Türk’ün T’si

"Türk’ün ’si" (Yazı başlığının esas halidir.)

İstiklâl Marşı Derneği Genel Sekreteri Mustafa Tosun'un “Bereketsiz İhanetler” adlı paneldeki konuşma metnidir. 

Öncelikle yazdıklarımın ne kadar olursa olsun dünyada olan biteni kavramada sınırlı kalacağının bilincindeyim. Genel başkanımız İsmet Özel’in “Desem Öldürürler, Demesem Öldüm” ismini taşıyan kitabının arka kapağında yer alan “Altmış sekiz yıla baliğ ömrüm içinde biz Türklere ne yalanlar söylendiği, bize ne dolmalar yutturulduğu hususunda çok şey öğrendim. Yine öğrendim ki, Türkiye’ye kötülük yapanlar Türkiye’ye ne kötülükler yapıldığı konusunda benden daha çok bilgiye ulaşmış durumdadır. Bu yüzden ben konuştukça onlar bıyık altından gülüyor. Mel’unlar melanetin nerelere uzandığını benden iyi biliyor.” sözleri yazdıklarım sırasında bana da eşlik ediyor. Bu yazıyı okuyanlar bu durumu bilsinler. Yoksa bıyık altından gülenler zaten biliyorlar mı? Bilinsin ya da bilinmesin biz hakkiyle bilmeye çalışıyoruz. Allahualem.

Esasında halen cereyan eden üç cârî belâdan biri olan dokunulmazlıkların kaldırılmasını izah maksadıyla kaleme alınan bu yazı dokunulmazlıklar yanında bize “dokunmaya” ant içmişleri de açık etmeye çalışıyor. Dokunmanın İngilizce “touch” ile de yakın bağlantısı var. Zaten olimpiyatlardan çıkarılan güreşte de daha maç bitmeden rakibinin sırtını yere getiren, maçı o an “tuş / touch” ile kazanmaktadır. Güreş bize sırtın yere gelmesinin mahvolmak olduğunu hatırlatabilir diye mi olimpiyatlardan çıkarıldı? Sorması bile ilginç. Bir de “nakavt / knock out”  var. Boksta mutlak kazanmaya yol açan bir duruma konulmuş isim. Esas itibariyle yere düşmeyi, belirli bir süre yerden kalkamamayı ve buna eşlik eden bilinçsizlik durumunu içerir. Zaten boks Eski Yunan’da ve Roma’da önemli olan ama 18. yüzyılın başlarında işçileri oyalamak için İngiltere’de yeniden ortaya çıkmış bir spor. Uzatmadan söyleyelim: Esasında Türkiye tuş ya da nakavt benzeri bir durumla tasfiye edilmek istenmektedir. Bu nedenle lehine olduğu düşünülen her kural değiştirilmektedir. Üniter sistem Türkiye’nin lehine mi? Hemen federal sisteme geçirilsin. Devletin güçlü olması Türkiye’yi fiziksel olarak ayakta mı tutuyor? Derhal devlet küçül(tül)sün. Parlamenter sistem milli varlığın özüne dönüşü, neyin kaybedildiğinin hatırlanmasının kapısını açık mı tutuyor? Hooop Başkanlık sistemi.

Bir nevi AIDS hastalığı gibi tüm bağışıklık sisteminin çökertilmesini amaçlayan üç cârî belâ da lehimize sonuç doğurabileceği düşünülen kural ve kurumların imhasını amaçlıyor. Bu manada dokunulmazlıkların kaldırılması ile esasında diğer iki baş belâsı olan anayasa değişikliği ve başkanlık rejimi ile tasfiyesine çalışılan devletin-milletin bu akibeti önleyebilecek son inisiyatifinin geçersiz kılınması amaçlanmaktadır. 

Başımızı yerinden etmek isteyen baş belâları fiili gayretlerine; hukuki çerçeveler dayatmak istemektedir.  Bu nedenle Türkiye; global finans kapitalizmi ile bu sistemde üst basamaklarda elemanları bulunan tüm gayr-i Türk unsurların ve onların çeşitli boydaki tıfıllarının saldırısı altındadır. Türkiye adeta demir parmaklık ardına tıkılmış, bununla da bırakılmamış içeride canına kast eden unsurlarla yan yana bırakılmıştır. Yine adeta bu parmaklık gün be gün yükselen bir çamur tabakası ile de kaplanmakta ve Türk varlığı boğulmaya çalışılmaktadır. Kısacası hasımları Türk’ün ’sini dahi duymak istememektedirler.

Bu manada milletin (  ) temsilini lâyikiyle üstlenebilmiş milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kıskançlıkla korunması gerekmektedir. Bir kere milletvekili olmanın ön şartı Türk milletine, Türk vatanına ve Türk istiklalaine tavizsiz sadakattır. (Bu arada Rasul-i Ekrem’in kendisinden görev isteyen hiçbir kişiye görev vermediğini hatırlamak gerekir.) Sadık ( ) Türk evlatlarınının dokunulmazlık zırhını kuşanması milletin bağrından çıkarması muhtemel evlatlarının boğulmasına mani olunmasının ve milletin tıkıldığı kafesini parçalayabilmesinin vazgeçilmez yoludur. Sadıklara ait dokunulmazlıklar adete demir testeresi gibidir. Bu demir testere tüm parmaklıkları ve tuzakları ve de tuzak kuranları parçalayacak imkanın elde tutulmasıdır. Bu haliyle milletin evlatlarına sağlanan dokunulmazlık kendisini milletin tüm gayrimilli unsurlar ve saldırılarından korunmasının ve sonrasında da onları imha etmesinin imkanını verecektir. İstenilen bu durumun aksine olarak halen Türkiye’de korumasız kalmış (bırakılmış) tek unsur Türk varlığıdır. Bunun dışındaki tüm gayr-i millî unsurların koruma ve kollanma yanında, beynelmilel tüm saldırı imkanları kendilerine tahsis olunmuş vaziyettedir.

