KAPALI ŞİİRİ ARALAMAK

Aydın olarak bilinen insanlar DP’ye iyi gözle bakmadı. Aydınlara göre DP’liler bir çeşit fırsatçı insanlardı. Dine taviz verildi teranesini erkenden başlattılar. Öyle olmuş mu idi? Hangi DP’li sarık sararak veya çarşaf giyerek etkisini artırmağı denedi? Hayır, din istismarı MSP ile bile başlatılamadı. Çünkü dindarlar itikaden temiz değildiler. Olsalardı Recep Tayyip Erdoğan’ı ne milletvekili, ne de herhangi bir makamın sahibi olarak görebilirdik. Din Türk topraklarında ne revandikatif olma cesaretini gösterebildi, ne de köktenci dindarlar toplum içi ilişkilerini rahat yürütebildiler. Dininden ümit kesmiş bir toplumun uçurumdan yuvarlanması anlık bir iştir. Türkler dinlerinden ümitlerini XVII. Hıristiyan asrında kestiler. Muhteşem bir devlet bu ümitsizler için her şeydi. Devlet muhteşem değilse bu zevata oturacak bir yer gösterebilir miydiniz? Şunu gözden kaçırmayın: DP hükümet ediyordu; ama devleti ele geçirememişti? 1950-1960 arasında devlet samimiyetsiz Kemalistlerin elindeydi. Ne yapıp edip samimiyeti bir yerinden yakalamalıydı.    

DP hükümetleri sırasında boy gösteren şiirin kapalı, anlamsız olduğu (veya sözü anlamsızlığa mahkûm edemeyeceğimize göre) şiirde anlamın içe dönük olduğu söylenirdi. Vatanı Anadolu olan şiirde anlama atfedilen değer niçin öne çıkmıştı? Bazılarına göre 27 Mayıs’la birlikte özgürlük geri gelmişti. Dolayısıyla şiirde kapalılığın mazereti adına uydurulan bu gerekçeden söz etmek yersizdi. Belki kimileri 14 Mayıs 1950’de kaybettikleri özgürlüğün geri geldiğine kanaat getirmiş olabilir. Ne var ki, hiçbir şey göründüğü gibi değil. Bu zaman o zamandı ki, İsmet İnönü 27 Mayıs’tan sonra siyasi kariyerini koruma mukabilinde Avrupa sermayesinin Türk topraklarından köle devşirebileceği hükmüne boyun eğmişti. Anlaşılan o ki, Lozan’daki başarısına benzer bir ruh hali içindeydi. Üç aşağı beş yukarı aynı zaman diliminde Tito başında bulunduğu Yugoslavya’dan emek gasp etmek isteyenlerin burnuna vasıflı işçi şartını dayamıştı. Şimdi Tito yok, Yugoslavya yok, İnönü yok; ama küreselleşme manevrası rağmına kontrol altında tutulan ülkelerde açılan yaralar tedavi kaldırmayacak ölçüde derinleşti. Daha hazini her geçen gün dengesizleşen siyaset çarkının cilveleri kimsenin rahatını bozmuyor. Türk yurdundaki şair bu çevrimden haberdar mıydı? Değildi ve ben bağıra çağıra söylense bile anlayamayacak insanların edebiyata musallat olduğunun farkında ise hiç değildim. 

27 Mayıs Türkiye Cumhuriyeti topraklarında görülen ilk askeri girişimdi. Millet olarak bu kertede karmaşık dümenlerin yabancısıydık. İşlerini Türk milletinin aleyhine yürüttüklerini ihtilâlcilerin kendileri biliyordu. Kimse omzu kalabalıkların tahsil görmüş insanların itibarını yükselttiğine mi, yoksa alçalttığına mı yardımcı olduğuna karar veremiyordu. Lise mezunlarının elinden yedek subaylık hakkı alınınca henüz askerliğini yapmamış ve lâkin müktesep hakkı bulunanlara Yedek Subay Öğretmen statüsü tanındı. Görülen tahsil Avrupa’da geliştirilmiş usullerin tahsili idiyse manzaranın Türkler hesabına aydınlatıcı olamayacağını belirtmek durumundayım. İhtilâlin akabinde inkılapların halk tarafından benimsenip benimsenmediği konu edilmediği yetmezmiş gibi 1961 Anayasası TDK dile bakış tarzını resmileştirdi. Şu anda okumakta olduğunuz yazı ortadan kalkması öngörülen Türkçe hudutları içinde yer alıyor. “Biz Türkçeyi ortadan kaldırmak isteyenlere fırsat vermeyiz” diyenler aynı zamanda Türkçenin yabancı diller boyunduruğu altına girdiği rivayetinden güç alıyor. Hiçbirinin “ırgat” kelimesinin Grekçe, “hortum” kelimesinin Arapça oluşu umurlarında değil. “Burun” kelimesinin dışa doğru anlamı veren “birun”dan adapte edildiğine, “kulak” kelimesinin yarı Farsça yarı Türkçe bir kompozisyon “gu-lak” (işitilecek yer) ibaresinden devşirildiğine aldıran yok. Türk topraklarının bazı bölgelerinde erkek yerine irkek denildiğine şahit olmuşsunuzdur. “İr” sözcüğünün Arapça erkeğin tenasül uzvuna isim olarak verildiğine dikkat etmek kimsenin işi değil. Çünkü terazinin bir kefesinde yok olacağına kesin gözüyle bakılan Türkçe var; öte kefede ise hiçbir şey yok. ABD planları zarar görmesin diye hemen hepsinin temelinde gizli anlaşmalar bulunan ve kanun yoluyla hukuk dâhiline sokulan faaliyetleri başlatmak için acele etmiyor. Türk tarafının uyanıklık yapmasından duyduğu korkuyla havanın ne daha ısınmasından, ne de daha soğumasından endişe eden bir Avrupa Birliği sıkıntısı içindeyiz.

