Küfrün İhsanı Olmaz

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel’in “Küfrün İhsanı Olmaz” adıyla verdiği konferans metnidir. 

Selâmün Aleyküm. Size selâm vermekle bir hüsnüniyet gösterisi yaptım. Çünkü beni dinleyenlerin Müminler olduğunu kabul ederek bu davranışta bulundum. Gayr-i Müslimlere selam verilmez ve gayr-i Müslimlerin selamı alınmaz. Bir gayr-i Müslim bir Müslüman’a şirin görünmek için “Selamün Aleyküm” derse ve Müslüman onun gayr-i Müslim olduğunu bilirse, “Aleyküm Selam” diye cevap vermez, “Ve aleyke” der. Yani senin niyetin neyse o sana kalsın manasında…

Bugün, “Küfrün İhsanı Olmaz” başlıklı bir konuşma sadır olacak benden. Sizler de benim dediğimi kendi kafanıza göre bir yere yerleştireceksiniz. Kendinizin bu ana kadar sahip olduğu zihnî formasyonun gereği olan şeyi yapacaksınız. Yani dünyada bütün insan faaliyetlerinin cereyan ediş tarzı burada da tekrar edilecek. İnsan münasebetlerinde sözü söyleyen o söze muhatap olandan daha ilerde değildir. İnsan münasebetlerinde dinleyen söyleyenden daha önde ve daha ehemmiyetli bir yerdedir. Eğer dinleyenler dinleme konusunda safiyetlerini Allah’ın onlara verdiği tefrik etme kabiliyetini zedelemiş veya kaybetmişlerse neyin söylendiği hiç önemli değildir. O yüzden insanların bir söz karşısında aldıkları şekil dünyayı yeniden manalı hale getirir. Şimdi o halde bu konferansımızın serlevhası olan ibareyle işe başlayalım, “Küfrün ihsanı olmaz.” Böyle bir söz kümesi manalı bir söz mü yani “Küfrün ihsanı olmaz” diyen bir insan anlaşılmaya değer bir şey söylemiş oluyor mu? Bunu fark edebilmek için de bu söz kümesini meydana getiren sözlerin hayatımızda bir yeri olup olmadığını anlamamız lâzım. “Küfr” denen bir kelime var, “ihsan” diye bir kelimemiz var, bir de bunun reddiyesi var, “Küfrün ihsanı olmaz.” Ortadan başlayalım, yani bu sözün manalı bir söz olup olmadığını anlamak için bu üç kelimenin ortasında bulunan kelimeden “ihsan” kelimesinden başlayalım. “İhsan” Türkçede kazandığı mana itibariyle “verilen iyi bir şey” olarak karşılanabilir ama eğer biz Müslüman isek “ihsan” kelimesiyle karşılaştığımız zaman aklımıza Müslüman hayatının nasıl bir çerçevesi olduğu konusunda bir tasvir gelir. Bu tasvir “İslâm, İman, İhsan” şeklindedir. Yani, Müslüman hayatı bahis konusu olduğu zaman insanlar önce Allah’ın iradesini dünyada geçerli ve yürürlükte olan yegâne şey olduğunu kabul etmekle işe başlarlar. Yani salih bir hayat, doğru bir hayat İslâm’la başlar, insanlar “silm”e girerler. Yani Allah’ın iradesine teslim olurlar. Bu teslim oluşta özel bir tahlil, özel bir tahsil gerekli değildir. Birçok önemsiz sayılabilecek sebeplerden dolayı insan İslâm’a girebilir. İslâm insanın Allah’ın iradesinin geçerli olduğunu, başka hiçbir şeyin geçerli olmadığını kabul ile başlayan bir şeydir. Bu kabulün bir mantık dayanağı ya da bir gerekçesi olması şart değildir. Ya da çok farklı gerekçelerle insan bu hale rıza göstermiş olabilir. Bu bakımdan deriz ki: “İslâm dıştadır, iman içtedir.” Çünkü -ayetle de tespit olduğu üzere- insanlar önce Müslüman olurlar, Mümin olmaları Müslüman olmalarından sonra gelen bir safhadır. “İman henüz kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat:14) İşte bu iki safhadan sonra bir “ihsan safhası” vardır. Yani insan Allah’ın iradesinin her şeyden önce geçerli olduğunu kabul eder, sonra bu bir emniyet hissi, bir sarsılmaz güven alanı temin eder. Allah’ın iradesinin her şeyde geçerli olduğunu bilmekten ve kabul etmekten dolayı insan kimsenin elinden alamadığı bir emniyet sahasına sahip olur. Bu imandır. Bundan sonra da “ihsan safhası” gelir ki, bu insanın İslâm içinde iman sahibi olarak kendinin dışındakilere sağladığı faydadır. Yani Allah artık onu başkaları için de -sadece kendisi için değil başkaları için de, ateşten korumuş olmak bakımından değil başkalarına faydası dokunmuş olarak da- mükâfatlandırmıştır. Ona bir ihsan imkânı bahşedilmiştir. “Küfrün ihsanı olmaz’’ dediğimiz zaman eğer Müslüman değilseniz, Mümin değilseniz sizin “iyi” diye bildiğiniz şeyler size yarasın diye değil, sizi muhakeme etsin diye verilmiş şeylerdir. Yani eğer Müslim değilseniz, Mümin değilseniz, elinizde iyi şeyler olduğunu, size iyi şeyler bırakılmış olduğunu farz ediyorsanız bilin ki bunlar, size yarayacak şeyler olmaktan uzakta fakat sizi muhakeme etmek üzere, sizin ayağınızın nerede kaydığını anlamanız üzere, size imtihan vesilesi olarak yaklaştırılmış şeyler olduğunu bilmeniz lâzım. 