Peki milletvekilliği dokunulmazlığı nedir, ne değildir? Bu konuda kısaca bir izahatta bulunmak faydalı olacaktır.

Yasama dokunulmazlığı kavramı birbirini tamamlayan iki farklı durumu işaret eder: biri “yasama sorumsuzluğu” diğeri ise “yasama dokunulmazlığı”dır.

Yasama Sorumsuzluğu (Teşri mesuliyetsizliği-Mutlak sorumsuzluk): Milletvekilinin vazifesini serbestçe ve layıkiyle yerine getirebilmesi maksadıyla, hükümet ve-veya başkaca güç odakları ve kişiler tarafından baskı altına alınmasını engeller ve bu suretle her türlü endişe ve baskıdan uzak tutulmasını amaçlar. Bu nedenle yasama sorumsuzluğu milletvekillerinin yasama vazifelerini yerine getirirlerken sarf ettikleri sözlerden, açıkladıkları düşüncelerden ve verdikleri oylardan dolayı herhangi bir hukuki ve cezai takibata uğramayacakları anlamına gelir. Esas gaye; milletvekillerinin şahsını değil; yasama fonksiyonunu koruyarak kamu yararını sağlamaktır. Bu şekilde milli irade tam olarak ortaya çıkabilecektir.

Bu şekilde “yasama sorumsuzluğu” Türkiye’de anayasalarda yer alagelmiştir. Parlamenter sistemin bir gereği olarak 1982 anayasasının 83. maddesinde  “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.” denilmektedir. Yasama sorumsuzluğunda; mutlak cezasızlık hali esastır, parlamenter fonksiyonla ilgili bir koruma mekanizması söz konusudur, sorumsuzluk meclis kararı ile dahi kaldırılamaz ve ömür boyu güvence sağlanır. Buna karşılık  “yasama dokunulmazlığı - nisbi dokunulmazlık”; milletvekillerinin görevlerini serbestçe yerine getirebilmeleri amacıyla, onu hükümet veya başkaca odaklar ve kişiler tarafından başlatılabilecek olan “adli takiplerden”  koruyan bir mekanizmadır.

Yine anayasanın 83. Maddesinde “Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz. Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanmış olmak kaydıyla Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır. Ancak, bu halde yetkili makam, durumu hemen ve doğrudan doğruya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bildirmek zorundadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi hakkında, seçiminden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır; üyelik süresince zamanaşımı işlemez. Tekrar seçilen milletvekili hakkında soruşturma ve kovuşturma, Meclisin yeniden dokunulmazlığını kaldırmasına bağlıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasî parti gruplarınca, yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz.” denilmek suretiyle tanımlanmıştır.

Yasama sorumsuzluğu; milletvekiline görevi süresince tutulamama, sorguya çekilmeme, tutuklanmama, yargılanmama güvencelerini sağlar. Yasama dokunulmazlığında; sürekli bir koruma değil bir geciktirme söz konusudur. Dokunulmazlık, milletvekilini meclis çalışmaları dışındaki işlem ve eylemlerden kaynaklanabilecek suç isnadlarına karşı korur. Ancak TBMM kararıyla kaldırılabilen bu dokunulmazlık milletvekiline görev boyu sağlanan bir güvencedir. Bu kapsamda dokunulmazlık koruması ve parlamanter sistem (meclisin esas tutulduğu sistem) Türkiye lehine imkan bahşeden durumuyla saldırılara muhatap olmuştur.  Parlamenter sistem 1961 anayasasında “çift meclis ve senato” uygulamaları ile kısıtlanmaya dahi çalışılmıştır. 

Daha 17 Şubat 1923 tarihinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde “Türk halkı milli hakimiyetini, kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiçbir şeye feda etmez ve milli hakimiyetine müstenit olan meclis ve hükümetine daima zahirdir.” denilerek Türk milletinin milleti hakime vasfının vurgulandığını görebiliriz. TBMM aslında Türkiye’nin bir “meclis devleti” olarak kurulmasının ifadesidir. “Hakimiyet bilakaydu şart milletindir” denilerek İstiklâl’e Türk milletinin gözbebeği olan bu anlayış ile ulaşılabileceği ifade olunmuştur. Türk’ün Millet Meclisi, tüm kuvvetleri kendisinde toplamıştır. 1924 Anayasası bu durum üzerine inşa olunduğundan bir şekilde husumetleri de üzerine çekmiştir. 1960 darbesi ile 1924 anayasası ve Türk varlığı açık bir ofsayt / off-side durumunda bırakılmıştır. Belki de taça (touch) çıkartılmıştır.

Peki Türkiye neden her gün yepyeni bir belâ ile karşı karşıya bırakılmaktadır.  Türk varlığına neden sürekli ofsaytta olduğu söylenmekte, kendisine sürekli bayrak kaldırılmaktadır. Bu manada Türklüğü hedefine alan sistem öngördüğü sonucu alabilmek için bir çok şey yapıyor. “Altın gol”ü atıp maçı bitirmeyi amaçlıyor. Türkiye’de yüz yüze geldiğimiz binlerce belâ var. Bir çoğunun faili meşhur. Bunları başka yazılara bırakarak “1 Mart tezkeresi”ne  ve diğer “toucher”lara değinilmekle iktifa olunacaktır.

Türkiye’nin bıçağın ağzına sürüldüğü 1 Mart 2003 tezkeresini incelemek faydalı olacak. Bu tezkere esnasında Abdullah Gül başbakandır ve tezkerenin olarak adı “Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümete yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık tezkeresi”dir.

Yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması kapsamında; görünürde 62.000 yabancı personel, 255 uçak, 65 helikopter, birçok liman ve havaalanının kullandırılması planlanıyordu. Sayılar, kağıt üstünde duran haliyle bile çok vahim iken; arkasından daha neyin geleceği belli değildi. Bir yandan da Amerikan gemisi İskenderun limanına girmek üzere bekliyordu.  Türk halkı açıktan açığa tehdit ediliyordu “Evinize ekmek dahi götüremezsiniz” deniliyordu, birçok şehrini ve limanlarını ABD’nin Irak ve sonrasında Ortadoğu işgaline tepside sunulmasını temin için. Tezkere oylaması esnasında mecliste sadece iki parti bulunuyordu. AKP’nin sandalye sayısı 361, CHP’ninki ise 178’di. Oylamaya katılan 533 milletvekiliydi. Anayasa’nın 96. maddesinde öngörülen salt çoğunluğun sağlanabilmesi için aranan oy ise 533 sayısının yarısından fazla olan 267 olmalıydı. Oylama sonucunda 264 kabul oyuna karşılık, 250 ret ve 19 çekimser oy çıkıyordu. Tezkere 3 oydan dolayı ve Anayasa Mahkemesi’nin eski bir kararının dikkate alınmasıyla reddolunuyoru. Hatırlanırsa 1996’da ANAYOL hükümetinin önce güvenoyu aldığı kabul edilmiş, ancak Anayasa Mahkemesi’nin çekinser oyların menfi olarak değerlendirileceğine dair karayla ANAYOL hükümeti düşerek REFAHYOL’un önü açılmıştı. 

AKP tezkere oylamasında 97 fire verdi. Oylamada HAYIR oyu veren milletvekillerinin hiçbiri 2007 seçimlerinde seç(tir)ilmedi. Bu arada 10 yıl dolmasına rağmen tezkere görüşmelerine ait gizli oturumun tutanaklarının açıklanması gerekirken bunların açıklanması kararı geçtiğimiz Mart ayında Meclis’te AKP oylarıyla engellendi. 

Bir de o günlerin kronolojisine bakarsak neler olduğunu daha iyi hatırlarız:

1 Mart 2003 - Malum tezkerenin reddi.

9 Mart 2003 - Siirt’te milletvekilliği seçimi yenilendi. AKP, Siirt’in Pervari ilçesinde 3 sandık kurulunun oluşturulmadığını ve 1 sandığın da kırıldığını ileri sürerek, bu ildeki seçimlerin iptal edilmesini istemişti. YSK’nın seçim işlemlerindeki noksanlığın seçim sonuçlarına etkili olduğu sonucuna varmış ve Siirt ilinde seçimlerin yenilenmesine oybirliği ile karar vermişti. Milletvekilliği elinden alınan, Jet-Fadıl lakabıyla bilinen Fadıl Akgündüz hiçbir yakınmada bulunmadı. Recep Tayyip Erdoğan eşinin memleketi olan Siirt’ten milletvekili seçildi.

14 Mart 2003 - Recep Tayyip Erdoğan başbakanlıkla görevlendirildi.

20 Mart 2003 - Reddolunan tezkereye göre daha dar kapsamlı yeni bir tezkere kabul edildi. Aynı gün yani Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığının 7. gününde ABD, Bağdat’ı bombalamaya başladı. Ardı Irak İşgali, One Minute, Mavi Marmara, Arap Baharı, Barış Süreci …

Bu arada Türkiye ziyaret edilme konusunda türbeyi aratmıyor. Papa (27 yıl aradan sonra 2006’da)- İngiliz Kraliçesi (37 yıl aradan sonra 2008’de) – Amerikan başkanı Obama (2009) ardı ardına Türkiye’ye geliyorlar. Bir önceki Papa 16. Benedict 2006 yılında, 27 yıl aradan sonra Türkiye’yi ziyaret ediyor. Sultanahmet caminde “huzur duruşu” dahi yapıyor. İngiliz kraliçesi 2. Elizabeth 37 yıl aradan sonra ve 3. kez olmak üzere, Abdullah Gül’ün 2007 yılında cumhurbaşkanı oluşundan sonra 2008 yılında teşrifatlı bir ziyaret gerçekleştiriyor. Bursa’da camide Kur’an dahi dinliyor. Acaba oğlu Charles için söylenti çıkarıldığı gibi Kraliçe de mi imana geliyor? “Honni soit qui mal y pense” (İlginçtir Prens Charles’in 12 Eylül 1980 günü Türkiye açıklarında bir yatta bulunduğu da iddia olunuyor.) ABD başkanı seçilen Obama ayağının tozuyla ilk ziyaretini Türkiye’ye yapıyor.

Bu bağlamda bu dünya sisteminin bu 3 troikasını (ABD - İngiliz Monarkı - Papalık) ve ziyaretlerini daha yakından inceleyelim:

Türkiye’ye yapılan Papa Ziyaretleri

Papa iken Türkiye’yi ziyaret etmiş olmasa da 1935-1944 yılları arasında Ankara’da Vatikan Temsilcisi olarak görev yapan Angelo Giuseppe Roncalli’den bahis açmak iyi olacak. Daha sonra yani 1958-1963 yılları arasında Papa 23. Jean (XXIII. Ioannes) ismini alarak  papalık yapan bu kişiden ‘‘Katoliklerin en çok sevdiği Papa’’ ve hatta ‘‘Türk Papa’’ olarak söz ediliyordu. İtalyanlar ise onu ‘‘Papa Buono’’, yani ‘‘İyi Papa’’ diye anıyor. ‘‘Hayatımın en güzel 10 yılını Türkiye’de geçirdim. Beni orda kimse kırmadı’’ demesiyle ve 1935 yılı Noel ayininde tüm Hıristiyanları şaşırtan bir ilke imza atarak İncil’i Türkçe okumasıyla ünlüydü. Esasında kaydedildiğine göre kendisi Gül Ve Haç Örgütü üyesi bir ruhbandı. Roncalli 1935’e kadar Sofya’da Vatikan’ın Diplomatik Servisi’nde (Vatikan’ın Gizli İstihbarat Örgütü) çalışmış sonra da Apostolik Temsilci olarak Türkiye’ye gönderilmişti. II. Vatikan Konseyi’ni toplamak en önemli işi oldu. 1963’te, 23. John öldü ama 1965’te tamamlanan konsey çalışmaları Papa’nın adını ölümsüzleştirdi. Bu konseyde alınan kararlar günümüzde Katolik âlemine ve Papalığa yön vermekte ve 50. Yılı olarak dahi kutlanmaktadır. Celal Bayar Vatikan’a giderek onu bizzat makamında kutlayan ilk Türk ve Müslüman devlet başkanı oldu. Buna mukabil Papa, 1960’ta yapılan askeri darbede idama mahkûm edilen Celal Bayar’ın idamına mani oldu. Sıkıyönetim Mahkemesi idamdan birkaç saat önce kararından vazgeçti. Bir gece önce Ankara’ya gelen ve bizzat Papa 23. John’un mesajını ileten bir kardinal, darbeci subaylara Celal Bayar idam edilirse Papa’yı ve tüm Katolik âlemini karşılarında bulacaklarını en sert dille bildirdi. 

Bu Papa, ilk işi 1868 yılında toplanan Vatikan Konsili’nin ikincisini toplamak olmuştur. 1962’de toplanan konsül Papa 23. Jean’ın ölümüne rağmen 3 yıl devam etmştir. Konsil Ortodokslar ve Protestanlar arasında yakınlaşmaya odaklanmıştır.

Papa 23. Jean’ın ölümünden sonra dönemin Papa’sı olan VI. Paul (1963-78) önceki papanın yolundan giderek 1964 yılında Fener Rum Patriği I. Athenagoras (1948-72) ile birlikte Katolik Kilisesi ile Ortodoks Kilisesi arasında 1054 yılındaki ilan edilen aforozları, (Doğu - Batı Kiliselerinin Ayrılması / Schisma) karşılıklı olarak kaldırmıştır. “Ayrılık duvarları göklere kadar yükselmeyecektir.” denilerek yapılan bu çalışma (Catholic-Orthodox Joint declaration) Ortodokslarla Katolikleri bin yıl sonra barıştırmıştır. 28 Ekim 1967 ortak deklarasyonu ile “Hıristiyanlar Birliği Sekretaryası” oluşturulmuştur.

Ziyaretçi papalara geçersek;

1- Papa 2. Jan Pol (II. Ioannes Paulus - Karol Józef Wojtyla) (görev yılları 1978-2005) Türkiye’yi ilk ziyaret eden papadır. Kendisinin ölümünün ardından Vatikan’da gerçekleştirilen papalık seçimi, 26 Ağustos 1978’de papalığa Papa I. Jan Pol’un geçmesiyle sonuçlandı. Ancak yeni papa, bu görevde sadece 33 gün kalabildi. Papa I. Jan Pol, 28 Eylül 1978’de, Vatikan’a göre eceliyle vefat etti. Başka bir iddiaya göre ise bir iç hesaplaşma neticesinde zehirlenerek öldürülmüştü. Yerine gelen Papa II. Jan Pol 28 Kasım 1979 yılında geldiği Esenboğa Havaalanı’nda secde ettikten sonra toprağı öpmüştür. Bir ay arayla 2 papanın ölümü ile yerine kavuşabilen bu papa öyle sıradan bir papa değildir. Bu Papa II. Jan Pol “Demir perdeyi indiren Papa” olarak tarihe geçmiştir. Beynelminel bir figür olan Gorbaçov (O Gorbaçov ki anlı şanlı Sovyetler Birliği’nin lideri iken daha sonrasında doğum gününe “jet-set”in katıldığı bir konuma tereyağdan kıl çeker gibi transfer olmuştur.) “Papa II. Paul olmasaydı demir perdenin çökmesi imkansızdı” demiştir. “Büyük John” adıyla anılan ve ölümünden sonra, 2006 yılında kutsanan Papa II. Jan Pol’un bir sonraki büyük görevi acaba Müslümanlığı Hıristiyanlığın bir mezhebi, bir şubesi haline getirme çalışmaları mıydı? Bu arada Papa II. Jan Pol Türkiye’den giden bir çok kişiyi ağırlamıştır. 

2- Papa 16. Benedict (Benedictus XVI -  Joseph Aloisius Ratzinger (2005-2013) Papa Benedikt, Papa II. Jan Pol’dan sonra bir camii ziyaret eden ikinci Papa olmuştur. 2013 tarihi itibariyle istifa etmiş olup, yerini Papa Francis’e bırakmıştır. Papa Francis yakın zamanlarda Türkiye’ye gelecek midir? Merak konusudur.

Türkiye’ye İngiliz Monarklarınca Yapılan Ziyaretler

1. Ziyaret – 8. Edward -  (King of the United Kingdom and the Dominions of the British Commonwealth, and Emperor of India) 4 Eylül 1936’da ilk yurtdışı ziyaretini Türkiye’ye yaptı. Kısa süren Krallığı magazinel bir şekilde bıraktı. 