Türkçeye yapılan kötülük Türk milletini hiçe saymanın bir sonucudur. Bu açıdan İkinci Yeni adıyla beliren tavır bütün aksamalarına rağmen “millî” tavırdı. Olanca direnme gücünü ve etki alanını Türk dilinin inceliklerinden alıyordu. Dolayısıyla millî şiirin düşmanı yine bir millî şiir olabilirdi. Aynı zamanda millî karakterin en az bir veçhesini aksettirmeyen yazılı metni edebiyat içinde saymanın tuhaflığını akıldan çıkarmayalım.  Halkın Dostları yeni bir millî tavır önerdiğinin farkında mı idi? Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü toplumun tamamının ilgisine lâyık bir şiir peşindeydiler. Türklere mahsus toplumun tamamı hakkında bildikleri neydi? Hiç; ama hiç. Hayır, çünkü istediklerinin gerçekleşmesi toplumun tamamına yeni bir hayat teklif etmekle mümkündü. Elde kapitalizmle baş etmesi mümkün yalnızca var olan dünyaya boyun eğmiş, giderek hayatiyetini beynelmilel kapitalizmin düzgün işlemesinden alan bir eğilim vardı. Marx’ın fikirleri aydınlanmayı aşabilecek dinamizmi temsil etmiyordu. Daha da kötüsü aydınlanma çağına çakılı kalmıştı.     

Şu anda yaşadığımız topraklar bizim, biz Türklerin nerede ve nereli olduğumuza bir delil değil. Çünkü bugün millî sınırlar olarak bildiklerimiz Misâk-ı Millî’den en büyük tavizi Dünya Sistemi’ne verenlere emanet edilmiş yerlerdir. Cumhuriyet idaresinin yüzüncü yılına yaklaşıyoruz ve Seferberlik sonunda ordumuzun sözünün geçtiği yerlerin milletin sözleşmesi olarak bilindiği fikrinden her gün biraz daha uzaklaştık. Uzaklaştırma işini üzerine alanlara her dönemde idarecilik makamı armağan edildi. 37 sene ordumuza dünya üzerinde bir güç vehmedildi. Bu vehmi 27 Mayıs 1960’a kadar koruyabildik. 1946 seçimleri beynelmilel bir skandaldı. Skandaldan arınabilmek için oyların düzgün sayımına razı olundu. Türk milleti kendini idare edecek olanların kimler olmaması hususunu oylarıyla belli etti. Bunun bir geçici heves olmadığını 1954 seçimleri gösterdi. 27 Mayıs sonrası seçimlerin hepsi şöyle veya böyle hileli yönlendirmedir. Kimlerin kimleri manipüle ettiğini bilmiyorum. Türkiye’de oy kullanımının halkın yabancılaştırılması esasına oturmuş kendine has bir kültürü doğdu. Demokrasiden bir şeyler beklenilen günlerde Demokrat İzmir olarak bilinen yer bilhassa 12 Eylül 1980’den itibaren antik veya modern demokrasi düşmanlarının kalesi bilinir oldu.