Biz ‘’Küfrün ihsanı olmaz’’ sözünü belki yersiz yere sarf ediyoruz. Yani bu söz kompozisyonu, bu söz dizimi belki de söylenmemesi gereken bir söz. Çünkü insanlar bütün hayatlarını “Küfrün ihsanı olur” düşüncesi ve inanışı ile tanzim etmişlerse, “iyi” diye bildikleri herşey kâfirlerin onlara temin ettikleri şeylerse, onlar için “Küfrün ihsanı olmaz’’ sözü lüzumsuz, yersiz bir sözdür. O halde bu sözün lüzumlu, yerli ve yerli-yerinde bir söz olduğunu anlamamıza yarayacak bir açıklama peşinde gidelim. “Küfür” kelimesini niçin zikrediyoruz. Hayatımızda “küfür” kelimesini kullanmamıza sebep olacak bir durum mu var? Nerden çıktı bu küfür? Niye küfürden ve kâfirden bahsediyoruz?  

“Küfrün ihsanı olmaz” lafının manalı bir laf olduğunu anlayabilmek için küfrün manalı bir şey olduğunu önce bilmemiz lâzım. Küfür diye bir şey olur mu - olmaz mı, niye birilerine kâfir diyelim, demesek olmaz mı, hatta daha iyi olmaz mı? Bu sorular bugün dünyamızda çok hâkim olan bir şey. Ama insanlar kafalarını bu şekilde çalıştırmaktan korkuyorlar, çünkü içlerinde paçalarının birçok alanda sıkışacağı sezgisi var. 