2. Ziyaret - 6 Mart 1961- Kraliçe 2. Elizabeth  (Elizabeth Alexandra Mary) Bu ziyaret 1960 darbesinin hemen akabinde yapılmış, kamuoyunda kraliçenin Menderes’in idam edilmemesini istediği söylentisi yayılmıştır. Ancak ziyaretten 6 ay sonra Menderes ve arkadaşları idam edilmiştir.

3. Ziyaret - Ekim 1971 - Kraliçe 2. Elizabeth ikinci ziyareti. 1971 yılındaki ziyaret 12 Mart Muhtırası’ndan sonraya rastlıyordu. Büyükelçi Sir Roderick Sarell, uzun uğraşlardan sonra Kraliçe’ye vermek üzere bu ziyaretinde hangi konuları konuşmaktan kaçınması gerektiğini, Türklerin gururunu okşayacak sözleri ve üst düzey yöneticilerin özelliklerini içeren bir rapor hazırlıyordu. Dosyada muhalefet lideri İsmet İnönü için “Sol tarafına oturursanız çok iyi Fransızca konuşur.” (İnönü’nün sağ kulağının sağır olduğu kast edilerek) Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay için “Sulu şakalardan hoşlanır, taşralı gibi görünüyor” ifadeleri kullanılıyordu.

4. Ziyaret - 13.05.2008’de Kraliçe 2. Elizabeth  37 yıl aradan sonra geldi. 2012 yılında kraliçeliğinin 60. Yılını Elmas Jübile (Diamond Jubilee) ile kutlayan Kraliçe son ziyaretini 2008 yılında yapmıştır. Bu ziyaret diğer ziyaretlerin aksine çok etkinlikli yapılmıştır. Öyleki teamüllerin dışına çıkılarak İngiliz Kraliçesi Türkiye Cumhurbaşkanı’na İngiliz  kraliyet donanmasına ait “HMS Illustrious” savaş uçak gemisinde yemek daveti vermiştir. Uluslararası hukukta “Farazi ülke” tanımı çerçevesinde “devletin savaş gemileri, açık denizlerdeki yük ve yolcu gemileri ile askeri işgal altında bulunan yerlerdir.” Yani bu yemek İngiliz topraklarında verilmiştir. Buna sebep acaba Kraliçe’yi denizin değil de kara parçasının tutması mıdır?

Yine bu arada kraliçe bu gelişinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e “adanmış kişilere” takılan “Knight Grand Cross of the Order of the Bath” (Ruhani Safiyet Derecesinin Şövalye Büyük Haç Nişanı) nişanı verdi. Bu nişanla şanslı kişiye “şövalye büyük tarikatına girdin” denilmektedir. Bu nişanın ilgi çekici bir çok mahiyeti vardır. Bu nişanla şövalye olacak kişiler arınmanın sembolü olarak yıkanır. Yıkandıktan sonra kilisede sabah saatlerine kadar uyanık bırakılan kişi, kralın, kılıcını bir törende kişinin omzuna değdirmesi ile şövalyelik unvanını kazanmış olur. Bu uygulamanın devam edip etmediğini, Abdullah Gül’ün bunları yapıp yapmadığını bilmiyoruz. Genelde askeri rütbelilere verilirken, bazı imtiyazlı kişilere verildiği de vakidir. Ünlü şövalyeler arasında Ronald Reagen, George H. W. Bush, Nicolas Sarkozy, Tito, Lech Valesa, Abdullah Gül sayılabilir. Bir de bu unvan bazı kritik dönemlerdeki üstün hizmetlerinden dolayı şu kişilere de verilmiştir: 

1. Dünya Savaşı’nda; Almanlara karşı başarı gösteren Fransız mareşaller Ferdinad Foch ve Joseph Joffre. Ferdinand Foch; 1919 yılında Versay (Versailles) Barış Antlaşması hakkında “Bu anlaşma bir barış anlaşması değil, 20 yıl sürecek bir ateşkes anlaşmasıdır.” sözünü söylemiştir. Joseph Joffre ise; batı cephesinde Almanları durduran komutan olarak görülmektedir.

2. Dünya Savaşı’nda Sovyet Mareşali Georgy Zhukov, Amerikan generalleri ve Douglas MacArthur’la ve Dwight D. Eisenhower ve Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz’. Georgy Zhukov; Stalingrad Muharebesi’nin kaderini değiştiren en önemli komutan olmuş ve Almanya’nın ilerleyişinin durdurulmasında önemine binaen bu nişan verilmiştir.Douglas MacArthur Pasifik Cephesi komutanıdır. 2 Eylül 1945’te Tokyo Körfezi’nde komutanlık gemisi olan USS Missouri zırhlısında yapılan ve Japon İmparatoru’nun Japonya tarihinde ilk defa sarayından çıkarak geldiği Japonya’nın teslim törenini düzenlemiştir. 1945-1951 arasında Japonya’daki Müttefik işgal kuvvetlerinin komutanı olarak Japon ordusunun dağıtılmasını, militarizm yanlılarının temizlenmesini, ekonominin canlandırılmasını ve liberal bir anayasanın hazırlanmasını sağladı. Bu görev esasında Japon devlet başkanlığı muadili bir görevdir. Ardından Kore savaşında Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin komutanlığına getirilmiştir. Dwight D. Eisenhower; ABD Başkanlığı yapmıştır. Suud Kralı Abdülaziz ise Suudi Arabistan Krallığı’nın kurucusu ve ilk kralıdır. I. Dünya Savaşı sırasında İngiliz Hükümeti’yle anlaşan İbni Suud, Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali ile birlik olarak Osmanlı ordusuna savaş ilan etti. Bunun karşılında Suud Ailesi’nin toprakları İngiliz Hükümeti’nin güvencesi altına alındı. 1938’de petrol bulunması sonucunda büyük bir servetin sahibi haline geldi. Amerikan petrol şirketleriyle yakın ilişkilere girerek onları ülkesine davet etti.

