MUKADDEME 12

Eklenebilir miyiz? Öyle düşünmüştüm. Ukalalık uzayında ilk adımlarımı attığım sıralarda bana erkenden öğrettiklerini size arz üstünde vardığım geç vakitte naklederek bir ukalalık daha yapacaktım. Diyecektim ki, hadise kıymetini biricikliğinden alan özgün sanat eseri ile zanaatkârın elinden çıkma tekraren imal edilebilir özellikte eserler arasındaki farkta baş gösteriyor ve saire. Aklıma âniden hat sanatı geldi. Eğer bahsedeceğim iki şeyin Türk harfleriyle yazılışına aşinalık kesp etmemiş, giderek Latin hurufatıyla yazılma küstahlığını kerih bulmamış olaydım yeni bir cürüm, yerindeliğine kolayca ikna olunan bu cürüm işlenecek, bir fiyakalı sakatlık yine vuku bulacak ve ben o vahim bir vukuatın daha faili olacaktım. Hayır, sınıf bilincine talip bir millet olarak bu saatten sonra sanat ile zanaat arasındaki farka eklenemez, eklenip de mevhum mafevkten aferin bekleyemez, himmet umamayız. Mezkûr farka eklenmekten imtina etmek vazifemiz olmalı. Üstümüzü başımızı temiz tutmağa niyetimiz varsa netice almamıza üstümüze geçirilen gömleği fırçalamanın kâfi geleceği aldanışına düşmeyelim. Önce ne yapıp edip temiz su bulmamız lâzım. Binaenaleyh sözüme kulak vereceklere nakledeceğim şeyler kaldıysa bu şeyler benim yıllar boyu iğfal edilişimin uzantıları olmamalı. 

Bizler ömrümüzü kaçınılmaz nihayetine sürüklerken yükümüzü hafifletmek için Allah’ın bize bahşettiği imkânları istikamet değiştirmemizin bahanesi haline getirmeğe hakkımız yok. Yüzümüz Kur’an nâzil olduğu günden beri Batı’ya dönük olduğu halde aynı Batı’ya ne akla hizmetse yüzsüzlüğümüzü çevirdik. Unuttuk Allah’ın bizi yarattığı gibi içinde bulunduğumuz şartları da yarattığını. Nisyanımızı vakit kaybetmeden izale edelim: Nasıl çekilip çevrileceği Allah’a kalmış dehre de, Allah’ın içinde bizi debelendirdiği devrana da sövmeyeceğiz. Gerek hayrın, gerekse şerrin Allah’tan gelmesi sebebiyle “felek çarkın kırılsın” demeyeceğiz; ama Batılılaşma macerasına dalarak yaptığımız gibi istikamet kaybına rıza gösterme ahmaklığına da düşmeyeceğiz. 

Bizi suyu aramaktan, suyun temizine talebimizi artırmaktan alıkoyan nedir? Nankör, cimri, aceleci, serkeş biz insanlar su buluncaya kadar işimizi gören teyemmümü gözümüzde büyütüyoruz. Akarsu pis tutmaz dediysek ve halen diyorsak bunu dememizin akarsuları kirletenleri düşman bellediğimizden doğduğunu sık sık unutuyoruz. Asrı Saadet diyoruz, çünkü saadetin farz ile sünnet arasındaki mesafenin kısalığından doğduğunu biliyoruz. Su nerede? Bulduğumuza kanaat getirdiğimiz suyun murdar olup olmadığı nereden belli? Ömrünü böylesi bellilikler uğruna tüketen, Celaleyn tefsirini yanından ayırmayan Mehmet Akif İstiklâl Marşımızın şairi olmaktan da öte büyük çığır açmağa dönük büyük şairdir. Özlemle andığım bu çığır bir türlü açılmamıştır. Mehmet Akif’in şiirdeki yerinin de Batı tesirindeki Türk edebiyatı rağbette iken açılmış bir yer olduğunu hatırdan çıkarmayalım. Önce divan şiirini, sonra aruzu terk etmekle etkisini artıran bir edebiyatın seyri ne suyu, ne de temiz suyu Türk hayatında arayan sanat erbabının çabalarından etkilendi. Benim Türk şiirinin gizli damarına istinaden verdiğim bu hükmün bazı hassasiyetlere yol açtığı gün aydınlığın bizim günümüzden, Türk gününden hâsıl olacağını umalım.  

