MUKADDEME 8

Kendimi söze konu etmekten, giderek öne çıkarmaktan geri durmuyorum. Buna bir şeyin heba edilmesine gönlüm razı olmadığı için tevessül ediyorum; zira aklımın bir şeylere erdiği günden itibaren yaptığımı ne ferdî, ne de içtimaî istiğrak halinde kendimden geçerek yaptım. Halen diken üstünde ömrümü tamamlama safhasındayım. Beni diken üstünde, istim üstünde tutan şuur delisi olma faraziyesi bile olsa hep içimden dalıp gidip şuursuzca işler yapmak geçiyor. Bunu yapmağı çok istiyorum; akıl baliğ olduğum günlerden itibaren hep bunu yapmak istedim; ama hiçbir çağımda bir türlü yapamadım. Kendimden geçemedim. Şiiri de kendimden geçip yazamadığım gibi kendimi şiir yazmağa kaptıramadım, yazma faaliyetinin müptelası olamadım. 

Şiirlerimin kâffesi kimseye “Bunu yazmasa da olurdu” dedirtmeyecek şeylerdir. Çünkü şiiri hayatımın meselesi haline getirişimden itibaren bir üslûp tutturarak işin içinden çıkma yolunu benimsemedim. Her şiirim o şiiri dokuduğum tezgâhın inşa edilişinin mahsulüdür. Şiirlerim arasındaki karakter irtibatı tezgâha da, tezgâhta dokunmuşa da aynı elin emek vermesiyle mahduttur. Her şiiri o şiirin, bilhassa o şiirin, yalnızca o şiirin gerektirdiği zihin çerçevesi içinde yazdım. Yazmak zorunda kaldım. Durumun bu olmasına rağmen yazmaktan geri durmayışım hiç şüphesiz kendimi bencilce sevişimin bir sonucudur. 

Kendim demek mücerret bir şey değildir. İlk ağızda kendime anlam veren ömrüm olduğu müddetçe üzerinde yaşadığım ve ömrüm sona erdikten sonra altına gireceğim topraklardır. Kendim oluyorsam Türk topraklarıyla kendim oluyorum. Kendim oluş bu kadarla bitiyor mu? Hayır, varsa yerim, irapta mahallim varsa, bu netameli yer tek boyutlu kimseler zümresi arasında bir yer olduğu sayılmasın. Kendimceliğin bir de ikinci ağzı var. İkinci ağızda onlar var. Hareket halinde oluşuma sebep olan, beni fail kılan onlar, o tek boyutlulardır. Onlardır ve onların farklı kademelerinde bulunan diğerleridir benim ikinci boyutumu teşkil edenler. Onlar merkezden muhite mekân ve zaman itibariyle birlikte ve yanyana yaşadığım bütün insanlardır. Yersizlikten ve kimsesizlikten helâk oluş belâsından kaçışa meydan vererek yaşamış ve yaşamakta olan herkesin düştüğü vaziyet bundan başka bir şey değildir.

Lâfı evirip çevirip “Kendimi Türkiye ile buluyorum. Türkiye’ye ulaşmak kendime gelmem demektir.” minvalinde şiarlara mı getireceğim? Başvuracak mıyım bu hileye? Merakımızı her şeyden önce yukarıda tırnak içine aldığım hükümlerdeki doğruluk payını merak ederek giderelim. Türk topraklarını, Türk vatanını “Türkiye” diye adlandırmak yerinde bir tutum mudur? Niçin İtalya, Patagonya der gibi Türkiya denmiyor da, İstinye, fasulye dermiş gibi Türkiye deniyor? Kim borusunu Türk topraklarında öttürebildiği için bu böyle? Borusunu biz Türklere öttürenleri vakit kaybetmeden tanıyalım. Bilelim ki, biz Türklere kendi topraklarımızda yukardan bakanlar cebren ve hile ile söz geçiriyor. Vakti zamanında Saray’a faizle borç veren Galata Bankerlerinin hiçbiri bugün adını koydukları ülkede meskûn değil. Türkeli’nde onların ahfadı bile yaşamıyor. Beri yandan onlara faiziyle borçlanmaktan fütur eylemezlerin Sarayının ne halde olduğunu merak eden ise kalmadı.

Nasıl gerçekleşti bu tükeniş? Edebiyat tarihini tersinden okuyup yazmağı zaruri şekle sokan bu sualdir. Türkiye diyebilmemiz, Türkiye lâfzına, telâffuzuna, ibaresine merbut kılınışımız Türkiye Cumhuriyeti diyebilmemizle, biz Türklerin idare tarzının Avrupa kültürüne mahsus bir meşrutî monarşi değil de cumhuriyet olarak tespitiyle eş değerdedir. Sahipsizlerin sahibi olarak doğan cumhuriyetin doğduktan hemen sonra, 1924’te ebeleri eliyle nasıl boğulduğu ve canını beş sene sonra nasıl 1928’de teslim ettiği başlı başına bir meseledir.  

Meseleleri doğuran hak edişle hakkı teslim ediş arasındaki mesafedir. Bizden önce kim neyi hak etti? Biz onların neresinde yer aldık? Bizden sonrakilere nasıl bir yer bıraktık? Her birimize yaptığımız her şeyi yerinden edilmişlik ve hitaba müstahak birinden mahrum oluş yaptırmıştır. Bu bağlamda her ne kadar ahlâkın ve Türk vatanının iki ayrı şey olduğuna akıl erdiriyorsak da Türk topraklarının mücbir karakteriyle Türk milletinin akıbetinin müteradif hususiyetinden haberdar olmamız gerekiyor. Manzaradaki uyuşmazlık hakikatin katmanlardan teşekkül edişi sebebiyledir. Neye veya kime ihanet ettiğiniz, neyi veya kimi sadakate müstahak saydığınız ahlâk bahsine girer. Sınıf bilincine ermeden Türk vatanı hakkında tamamen cehalete gömüldüğünüz ise bir başka bahistir. Oysa beyan ile Türk haline gelmekle Türk milletine mensup olma arasındaki mesafeyi ne zaman kapatırsanız o zaman bizzat kendinizin Türk toprağına dönüştüğünü acıyla ve sevinçle görürsünüz.

İsmet Özel, 30 Kasım 2018


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.