğu gibi canlanacağıdır. Hesaplaşma Asr-ı Saadet’te başlamış ve Türk milletinin doğuşu sebebiyle yatağına oturmuştur. Bu hesaplaşmayı hayatının merkezine yerleştirmeyenin kıldığı namaz, tuttuğu oruç değildir. Hem ayan, hem beyan olması beklenen şey namazın küfrü hasım saydığı, orucun küfrü aşağıladığıdır. Türk topraklarını haraca kesen kâfirler “Hangi zamanda yaşıyoruz?” sualini dinden medet umulamayacağı fikrine yer açmak üzere soruyor. Oysa I. Cihan Harbi’nde savaşa girmeğe kötü gözle bakanlara “Siz Hıristiyan değil misiniz?” sualini tevcih eden İngilizlerdi. Aynı İngilizler Anadolu’dan en büyük payı İtalyanlara verecekleri vaadinden yan çizerek bir millî husumeti üzerlerine çekmişlerdi. Faşist İtalya’da sadece iki Britanyalının eserlerinin tiyatroda sergilenmesine cevaz verilmişti. Bunlardan birinin Shakespeare olduğuna hayret etmiyoruz. Diğeri kimdi peki? Afrika’daki savaşta İtalyanların mı, Habeşlerin mi tarafını tutuyorsunuz sualine: “Elbette İtalyanların, çünkü eserlerimi oynayan onlar” cevabını uygun gören George Bernard Shaw idi.

İsmet Özel, 20 Şevval 1441 (12 Haziran 2020)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.