DÖNÜŞÜMÜN ŞİİRİNDEN ŞİİRİN DÖNÜŞÜMÜNE

Kim olursak olalım hayatta kalabilmek için bir şeyleri sabitleyerek yaşarız. Tumturaklı insan sabiteleri dışardan fark edilmiş insan demektir. Kutup yıldızına Türklerin demir kazık adını takmaları boşuna değildir. Herkim orduya ve donanmaya sahip lehçeye dil demeği uygun görmüşse kimliğini edebiyata dayamamış dili de küçümseme hakkını elinde sanır. Diyelim ki öyle olsun. Eğer gerçekten varsa “edebiyat” değerini şiirde ispat eder. İnsanlığın bir halden diğerine geçmesinin şiirle alış verişini hesap dışı tutmuşsak varacak yerden olmuşuz demektir.  Homeros okumamış daha doğrusu kavme insan olma endişeleriyle dolu bir hayat bağışlayan destanların mesele saydığı şeyleri içine sindirmemiş bir Sokrates’in veya Platon’un bize ne söyleyebileceğini tasavvur edebiliriz? Türk ekonomisi, ticareti, Türk bürokrasisi birer dünya olarak sadece divan edebiyatından değil Karacoğlan’dan, Köroğlu’ndan mahrum kalsaydı bugüne erişir miydi? Bütün dünyanın hali de budur. Aydınlanmanın zihnimize zerk ettiği ilerleme ve evrim düşüncesi birer gerginlikti. Varlığının hazmı hiç kolay olmadığı halde modernliği gözden çıkaramayanlar post-modern tabirini icat ederek yola devam yolunu elden bırakmadı.

Bir şeyler devam ediyor; ama düşerek devam ediyor. Post-modernlik akademik hayatı ne kadar meşgul ederse etsin günlük hayatın düşüşüne bir çare değil. Alnı açık yaşamanın yolunun hükümranlıktan geçmediği fikri serpilip gelişmedikçe günlük hayat alçalmasını önleyemezler. Şiir günlük hayattaki hazineye delil olmaktan uzakta otağ kurmuşsa kimseye öte dünya fikrini izah edemezsiniz. İzahtan uzaklaşma insana ne yapar? Düşüşü normalleşme kılığına sokar. Oysa açıklama eylemi aynı zamanda yükseltici bir tutumu beraberinde getirir. Bir kavmin yükselmiş fertlerin denetimine bırakılmış olması o kavmin GSMH derecesinden yukarıda durur. Suçların sıklığı ve şiddeti harcanan para miktarını hayret edilecek yerlere götürür; ama bununla kimi kimin eline bıraktığınız ortaya çıkmaz. Yani post-modern söylemde aradığını bulamayanlar şöyle dursun bulanlar daha belalı işler çevirecektir. Çünkü bunun arkasından post-post modern devri gelmeyecek. Ağırlığını kolluk güçlerin taşıdığı bir sosyal hayat bizi bekliyorsa bunun rüşvetle işleyen bir mekanizmaya icbar edileceğimizin işareti sayabiliriz. Şiir fertlerin yükseliş göstergesi olabilir mi?

Bu suale cevabı şiirin kanlı canlı halinde bulabiliriz. Şiirin hayatiyeti yazıldığı dilin nüfuz gücüne kenetlidir. Bazı mısraların tekrarından umulan ne idi? Dünyanın sırları çözüldüğü için değil insan varlığımız sırlarla dokunulur hale geldiği için dikkati hak ediyoruz. Şiir insana kolayca ele geçen şeyler aracılığıyla aşkınlık verir. Aşkınlığın bir yükseliş olup olmadığı bizi yeni çabalar eşiğine getirir. Modernliğin varlığı ihmal edip şahsı parlatması karşısına şiirle çıkıldı. Baudelaire buna örnek oldu. Varlık ihmal edilmeği kaldıramaz. Pergelin yazmaz sivri ucu batacak yer arar. Sanatçının merkezi olarak bildiğimiz yer orasıdır. Dairenin merkezi hakkında bildiklerimiz bizim modern yaşayış biçimini algılayışımıza ışık tutar. Vahim olan vuku bulduğu gösterişli bir ifadeden ötede içimize sindirmekte güçlük çektiğimiz bir ifadedir. Hatalarımızı ne tamir, ne telâfi edebiliriz. Sanat eseri mükemmele niçin yönelir? Çünkü teselliye muhtaç olan sanatçıdan başkası değildir.  Teselli bulmak çözüme kavuşmak değildir. Ya nedir? Hiçbir Allah kulu ayak basılmamış bir toprak parçasına kavuşamayacağı için herkes kendinden önce çiğnenmiş toprağa kendinden önce ne verildiğine dikkat etmelidir. Bu yönüyle Amerika Birleşik Devletleri noksansız bir nobranlığı temsil ediyor. ABD şairleri de yüzüne bakılır şeyler yazmalarını af dileyen tavırlarına borçludur.           