Tanzimat’ın akabinde Türk milletinin idamesi hesabına makul görülen her ne ise adına Türk dendi. Edebiyat da bu adlandırma gayretkeşliğinden nasibini aldı. Adında Türk geçen uğraşın Türklere mahsus bir düzeni gözetiyor olması gerekiyordu. İşin içine “Batı tesiri” girince gereklilik ortadan kalkmış gibidir. Romantiklerin niçin romantik olduğuna akıl erdirmesi imkân dâhilinde olmayan bizlerin gününü gün bilmesiyle kâfirlerin gün farz ettiği şeyin özdeş kılınabileceği gözlere her nasılsa makul göründü. Modern zamanlarda hakikatin üstü sadece örtülü değil, onu parlak bir sırla da kaplamışlar. Sırlar var. Sırlar oyun oynuyor bize ve bizimle. Kendimizi kâfirlerin gününe değil de Türk gününe hazır edişimizde sırlar bizden saklanıyor. Sırların saklanışından sanki Hristiyan’mış gibi hoşlanıyoruz. Müslüman milletin münevveri kisvesine bürünenlerin gayri-Müslim hükümranlıkla müşterekliğe önem atfettikleri dönem içinde örtülmüşlüğe, kaplanmışlığa göz alıcı bir hususiyet de eklenmiş. İbn Haldun sosyologi disiplininin habercisi olarak ilân edilirse bazılarının göğsü kabarıyor. Hele İslâm’ın Marx’ı İbn Haldun denirse o bazıları hindi gibi kabarıyor. Kof kelâmları ortalığa salan insan kalabalığının söz söylemeğe hakkı olup olmadığına dikkat eden yok. Üstelik değerlerimizin ortalığa kelâm salma salahiyetinin menşeiyle, kimin yetkiyi nereden aldığı hadisesiyle kontrol altında tutulduğu rahatsızlık vermiyor. Nitekim Fuat Paşa “Siz dışardan, biz içerden” der iken gayet rahattı.  

Ben şair olmaklığım hasebiyle edindiğim söz söyleme hakkımı Türk milletinin aslını faş eden değerlerden aldığım iddiası gütmekteyim. Bu veçhe itibariyle ilk müddeiyim. Üstelik söz söyleme hakkımın Türk topraklarının akıbetiyle bire bir merbut olduğuna kanaat getirmem de bir şeydir. Vaktiyle ve vakitlice Kâbe’de siyaha büründürülmesine imkân tanınmayan vatan son defa imdat bekliyor. Ne yapacağım da bana emanet edilene ihanet etmeyeceğim? İsabet ettirme gücümü heba etmeyiş yolunu nasıl bulacağım? Şöhretim var ve fakat bunun ne herhangi bir mânâsı, ne de herhangi bir anlamı var. Dikkatinizi mânâsını tamamen kaybetmiş şöhretimden uzaklaştırıp size mânâlı söz söyleyecek bir hakka sahip olduğum noktasına çevirmek istiyorum. Bunun millet hayatıyla bire bir irtibatı çok can yakıcı.

İrtibat günümüz şartlarında başa gelip çektiklerimize anlam vermemize de kaynaklık edecek. Millet hayatı denildiğinde bir hükümranlık sahası, o milletin karakterinin baskın çıktığı saha kast edilir. Köylü milleti, kadın milleti dediğimizde de tıpkı bu böyledir. Bu münasebetle Türklerin İstanbul’u fethinin yeniçağı, yeni bir çağı açtığı söylendiğinde kirli ağızların defalarca çiğneyip her gün biraz daha kirlettiği sakızları bir de şahsen çiğnemek yerine ne demek istendiğine akıl yormamız lâzım. Tarih yorumumuzu vasfa kavuşturacak olan “Sönmeden üstünde en son ocak” lâfzı üzerine bina edilen İstiklâl Marşı’nın Küçük Asya’yı İslamlaştırmakla, İstanbul’u fethetmekle alakasıdır. Gün kâfirlerin günüyse vaktimizi Rönesans, Reform, Aydınlanma teranesiyle geçireceğiz. Türk gününün bir başka haber taşıdığından istifadeye açılalım.

Türk gücüne varan ilk adım Türklerin tarih sahnesine çıkmaları münasebetiyle İslâm’ın intişarını tamamlayışları bakımından atıldı. Neymiş? Türkler tarih sahnesine çıkıyor ve İslâm’ın Kur’an nüzulüyle başlamış bulunan intişarı tamamlanıyor. “Başlayan her şey biter” demişti o günlerde sayıları hızla artan Hristiyanlara alaycı gözle bakan Seneca. Bitiyor; Âdem aleyhisselâm’ın isimleri öğrenmesiyle başlayan şey de bitecek. Bitişe uğraklardan geçilerek varılıyor. Tarihin bir uğrağında, tarihin sahneye Türkleri çıkardığı eşref ânında Türk varlığını İslâm varlığıyla eşitlemek kaçınılmaz hale geldi. İstiklâl Harbimiz işlemin sağlamasını yaptı. Türklerden başkası değildir Haçlı Seferleri’nin sonuçsuz kalması vakıasını insan şerefinin nişanesi şekline sokan. İnsanlığın şerefini koruması Türklerin tarihî rollerine sahip çıkmasıyla mümkün oldu. Türklerin Diyar-ı Rum’u İslâm beldesi haline getirmesi Asr-ı Saadet şuurunun canlı kaldığına ve kıyamete, bitiş noktasına kadar canlı kalacağına delil sayıldı. Kültürün İbranî-Hıristiyan versiyonu kendine Türk karşısında çeki düzen verdi. Modernlik Türk gücünü güç bilmeyiş yollarını aramanın fikir yaylası haline geldi. 

Ne demek Türk gücünü güç bilmeyiş?

İsmet Özel, 28 Aralık 2018


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.