Körfez Savaşında Amerikan generaller Norman Schwarzkopf ve Colin Powell. Norman Schwarzkopf; 1991 yılındaki Körfez Savaşı sırasında ABD Ordusu’nun başında görev aldı. Colin Powell; 1989-93 arasında ABD genelkurmay başkanlığı, 2001-2005 yılları arasında da dışişleri bakanlığı görevleri yapmıştır. Jamaika kökenlidir. Eylül 2005’te bir televizyon röportajında, Birleşimiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Irak’ı kitle imha silahları üretmekle suçladığı konuşmasının, yaşamında bir leke olarak kalacağını belirtmiştir.!

Bu arada Çavuşesku’ya verilen unvan infazından sonra kendisinden geri alınmıştır. Büyük Haç Nişanı esasında askeri ve hiyerarşik bir yapıyla da bağlantılıdır 1725 yılından bu yana devam eden bu hiyerarşik yapının şu anki lideri 1974’ten bu yana Galler Prensi Charles’tır.

Konu nişandan açılmışken;  “Legion d’Honeur” dan bahsetmeden olmaz. Napoléon Bonaparte’ın 1802 tarihinde imzaladığı bir kanun ile oluşturulmuş Fransız nişanıdır. Üzerinde ‘Vatanın (Fransa) Namusu’ yazan nişan. Türk diye bilinenlerden ilk olarak Osmanlı padişahı Abdülmecit’e verilmiştir. 717 nolu nişan sahibidir. Nişanı kendisine Fransa Elçisi takmıştır. Bu nişan takılırken ”Siz bundan sonra, İsa yolunda çalışacak, onun için her türlü özveriyi yapacak bir şövalyesiniz.” denilir. Bu nişanı alanlar arasında Osman Hamdi Bey, Mustafa Kemal Atatürk, İhsan Doğramacı, Ali Bozer, Yaşar Kemal, İnan Kıraç, Kâmran İnan, Hikmet Çetin ve Güler Sabancı sayılabilir.

Osmanlı ile Rusya arasındaki Kırım Savaşı sırasında, Fransızların Sultan Abdülmecid’e verdiği ‘Legion’ nişanı, Osmanlı Devleti ile yakın ilişkiler kurmaya çalışan İngiltere’yi de harekete geçirir. İngiltere Kraliçesi Victoria, Fransa’nın verdiği nişana karşılık Kasım 1856’da Dizbağı Nişanı’nı Osmanlı Sultanı’na sunar.  “Diz Bağı Nişanı” (Order of the Garter) yani Garter Haçlı Şövalyeleri’ne takılan; yani Hıristiyanlık uğrunda savaşanlara verilen nişan.

1867 yılında bu kez Abdülaziz Osmanlı tahtındadır. Müstakbel varisleri V. Murat ve II. Abdülhamit’i de yanına alarak Avrupa gezisine çıkar. İlginçtir; bu geziden 10 gün önce, yabancılara toprak satışının serbest bırakılmasına ilişkin kanun çıkarılmıştır. Kendisine İngiltere Kraliçesi Viktorya’dan “Diz Bağı Nişanı” ödülü gelir. Abdülaziz 756 nolu nişan sahibidir. Ancak bir sorun vardır. Nişanı alanların armaları Windsor Sarayı’nda bulunan Saint George Kilisesi’nin duvarında asılmaktadır. Ancak Osmanlı Padişahı’nın arması bulunmamaktadır. Bunun üzerine bir arma uzmanı arma tasarlamak üzere İstanbul’a gönderilir. Bu tasarımcı bir arma hazırlar. Bu şekilde oluşan Osmanlı Devleti arması İngiltere’nin Saint George Kilisesi’ndeki yerini alır. Meşhur Osmanlı arması esasında “Dizbağı Nişanı”nın bir hatırasıdır. Bu arma II. Abdülhamid döneminde terazi ve silahlar eklenerek son şekline kavuşur.

“Dizbağı Nişanı”nın ortaya çıkışına ilişkin anlatılan hikayenin yumuşatılmış versiyonu ise şu şekildedir: 1348 yılında İngiliz Kralı 3. Edward, Salisbury kontesiyle dans ederken kadının jartiyerinin yere düşmesinin neden olduğu kıkırdamalara jartiyeri yerden alıp kendi bacağına takarak cevap vermiştir. Ardından da “Honi soit qui mal y pense” yani “Kötü düşünen utansın.” der ve ekler; “Bu gülenler böyle bir nişana sahip olmaktan şeref duyacaklar!”  Ancak “Kötü düşünen utansın” ibaresinin sarf edilmesi için anlatılanın yeterli bir mizansen olmadığını ifade etmekle yetiniyorum.

Türkiye’yi ziyarete (!) gelen ABD Başkanları

1. Ziyaret - Aralık 1959 Dwight David Eisenhower  -  Türkiye’yi ziyaret eden ilk ABD başkanıdır. Sözlerinde “NATO ve CENTO” ortaklığının önemini vurguluyor. Ziyaretin üzerinden 6 ay geçtikten sonra 27 Mayıs 1960 günü darbe oluyor. 