Biraz önce İslâm, iman, ihsan sıralaması dolayısıyla imandan bahsettik. Şimdi de konuşmamızın serlevhası sebebiyle küfür kelimesine takıldık. Nedir küfür? Kelime manası itibariyle “örtülmüş şey” diyoruz. Arapça bilenler bilir, Arapçada çiftçi için de kâfir denir. Neden? Çünkü ziraat bir bakıma tohumun üstü örtülerek yapılan bir şeydir. Bütün ziraat böyle yapılmaz ama böyle bir ziraat tarzı vardır. Yani toprağı sürersiniz sonra tohumu ekersiniz. Ve tohum toprağın altında kalır. Veyahut eğer bostan işiyse zaten, eğer fideyle yetişmiyorsa teker teker tohumlar toprağa -toprağın altına- iner ve onun üzeri kapalıdır. Yani kâfir, tohumun üstünü örten kişidir. Kelime manası, etimolojik manası budur. Küfür, hakikatin üstünün örtülmüş olması halidir. Yani hakikatin üstü örtüldüyse ortada küfür vardır. Peki, hakikat nedir? Hakikat de nerden çıktı? Ya da hakikat diye bir şey lâzım mı, olmazsa olmaz mı? Hakikat “Lâilâhe illallah Muhammedun Rasulullah” ibaresidir. Kelime-i Tevhid’e “hakikat” diyoruz. Dolayısıyla kâfir bu hakikati örten kişidir. Ama aklımıza hemencecik şu gelecek. Yani “Kur’an nazil olmadan önce hakikat yok muydu?” “Lâilâhe illallah Muhammedun Rasulullah” eğer hakikat ise, “hakikat” ancak Rasulullah’ın risaleti ile mi başlayan bir şeydir? Hayır, hakikat insanın yaradılmasıyla başlamış bir şeydir. Fakat Hakikat-i Muhammedî, Âdem Aleyhisselâm balçıkla beden arasında iken yaratılmıştır. İnsanlar Rasul-i Ekrem’in son peygamber olduğunu bilirler, hiç şüphesiz ki öyledir. Fakat son peygamber bize Âdem yaratılmadan önce doğmuş olan hakikatin, Hakikat-i Muhammedî’nin kıyamete kadar yürürlükte kalacağını söyleyen son peygamberdir. Hakikat, hem Âdem(as) yaratılmadan önce doğmuş bir şeydir ve bunun adı Hakikat-i Muhammedî’dir. Hem de “hakikat” bir mesele olarak Âdem Aleyhisselam’ın yaratılmasıyla başlamış bir şeydir. Nasıl? Hepinizin bildiği şekilde, yani Âdem (as) yaratıldıktan sonra Allah bütün meleklere -Allah Âdem’i (as) yarattıktan sonra ona bütün kelimeleri öğretti ve büyük bir ihtimalle Âdem’in (as) kelimeler bilgisi sebebiyle (hangi sebeple Allah’ın (cc) meleklere Âdem’e (as) secde etmeleri emrini verdiğini kesin hükme bağlamamak için ‘büyük bir ihtimal’ diyorum)- Âdem’e (as) secde etmelerini emretti. Bu emre itaat etmeyen İblis oldu. İşte bu zamandan itibaren, yani Âdem’in (as) yaratılmış olmasından itibaren, kâinatta imanla küfür arasında bir zıtlaşma, bir çatışma hatta bir mukatele şartı doğdu. İblisin Âdem’e(as) itaat etmeme gerekçesi kibirdi. Çünkü İblis kendisinin ateşten yaratıldığını Âdem’in(as) ise balçıktan yaratıldığını gerekçe göstererek Âdem’e(as) secde etmedi. Yani balçık Âdem’in (as) hammaddesi olduğu için ve ateş İblis’e göre daha yukarıda bir unsur olduğu için, İblis Âdem’e (as) itaat etmeyi reddetti. Buradan öğreneceğimiz şey, insanın veya meleğin Allah’ın (cc) emrini esas almak yerine kendi reyini ileri sürmesi, hem azgınlığa hem de küfre sebep oluyor. İnsanların bütün çağlarda, bütün zamanlarda karşı karşıya olduğu şey budur. Bir tarafta Allah’ın emri vardır, bir tarafta da kendisine bu emri yerine getirmek üzere verilmiş olan rey hasleti vardır. İnsan bu hasleti, yani itaat etme gücünü, itaat etme kapasitesini isyan için bir gerekçe haline getirebiliyorsa insan bir şekilde şeytanlaşmış olur. Şimdi “bütün bunlar efsanevî şeylerdir, bütün bunlar mitolojidir” diye düşünen insanlar olabilir ve “ben böyle şeylerle uğraşmayacağım, gideceğim pozitif bilimlerle uğraşacağım, onlar ne diyorsa o bana gerekli olan şeyi veriyor” diye düşünen insanlar olabilir. Zaten şu anda dünya da bu mantık üzere tanzim edilmiş. Ben bunu “Küfrün ihsanı olmaz” ibaresinin anlaşılmasına yardımcı olmak için söyledim. Yani dünyada küfür ve iman arasında Âdem’in (as) yaratılışından itibaren bir zıtlaşma var. Bunu bilmemiz lâzım. Ha, “böyle bir şey yok” diyerek kendi reyine itibar eden insanlar bir yol tutturabilirler. Ama eğer dünyada kâinatın yaratılmasından, Âdem Aleyhisselam’ın yaratılmasından itibaren bir küfür-iman çatışması ve zıtlaşması ve mukatele şartı doğdu veya doğmadı deniliyorsa bu, insanların kavrayış seviyeleri ile alâkalı bir şey. 

Dediğim gibi ben ibarenin nereye oturduğunu anlatmak için bunları zikrettim. Ama bundan sonra, size bazılarına mitolojik, efsanevî gibi gelen ifadelerden sakınarak, onları yedeğe alarak konuşacağım. Bazılarına bu daha anlaşılır gelecektir. “Küfrün ihsanı olmaz” demekle size bugün yaşama imkânları olarak sunulan şeylerin -eğer bunlar küfür sisteminin ayakta durmasına yarayan şeylerse- aleyhinize olduğunu anlatmak üzere bir izahat alanı seçiyorum. Birileri “teknolojinin nimetleri” gibi bir ibare kullanıyorsa bunun bir ifade bozukluğu olduğunu anlatmaya çalışacağım. “Nimet” ve “teknoloji” kelimelerinin yan yana gelmesine imkân yoktur. 