Bütün bu olup bitenlerin şiirle ve hele de üstü kapalı olarak adlandırılan şiirle hangi bağı olduğuna bizim ülke kaderi hakkındaki kanaatlerimiz karar verir. Ülke kaderi sözü dramatik görünse de daha beter bir adlandırma gereklidir. Ülke kaderi trajiktir. Rezaleti yerinde kavramak için önce Sevr anlaşmasından doğan haklarını talep edenler düşünülmeli ve bu düşünceyi Dünya Sistemi’nin teknolojiyle irtibatı takip etmelidir. İkinci Yeni şiirin a-politik olmasını makbul hale getirdi. Şiirle kat edilebilecek yola devam etmek hem halkın davasının temsilcisi Nazım Hikmet’i, hem halkın zevkinin temsilcisi Orhan Veli’yi konu dışı sayarak mümkün olabilirdi. Her iki yazış tarzı da üzerlerinde I. Cihan Harbi kokusu barındırıyordu. Şiirin özlediği yeni koku, yeni renk ve tarihin kıvrımlarında saklı duran hareket serbestisi bir yerden ele geçirilebilirdi. Üç şair bunu başardıklarına inanarak öldü. Kazın ayağı öyle değildi.

Niçin kazın ayağı biz istedik diye öyle durmuyordu? Çünkü biz kaz değildik ve kaza ayağı hususunda söz dinletemezdik. Şöhretlerine giden yolda ilk hızı İkinci Yeni’den kazananlar ben şiir alanına ilk adımımı attığım sırada (1966) niçin tükenmiş addediliyordu? Bu sualin cevabını bütün sanat dallarında bulabilirsiniz. Pergelin yazmaz sivri ucunun battığı yer sanatçının kendisidir. Yaşadığı günlerin tahlilindeki cazibesinden ötürü Balzac bugün bir antropologmuş gibi algılanıyor. Burjuvazi karşısında aristokrasiyi destekleyişini haklı bulanlar bile var. Antropolog yakıştırmasının sebebini kibar fahişelerin ihtişam ve sefaletinde arayın. Pergelin batan ucunun verdiği acı sanatçının bütün eserlerinde karşımıza çıkacaktır. Her türden sanatçının sadakati hissettiği acıyadır. O yüzden propaganda edilebilen acılardan daha özellikli hislere uzanmak gerekir. Dvorak’ın meslekten trenci olduğunu bilir miydiniz? Ünlü IX. Senfonisini bu bilgi eşliğinde dinleyin o zaman gardaki, dağ başındaki treni hemen tanıyacaksınız. Ne alıp veremediği vardı demir yollarıyla Dvorak’ın? Bunu bilmemiz ne şarttır, ne de gerekli. Bileceğimiz acının sanat eserini doğmağa zorlayan bir illet olduğudur. Ismarlama acıyla sanat eseri doğmaz. Gücünü İkinci Yeni şiirinden alanlar aldıkları gücün kaynağından haberdardır. Tükeniş kendi can acılarını umursamayıştan doğdu. Hele tükendiklerini bildikleri halde “yenilik” tutumunu temsilden çekinmeyişleriyle pişkinlik taslayışları her şeyin üstüne tuz biber ekti.

Ne divan edebiyatının bir kurtuluş ümidi sayılan günlerde, ne de şiirin modernlik tarzını beğenmemize yardımcı olacağı farz edilen günlerde sanat eserleriyle içli dışlı bir Türk toplumu olmadı. Hayatlarını sanat eserinin ele alınışına bağlayan Türklere sık rastlanıldığı günlerimiz yoktu. Türk olduğumuz sadece bir tek şeyden, gözümüzü kırpmadan cihat edişimizden belliydi. İmansız Türk asırlar boyu takyit ile ortaya çıkarılmış bir şeydir. Çeşitli Balkan milletlerinin, Rumların, Ermenilerin, giderek Kürtlerin kendi kimliklerini dışa vuracak bir kültürleri vardı. Türkler onların bencilce övündükleri şeylerle alay ediyorlardı. Türk sanatı, mimari olarak da, bestecilik, nakkaşlık, hattatlık, şairlik olarak da topluma yapışık uğraşlardı. Ne Avrupa’dakilere benzer bir toplum, ne de kendini bu toplumun sıhhatine hizmetle görevli sayan bireyle temasımız oldu. Türk toplumu ne sınıf farkları göz önüne alınınca, ne de mevki ve makam sahibi olma bakımından tecanüs arz etmiyordu. Bir sır vardı ise sanat eseriyle sanatçı arasında kalmıştı. Sanatçıya gıpta ile bakanlara sıkça rastlardınız; ama hiç birinin sanatla sahici bir bağ kurmağa yanaşmadığını anlamak için 10 dakika sarf etmeniz yeterdi. İyi şey ne idiyse o fark ediliyordu Türkiye’de. Farkına varılan için ne yapılabileceğini kimse bilmiyordu. Bu ortamı sevmiştim. Fark edilmek moral veriyordu; ötesine akıl erdirmenin âlemi yoktu.

İsmet Özel, 10 Zilhicce 1441 (31 Temmuz 2020)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.