Eisenhower esasında ilginç bir karakter ve Ortadoğu ile çok yakından ilgili. Kendisi general olan Eisonhower ABD başkanlığından önce de dikkat çekici sözler sarf etmiş biri. 1943 Kahire Konferansı’nda Türkiye’nin savaşa girmemesi söz konusu olunca şu sözleri söylemiştir: “Tarihi başarılarla dolu Türk ordusunu Almanlara karşı seyretmek isterdim.” Yine yazmış olduğu 1949 tarihli “Crusade in Europe  - Avrupadaki Haçlı Seferimiz” kitabında 6.6.1944 (D-Day) günü Almanlara karşı Fransa Normandiyasından yapılan çıkarmayı “The Great Crusade – Büyük Haçlı Seferi” olarak tanımlamıştır. 1950 yılında NATO başkomutanı olmuştur. 1953 yılından itibaren deruhte ettiği ABD Başkanlığı esnasında Soğuk Savaş’ın yürütücülerinden oldu. Sovyet lideri Nikita Kruşçev’le eşgüdümlü olarak çalıştı. Nükleer silahlar üretti, 1954 yılında “Barış için Atom” programını ve uzay yarışını başlattı. 1953 yılında İran’da yapılan darbeyle, Musaddık’ın devrilerek yerine Şah’ın getirilmesinde etkin rol oynadı. Ortadoğu’da uygulanacak stratejilerle ilgili kongreden istediği yetkileri içeren ünlü Eisenhower Doktrini’nin sahibidir. 5 Ocak 1957’de, ünlü “Eisenhower Doktrini”ni açıkladı. Bu doktrin ile Orta Doğu ülkelerine askerî ve ekonomik yardımda bulunuldu. Yardımın amacı, komünizmin yayılmasını önlemekti. Eisenhower Kongre’den şu konularda kendisine yetki verilmesini istiyordu: 1- Bağımsızlığını korumak için ekonomik kalkınma çabası içine giren “Orta Doğu ülkelerine” ekonomik yardım yapmak. 2- Bunlardan isteyen ülkelere “askeri yardım yapmak”. 3- Bu ülkelerin istemeleri şartıyla, “milletlerarası komünizmin kontrolü altında bulunan bir ülkeden gelecek açık silahlı saldırılar karşısında, Amerikan silahlı kuvvetlerinin kullanılması”.

Eisonhower’in Türkiye ziyaretinde üzerinde özellikle durduğu NATO ve CENTO’ya dönersek; 27 Mayıs 1960 sabahı Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan bildiride “NATO’ya CENTO’ya bağlıyız.”  sözü özellikle sarf edilmişti. Peki NATO ve CENTO neydi ki? NATO (North Atlantic Treaty Organization - Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) İngiliz Lord Ismay’ın deyişi ile “Rusya’yı dışarıda, Almanya’yı alaşağı edilmiş hâlde ve ABD’yi içeride” tutmak için kurulmuştur. 1949’da kurulmuştur. Kore’de sağladığı katkısı nedeniyle Türkiye 18 Şubat 1952’de resmen üye yapılmıştır. 8 Eylül 1952’de Türkiye NATO’ya kabul edildikten yedi ay sonra İzmir’de Müttefik Kara Kuvvetleri Karargahı (Landsoutheast) kurulmuş, karargahın başına ABD’li bir korgeneral getirilmiştir. Türkiye NATO yanında daha çok önceden ABD’ye yanaşmış 1947 yılında Amerikan Propaganda Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Türk basınında ABD aleyhine yayın yapılamayacaktır. Yine NATO daha Türkiye’yi afakına almadan icraatlarına başlayacaktır. İncirlik Hava Üssü’nün (İncirlik Air Base) yapımı 1943 yılında 2. Kahire konferansı sırasında kararlaştırılmış ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılmıştır. 1951 yılında ise faaliyete geçmiştir. Aynı NATO en son Libya’yı kurtarmıştır. (!)

CENTO (Central Treaty Organization - Merkezi Antlaşma Teşkilatı), önceki adı ile Bağdat Paktı, Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık arasında, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da nüfuz kurmasını önlemeye yönelik olarak kurulan güvenlik ve savunma örgütüdür. 1955’te Bağdat Paktı adıyla kurulmuş, 1958’de Irak’ın pakttan çekilmesi üzerine ABD’nin de dahil olduğu yeni bir antlaşma yapılmıştır. 1979’da önce İran’ın ardından da Pakistan’ın çekilmesiyle CENTO’nun varlığı sona ermiştir. 1960’ta bağlı olduğumuz birlikler bunlarmış. 

2. Ziyaret - 20 - 22 Temmuz 1991 – Baba Bush yani George Herbert Walker Bush. 1976 yılında CIA’nın başında bulunmuş olan Baba Bush Körfez Savaşı sonrasında Türkiye’ye gelmiştir. Körfez Savaşı sırasında Özal’la telefon konuşmaları meşhur olmuştur. Kendisi “Hiçbir müttefiğimiz Türkiye kadar sağlam, hiçbir lider Özal kadar sadık olamaz.” “Türkiye, bölgede çok yararlı bir rol oynayacaktır ve bu rolü oynamaya razıdır. Bölgenin güvenliği ve istikrarı için bu yol gereklidir” sözlerini sarf etmiştir.” Körfez Savaşı 1990 - 1991 yıllarında vuku bulurken Somali operasyonları da kendi zamanında başlamıştır.

3. Ziyaret - Ağustos 1999 - William Jefferson “Bill” Clinton - William Clinton Rockefeller (?) Asıl soyadının Rockefeller olduğu iddia olunan Clinton 1999 depreminde Türkiye’ye gelmiştir. Mikhail Gorbachov’un onun hakkında  “Başkan Clinton başarabilirse Amerika, Yeni Dünya Düzeni temelinde bir konsensüsün yaratıcısı olabilir” demişliği vardır. Clinton’un derin devlet adamlığı karısına da sirayet etmiş; Arap Baharı sürecinde Hilary Clinton ABD Dışişleri Bakanı olarak Türkiye’ye sık sık ziyarette bulunmuştur.