Ben dilimin döndüğünce size “Türkiye’de işimizin ne olması gerektiği” hususunu izaha çalışacağım. Ne demek Türkiye’de işimizin ne olması? Bugün Türkiye’nin Türkiye olarak ömrünün tükendiğini düşünen insanlar var. Bugün aktüel olarak, meselâ bir T.C. tartışması var biliyorsunuz. Bu fantezi bir şey değil. Doğrudan doğruya Türkiye’nin darü’l-İslâm olarak vadesinin dolduğunu düşünen insanlar var. Bu hesapları yapan insanlar var ve bunların hesapları da Türkiye’de yapacak işinin ne olduğunu bilmeyen insanlar tarafından kolaylaştırılıyor. Böylece bu hesaplar rahatça kuvveden fiile geçebiliyor. Her fırsatta anlatmaya çalıştığım şey şu: Araplar Endülüs’te 800 sene kaldılar. Türklerin de üzerinde yaşadığımız bu topraklarda kalma süresi bugünlerde bu kadar zamana denk geliyor. Yani bugün Endülüs topraklarında Müslümanlardan söz etmek sadece “ilginç olmak” demek. Müslüman hiç yok değil, ama Reconquista dediğimiz hareketle beraber İberik Yarımadası Müslümanlardan ve Yahudilerden arıtıldı, temizlendi. Türkiye topraklarının da böyle bir âkıbete uğraması çok zor değil. Yani bugünkü siyasî gelişmeler bunu gerçekleştirecek şekilde yürüyor. Türkiye’den bir daha “darü’l-İslâm olarak bahsetmeme” bugün Türkiye’de resmî politikadır. Türkiye’de yapılacak işin ne olduğunu anlamak için birtakım şeyleri hesaba katmamız lâzım. Bunların başında kâinat yaratıldığından bu yana, Âdem Aleyhisselam yaratıldığından bu yana, imanla küfür arasında bir zıtlaşma olup olmadığını esas almak geliyor. Böyle bir zıtlaşma “yoktur” diyenler bir yerdeler, “vardır” diyenler benimle bir yerdeler. 

Küfürle iman arasında bir çatışma vardır ve küfrün ihsanı olmaz! İhsan ancak imandan sonra gelir. Önce İslâm, sonra iman, sonra ihsan. Küfrün ihsanı olmaz! O babda telaffuz edilecek bir ibare yok. Bir şeylerin bize öğretilenden farklı olduğunu anlamamız lâzım. Bize bir şeyler öğretildi ama bu öğretilenler, öğretenler tarafından bilhassa şekillendirildi. Şimdi dünyada bilgi meselesinde hükümran olanlar Müslümanlar mı, bunu söyleyebilir misiniz? Hayır, bilgi meselesinde hükümran olanlar gayr-i Müslimler. Dolayısıyla biz İslâm hakkında bildiklerimizin çoğunu -ben biraz insaflı davranıyorum çoğunu diyorum, aslında hepsini- Müslüman olmayanlardan öğreniyoruz. Türkiye’de İlahiyat Fakültelerinde, Müslüman olanların değil müsteşriklerin görüşleri doğru görüş olarak tahsile konu oluyor. Şimdi o halde bizim imanımızın -eğer mümin olabildiysek- gereği olan bir zihnî sahayı ele geçirmemiz lâzım. Bunu tabii ki vakıaları tanıyarak, hangi vakıanın hangi vakıadan sonra önce geldiğini anlayarak hal yoluna sokabiliriz. 

İnsanlık tarihinde iki esaslı kırılma var. Birisi Kur’an-ı Kerim’in nazil oluşu, ikincisi bugün Türkiye adını verdiğimiz toprakların darü’l-İslâm haline gelişidir. İnsanlık tarihinde bu iki büyük kırılmadan başka bir şey yok. Var diye kitaplar yazıyor ama bu, o kitapları yazanların inançları ve dünyaya bakışları yüzünden öyle… Dünyada henüz bir İslâm Tarihi ve Türk Tarihi yazılabilmiş değil. Biz devamlı olarak gayr-i Müslimlerin ve Türk olmayanların bu konuda depoladıkları şeylerle meşgul oluyoruz. Şimdi ben bir laf söylüyorum, arkasından uzun uzun bu lafı neden söylediğimi izah etmeye çalışıyorum. Bunu yapmayacağım, bundan sonra insanlar kafalarında nereye yerleştirirlerse yerleştirsinler. Çünkü asıl konuya bir türlü giremiyorum; size “Bakın arkadaş, ben bunu söylüyorum ama aslında bu işin mazereti şudur...” diye izah ederek vakit kaybediyorum. 