Belki bu sebeple bu yazının başlığının şair olarak beni düşündürmesini teklif ediyorum. Dönüşümün şiirinden geçmek suretiyle şiirin dönüşümüne vardığımı söylemeğe kimin cesareti var? Her ne kadar hayatımı şiirin tazeliğine vakfetmiş biri olsam da hiçbir dönüşümün tutkunu olmadığımı iddia edebilirim. Kaderin cilvesi beni her siyasi kımıldanışın yeni ve müspet bir oluşumun habercisi gibi karşılamağa zorladı. Ben ilk mektebe kayıt olduğum yıl Demokrat Parti genel seçimleri kazandı. TBMM’yi hayrete sürükleyen bu gelişimin tarihi 14 Mayıs 1950’dir. On yıl sonra Türk tarihini kıskaç içine alan 27 Mayıs 1960 günü ise Lise ikinci sınıfta idim. Sonraki yarım asır boyunca zihnim kendi memleketimin diğer memleketler karşısındaki yeriyle meşgul oldu. Bunun beni heyecana gark ettiği yıllar içinde daha kolay anlaşıldı. Bu bir ülke merkezli tutum değildi. Kendi ülkemi esas sayıp her şeyi ülkemin varlığıyla ölçme havasına girmedim. Girecek bir alan yoktu çünkü. O havayı tutturacak bir hazırlığım yoktu. Tersine ise hiç heves etmedim. Bilakis şarkılarda, türkülerde sık sık işittiğim dünya denilen bir yerin varlığı ülkeme Türkiye denilmesine sebep olmuştu. Bir kelime olarak Türkiye kelimesine bu kadar çabuk neden alışıldı? Bir ülkeye mensup olmağı, daha da dokunaklısı bir ülkeye ait olmağı ne kadar ciddiye alsam isabetli olurdu? Hâsılı, ne benim ülkem düşüncemde eksen rolü oynuyordu, ne de bir başkasınınki. Şiir benim için tutunulmağa değer bir dünya haline girince yazdıklarımın dönüşüme ayak uyduranları ilgilendirdiğini düşünmeğe açıldım. 

Açıldım ve bu hiçbir millî tedbiri tanımayan açık denize vasıl olmama sebep olmadı. Oynanan oyunun hem dışında, hem de en ortasındaydım. İsmet Özel’i şiir olayının vazgeçilmezi saymak onun fikir dünyasını hesaba katmadan mümkün olamıyordu. Şiir sahasında fikriyat belirleyici miydi? Tezli bir şiir mi yazmış ve/veya yazma yoluna mı koyulmuştu İsmet Özel? Şiirlerimi onu öyle sanarak okuyanlar karaya oturdu. Modernliğin taşıma gücünü küçümseme işi yelkenle ve kürekle yol alanlara düştü desek yeridir. Suları yara yara ilerlemek modernlere mahsus değil. Tarih içinde biz Türkler tıpkı yelkenli, kürekli gemiler gibi suları yara yara ilerledik. Yardığımız sular yabancıların, ecnebilerin sularıydı. Geri çekilmemiz işlediğimiz hataların ceremesidir. Ahiret hesaba katılınca hiçbir sahici tarafı yoktur. İslâm’ın gerilemesini Napolyon’un Mısır’ı ele geçirmesiyle başlatanlar hata işlemedi. Bu tarzda gerileme daha XVI. yüzyılda yüzümüzü Batı’nın başarılarına çevirmezsek mahvımız yakındır diyenlere mahsustur. Osmanlı hanedanının gerilemesini bütün cemaate hasretme hatası o cemaatin hatasıdır.                

“Yeter söz milletindir” şiarının ömrü on yıl sürdü. Milletin sadakat sözünün kıymetini bilmesine 27 Mayıs 1960 hareketi yasaklama getirdi. Neden bunun, bu yasaklamanın millet olarak zamanında farkına varamadık? Çünkü sağcıların önüne nurlu ufuklar, solcuların önüne sosyalizm konmuştu. Türk milleti kendini öyle büyük imkânlara hazırlamalıydı ki, “Yeter söz milletindir” şiarına bir mugalata değeri biçilebilsin.

İsmet Özel, 13 Şevval 1441 (5 Haziran 2020)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.