4. Ziyaret - 2004 yılı Oğul Bush - George Walker Bush dönemi de 11 Eylül Uçaklaması, Irak ve Afganistan’ın işgalleri ile meşgul ve meşhur oldu.  Kendisi 16.Eylül 2001 günü “Terörizme karşı bu Haçlı Seferi, bu savaş zaman alacaktır. Amerikalılar sabırlı olmalıdır. 21. yüzyılın ilk savaşını kararlı bir biçimde kazanmak zamanı artık gelmiştir. Evet ulusumuz korkmuştur, ancak eli kolu bağlanmamıştır. Büyük bir ulusuz, bu kararlı ulus ipten kazıktan kurtulmuşlar tarafından sindirilemez’ dedi ve Tenth Crusade (10. Haçlı Seferi) adı yakıştırılan seferleri başlattı. Büyük Ortadoğu Projesi - Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi (Greater Middle East Initiative) projesi yürürlükte iken başta görüntülenen kişiydi. 

5. Ziyaret – 6-7 Nisan  2009 - Barack Hussein Obama  (namı diğer Obama bin Ladin)Nisan 2009’da ilk ciddi ziyaretini “Medeniyetler Projesi” toplantısı için gelerek yapmıştır. En büyük başarısını (Arap Baharı - al-Thawrat al-Arabiyyah - Arab Springs ) filminde oynadığı ABD başkanı rolü ile kazanmıştır. Genel Başkanımız İsmet Özel “Eğer Araplar Obama bin Ladin tarafından estirilen bir rüzgârla baharı gördülerse yoncalara gün doğdu demektir. Beni mazur görün, Arapların ömürlerini dört mevsimli yerlerde geçirdiklerini bilmezdim. Demek gün gelecek bir Arap hazanı, Arap kışı sözlerini de işitebileceğiz.” diyerek devam filmlerinin de olabileceğine işaret etmiştir. Arap baharı “Arab Spring” sözü is 1848 Devrim kalkışmalarındaki “Halkın baharı” (Springtime of the people) ile 1968’deki Prag Baharı “Prague Spring” sözlerinden ilhamla 4 mevsim rejiminin (bu da bir nevi rejim sorunudur) ve bu arada da tabii ki baharın yaşanmadığı Arap ülkelerindeki yalancı, postmodern ama kanlı bir duruma isim olarak yakıştırılmıştır. 

Türkiye’yi ziyaret etmese de ABD başkanlarından Woodrow Wilson’dan bahsetmemek olmaz. 1913 tarihli “Federal Reserve” komplosunun açtığı yolu genişletmek ve altı ayda zaferle taçlandırılacağı planlanan ancak 1917 yılında fiilen ABD’nin müdahil olduğu 1. Dünya Savaşı sırasında, uluslararası düzenlemeleri yönetmek üzere ABD başkanlığı yapmıştır. Bu başkanlık döneminde Rus çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu, Alman İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarihe karışmıştır. Britanya adası aktörü dışında son bin yılın tüm aktörleri devre dışı bırakılmıştır.

Woodrow Wilson büyük siyasî organizasyonların çöküşüne refaketi dışında, bugüne taşınan konularda da daha sonra “Wilson ilkeleri” denilen 1918 tarihli 1. Dünya Savaşı sonrası şartlarını dayatan ve kendisini referans olarak aldıran “14 Nokta” (Fourteen Points) denilen konuşmasını yapıyordu. Bu politikanın temelini serbest ticaret (free trade), açık anlaşma (open agreements), demokrasi ve kendi kaderini tayin (self-determination) ilkelerinin oluşturduğu söyleniyordu. Özellikle self-determination ilkesi halkların kendi kaderini tayin edebileceği düşüncesini ortaya atarak birçok etnisiteye devlet kurabilme kapısını aralıyordu: “Osmanlı imparatorluğunda Türklerin oturdukları, çoğunluk sağladıkları bölgelerin bağımsızlığının sağlanması, Türk egemenliği altında bulunan diğer uluslara da özerk bir gelişme için tam ve engelsiz bir fırsatın sağlanması, boğazların uluslararası garanti altında tüm devletlerin ticaret gemilerine açılması.”

Ermenistan ve Kürdistan kurulmayla çalışılıyor. Türkiye’de -güya- Türkler tarafından Wilson Prensipleri Cemiyeti” dahi faaliyet gösteriyordu. Self-determination ilkesi halen uluslararası hukukta zikredilmekte hatta bugün kabul olunan İkiz Yasalar anlaşmaları gereği bunun Türkiye için bir tehdit teşkil ettiği söylenmektedir. Bu İkiz Yasalar işte tam da Wilson’ın deklare ettiği sözüm ona insan hakları bildirgelerinin 2000’lerdeki yansımasıdır. İkiz Yasalar ve Self-Determination, Türkiye’nin Lozan’la kazanabildiği bütün hakları yok ederek Türkiye’nin başına çorap örücü bir nitelik taşıyor. Self-Determination ilkesi Türkler aleyhine işleyebilecek kıvama gelene kadar çok işlemlerden geçerek bugünlere taşınmıştır.

Anlaşılan Türk düşmanları büyük bir plan içerisindeler. Birileri büyük bir olay beklemektedirler. Anlaşarak, uzlaşarak, çatışarak, yarışarak yürüttükleri bir çabanın içerisindeler. Peki bunca dönüp dolaşma sonunda ne denilebilir, ne yapılabilir. Tabi ki Rabbimizin sözüne kulak veririz. Allah Kur’an-ı Kerim’de Rasulü’ne ve tabi ki biz Ümmeti Muhammed’e mealen şöyle buyuruyor. “Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar, yahut öldürsünler mi, yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı. Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Enfal, 8/30)

17 Mart 2012, Ankara