Dünya tarihinde, insanlık tarihinde iki büyük kırılma var. Birisi Kur’an-ı Kerim’in nazil olması, diğeri bugün Türkiye toprakları dediğimiz yerin darü’l-İslâm hale gelmesi. Bunları bir anlamamız lâzım. Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasının insanlık bakımından önemi nedir? Neden bir kırılma olsun bu? İşte “Allah dört kitap indirmiş sonuncusu da Kur’an” deyip anlıyormuş gibi yapabilirsiniz, öyle değil. Çünkü bizim dört kitap olarak kabul ettiğimiz şeyler ortada mı, değil mi onları bilmiyoruz. Yani Tevrat, Zebur, İncil hakikaten var mı yok mu bugün? O hususen bir tetkik ve münakaşa konusu. 

Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasının insanlık tarihi bakımından önemi ve kırılma noktası oluşunun sebebi bizim bilginin kaynağı olarak neyi tanımamız gerektiği sebebiyledir ya da yüzündendir. İslâm düşüncesinde “akıl mı, nakil mi esastır” şeklinde bir bölünme olduğunu biliyoruz. Yani insanlar dünya hakkında, dünya karşısında ne halde olduklarını, dünya hakkında bilgi edinmenin neye tekabül ettiğini Kur’an’ın nazil olması sebebiyle anladılar. Bu daha önce, Âdem Aleyhisselam’dan beri görülmemiş bir şeydi. Yani Allah daha önce Tevrat’ı Musa’ya (as), İncil’i İsa’ya (as), Zebur’u Davud’a (as) verdi. Ama insanlar bütün indirilen kitapların kendi menfaatlerine göre yeniden tanziminde muvaffakiyet elde ettiler. Kur’an’ın nazil olmasıyla beraber böyle bir şeyi yapamayacakları bir kaynak doğdu. Yani kıyamete kadar insanları doğru yolu bulmada mürâcaat edebilecekleri bir kaynak doğdu. Bu kaynak başından beri hakikat olarak bildiğimiz şeyin kavranılmasına yarayan bir şeydi. Yani Âdem’in (as) yaratılışından beri bilginin kaynağı olarak farkına varılmış olan hakikat, Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasıyla beraber aynı zamanda senet haline geldi. Kur’an-ı Kerim’in nazil olması insanlara -diyelim ki- bir gelişme imkânı sağladı. Bu gelişme imkânı, sonunda dünya şartlarının insanları tatmin ettiği bir safhaya geldi. Yani insanlar Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasıyla -diyelim ki- kazançlarını bir tatmin noktasına getirdiler. Dikkat edilmesi gereken şey şu ki, Türkiye toprakları -eğer tarih atlaslarına bakarsanız İslâm’ın en çok yayıldığı zamanlarda bile- Müslümanların hâkim oldukları topraklar değildir. Yani Türkler bu toprakları vatanları haline getirinceye kadar buralar gayr-i Müslimlerin hükümran oldukları alandı. Şimdi insanlık tarihinde iki kırılma olduğunu söyledim. Birincisi Kur’an-ı Kerim’in nazil olması diğeri Türkiye topraklarının darü’l-İslâm haline gelmesi ve Türklerin vatanı olması. Yani eğer Kur’an nazil olmasaydı insanlar bilginin kaynağı olarak Allah’ın indirdiğini değil, kendi reylerini esas alacaklardı. İnsanlık böyle bir çizgi takip ediyordu. Demek ki kırılma esas itibariyle naklin öğrenmede esas olduğunu anlamak hususundadır. Akıl değil nakil meselesi Kur’an’ın nazil olmasıyla elimize geçen bir imkândır. Türklerin yaşadığımız toprakları vatan haline getirmeleri de Allah’ın emrine itaat etmeyenlerin otorite tesisinde imkânlarını kaybedecekleri yolundadır. Yani Türkiye toprakları darü’l-İslâm oldu ve Türklerin vatanı oldu, bu, insanlık tarihinde Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasından sonra ikinci kırılma. Neyi öğretiyor bize? Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin, hükmetme gücünü kaybettiklerini ve kaybetmeleri gerektiğini öğretiyor. Allah’tan bize gelen şeyden başkasını bilgi tanımamak ve Allah’ın emrini hiçe sayanların otorite tesis etmelerini imkânsız hale getirmek, bize yeryüzünde insan olarak bulunuşumuzun manasını öğretiyor. 

Şimdi imanla küfür arasındaki çatışma, zıtlık aynı zamanda Müslim - gayr-i Müslim çatışması ve zıtlığı manasına mı gelir? Eğer iman bir şeyi öne çıkarıyorsa öne çıkardığı şey sebebiyle neyi geriletiyor ve neyi etkisiz bırakıyor?  Bu, bizim kendi tarihimizi anlamamızla fark edeceğimiz bir şey ve bugün eğer Türkiye’de yaşayan bir insan olarak üzerimize bir şey düşüyorsa onu anlamamıza yarayacak olan bir şey. Kestirmeden giderek şunu söyleyebiliriz: “Acaba dünyadaki insanlık tarihi boyunca yürürlükte olan iman-küfür çatışması bugün kapitalizmin kabulü-kapitalizmin reddi çatışmasına inkılâp etmiş midir?” Yani bugün dünyada kapitalizmi reddetmek imana açılan bir yol mudur? Kapitalizmi esas saymak küfrün idamesine yarayan bir şey midir? Bu konuda zihnimizi aydınlatmak dünya tarihi boyunca, insanlık tarihi boyunca iman-küfür çatışmasına bir mana vermemizi kolaylaştıracak.

Biz Türklerin bir vatanı var ve bu vatan iki kere bizim oldu. Birincisi XIII. asırda bu topraklarda gayr-i Müslim otoritenin asla söz sahibi olamayacağının dünyaya tasdik ettirilmesiyle oldu. Yani 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra, iki asır boyunca bu topraklar, Müslümandan başkasının söz sahibi olamayacağı bir alan şekline getirildi. İki asır içinde yani XIII. asırda burası bir tartışmasız darü’l-İslâm oldu ve aynı zamanda Türklerin vatanı oldu. İkinci vatanlaşma hâdisesi de İstiklâl Harbi’nin sonundadır. Yani İstiklâl Harbi verildi ve Türklerin vatan sahibi olduğu dünyaya ikinci kez kabul ettirildi. Birincisinde Türkler olarak müesses bir durumdaydık, tesis ediyorduk. İkincisinde ise müdafaa halindeydik. Yani tarihten silinmediğimizi dünyaya göstermemiz suretiyle bir vatanımız oldu. Yani 1918 yılında Türkler tarihten silinecekti; bu, İstiklâl Harbi verilerek imkânsız hale getirildi. Yani Türkleri tarihten silemediler. 

Biz, Birinci Cihan Harbi’ne Türkler olarak seferberlik adını veriyoruz. Yani biz Birinci Cihan Harbi sırasında tarihten tard edilmemek için seferber olduk. Bu seferberlik sonunda ne yaptık? Başarısızlığa uğradık. Yani Birinci Dünya Savaşı sonunda mağlupların arasındaydık ve seferberliğimiz boşa çıkmıştı. Sevr Antlaşması’nı harita olarak çizilmiş halini göz önüne getirin. 1920 yılında Osmanlı İmparatorluğu olarak gösterilen yer, bugünkü Türkiye’nin beşte biri kadar olan bir yerdir. Ama böyle olmadı. Biz bir İstiklâl Harbi verdik ve bu, Türkiye’nin dünyada kuvvetli sayılan bütün unsurlar tarafından varlığının tanınması sonucuna vardı. Dediğim gibi bir İslâm Tarihi, bir Türk Tarihi hiç yazılmadığı için birçok şeyi çarpık, sakat olarak biliyoruz. Türkiye’de yaşayan insanlar olarak her şeyi sakat olarak biliyoruz. Neden? Bizim birçok şeyi sakat olarak bilmemizin delili şudur: Şu andaki durumu bilmiyorum ama ben tahsil ederken Türkiye’de mektep çocuklarına iki tarih öğretilirdi. Bunlardan bir tanesi normal tarih dersi diğeri ise lisede başlayan İnkılâp Tarihi dersi idi. Eğer tarih dersinde söylenen şeyler İnkılâp Tarihi dersinde söylenen şeylerden farksız ise bunları o dersin içine kaynatabilirsiniz, sokabilirsiniz. Veyahut sadece İnkılâp Tarihi okutursunuz böylece bütün tarihte -yani o günlere gelinceye kadar- nelerin yaşandığını öğretirsiniz. Türkiye’de böyle bir şey yapılmadı.  Yani Türk çocukları sanki şizofrenmişler gibi bir tarih bilincine sahip oldular, bir de İnkılâp Tarihi bilincine sahip oldular. Böyle bir şey yaşandı Türkiye’de ve hâlâ bugün bunun sarsıntılarını hissediyoruz. İnkılâp Tarihinde Türkiye’de Cumhuriyet’ten sonra itibarlı olan insanların temize çıkmalarına sebep olacak şeyler öğretildi Türk çocuklarına. Ama tarih dersinde bu sefer Fransız çocuklarının mektepte okudukları şeyler öğretildi. Dolayısıyla doğru bir şey bilmemize tarih açısından hiçbir imkân yok. Mesela bu konuda çok yaygın kanaat bizim Cumhuriyetle birlikte Misak-ı Millî sınırlarına kavuştuğumuzdur. Bu tamamen yalandır. İstiklâl Harbi sonunda biz Misak-ı Millî sınırlarını feda ederek devlet kurabildik. Ben İstiklâl Marşı Derneği’nin Gaziantep Şubesi açılışında birer birer sınırlarımızın nasıl çekildiğine dair bir izahta bulundum. Burada onu tekrar edecek değilim. En eski sınırımız biliyorsunuz İran’la olan Kasr-ı Şirin Antlaşması dolayısıyla çekilen sınırdır. Ondan sonrakilerin hikâyeleri tamamen İstiklâl Harbi’yle alâkalı bir şeydir. Ben sadece şu kadarını size söyleyeyim: Biz Misak-ı Millî sınırlarını elimizde tutarak bir Türkiye Cumhuriyeti’ne ulaşmadık. Biz Misak-ı Millî’yi feda ederek ancak devlet kurma imkânını bir şekilde elde edebildik. Aslında şöyle bir formülasyon yanlış değildir. “Türkiye toprakları kâfirlerden kaçırılmış topraklardır.” Yani biz, ancak bu kadarını kurtarabildik. Yoksa Misak-ı Millî’yi gerçekleştiremedik. Çünkü Misak-ı Millî’nin içinde Batum var, Misak-ı Millî’nin içinde Kerkük var,  Misak-ı Millî’nin içinde Selanik var. Misak-ı Millî’nin sınırları Haleb’in 20 kilometre güneyinden geçiyor. Onun için, Lozan Antlaşması’nı Birinci Meclis tasdik etmeyeceği için Birinci Meclis tasfiye edildi ve Lozan Antlaşması’na el kaldıracak olan ısmarlama milletvekilleri temin edildi ve bizim böyle bir vatanımız var. Ama çok şükür, çünkü biz sıfırla bir arasında bir tercihe icbar edildik. Ya hiç vatanımız olmayacaktı veyahut bu vatana razı olacaktık. O yüzden bütün Cumhuriyet tarihi boyunca insanlar devlet idarecilerinin kötü bir şey yaptıkları fikrini kafalarında taşımadılar. Çünkü “Hiç olmazsa bir vatanımız var!” dediler. Hiç olmayabilirdi. Bunu insanların bilhassa siz yaşta -Ben 1944 doğumluyum. Ne zaman doğdum ben, Amerikan askerlerinin Almanya sınırını geçtiği günlerde doğdum. Türkiye savaşa girmemişti.- anlaması zor. Bunu anlamak için bizim İstiklâl Harbi’nde neyi temin ettiğimizi anlamamız lâzım. 1918 yılında Birinci Cihan Harbi bittiği zaman -bunu kafanızdan hiç çıkarmayın, bunu asla kafanızdan çıkarmayın- Türk Bayrağı’nın altı can ve mal emniyeti bakımından en tekinsiz, en güvenilmez, en tehlikeli yerdi. 1918 yılında Türk Bayrağı’nın altı en belâlı yerdi. Herkes Yunan Bayrağı’nın, İtalyan Bayrağı’nın, Fransız Bayrağı’nın, İngiliz Bayrağı’nın ve en güvenlisi olarak Amerikan Bayrağı’nın atında kendine bir yer açmaya çalışıyordu. Ama Allah nasip etti, Allah müminlerin duasını kabul etti, gayretlerini mükâfatlandırdı ve verdiğimiz İstiklâl Harbi sonunda ne oldu, bu topraklarda Türk Bayrağı’nın altı en güvenilir yer oldu. En belâlı yer olmaktan çıktı, en güvenilir yer oldu. Biz hâlâ bu güveni yaşıyoruz. Türk Bayrağı’nın adının değiştirilmesini söyleyen hainler de bugün Türkiye’de söz sahibi, yetkili ve etkili. Türk Bayrağı’nın adının değiştirilmesini teklif ediyorlar. “Devlet Bayrağı olsun” diyorlar. Türk kelimesinden kaçmak ve Türk kelimesini itibarsızlaştırmak… Yani 1918 yılında kâfirliği tamamen belli olan kâfirlerin bize yapmak istediği şeyi bugün Müslümanmış gibi görünen kâfirler yapmak istiyor. Türk dediğimiz zaman Müslümandan başka bir şeyin anlaşılmasının imkânsız olduğunu size ispat etmek zorunda değilim. Sadece haber veriyorum.

İman küfür çatışması bugün kapitalizm antikapitalizm çatışması şekline bürünmüş müdür? Bunu anlamak mühim bir noktayı yakalamak derecesindedir. Ben bir parantez olarak İstiklâl Harbi’yle ilgili yani Türkiye topraklarının vatanlaşmasıyla ilgili şeyi söyledim. Asıl mesele bizim Türkiye topraklarını vatan kılmamızla beraber dünyadaki kırılmanın ne olduğunu anlamaktır. Biz Türkiye topraklarını vatan kıldığımız zaman dünyada ne oldu? Şu oldu: İslâm bu topraklarda Âdem Aleyhisselâm’dan beri yaşamakta olan hakikatle temas kurdu ve biz burada Türkler olarak bütün dünyanın hayranlıkla müşahede ettiği bir düzen, bir sistem, bir işleyiş biçimi kurduk. Türkler önce Gaza Beylikleri yoluyla bu toprakları İslâmlaştırdılar, sonra Osmanlılar bir merkezi birlik tesis ettiler. Bu da ayrıca konuşulması, tartışılması gereken bir şeydir. Neler oldu, neler olmadı… Ama Osmanlı devlet fikri, İstanbul’un fethiyle beraber kendi özlemlerini gerçekleştirdi. Yani özlemlerini özlem olmaktan çıkardı, birer vakıa şekline soktu. Osmanlılar İstanbul’un fethi sonrasında bir dünyevi üstünlük alanı ele geçirdiler. Fakat bu dünyevi üstünlük alanı Kur’an ve sünnetin bizden beklediği üstünlük alanı değildi. Kur’an ve sünnet bütün insanların farkına varmaları gereken hakikat hizmetinde Müslüman faaliyeti öneriyor. Kur’an nazil olduğu zaman dünyada Kisra ve Kayzer büyük güçler olarak mevcut idiler. Ve bilenler bilir, Hendek Savaşı sırasında hendekler kazılırken Rasul-i Ekrem her kazma darbesinin Kisra’nın ve Kayzer’in sarayına inen darbeler olduğunu söylemiştir. Yani Müslüman olmak demek dünyevî bir gücün başka insanlar üzerinde hâkimiyet kurması demek değildir. Müslüman olmak demek bütün insanların beslenebileceği bir hakikat kaynağının mevcut olduğunu bildirmek demektir. Cihad İlây-ı Kelimetullah için yapılır, başka hiçbir gaye için değil. Yani eğer insanlar Allah’ın (cc) kitabını başka insanların ıttılaına arz etmek üzere hareket etmişlerse ancak onlara mücahit denir, onlar cihad yapıyorlardır.

Osmanlı düzeni Kisra ve Kayzer’in gücünün yerini tutabilecek, onların gücünü sıfırlayarak değil, onların insanlara olan muamelesinin daha yumuşağını, daha kabul edilebilir olanını göstererek dünyada bir üstünlük tesis etti. Fakat bu üstünlük yüzyıllar boyunca, en azından İnebahtı’da Türk Donanması’nın yakıldığı güne kadar İslâm’ın gücü olarak anlaşıldı. Osmanlı üstünlüğü İnebahtı’ya kadar İslâm’ın gücü olarak anlaşıldı. Böyle miydi değil miydi, dediğim gibi bunu konuşmamız lâzım. Ama dikkat etmemiz gereken şey şudur. İstanbul’un fethiyle beraber bir nizam tesis edildi. Bu nizam o güne kadar insanların “keşke şöyle olsaydı” diye gönüllerinden geçirdikleri nizama çok benziyordu. Yani devlet idaresinin emri altında olan insanların güvenliğini ve gelişme imkânlarını bir garanti altına alması demekti. Fatih Sultan Mehmet ile başlayan Klasik Osmanlı Düzeni, yani bir otorite var. Bu merkezî otorite emri altındaki insanları hem kişisel gelişmeleri bakımından hem de hayatlarının idamesi bakımından güvende tutuyor, onlara hayat hakkı tanıyordu. Bu, Antik Çağ’dan beri insanların “keşke öyle olsaydı” dediği bir şeydi ve gerçekleşti. Ama dediğim gibi bu, İslâm’ın hedefi değildi. Bu, diğer gelişmenin hedefiydi. Yani insanlık tarihindeki iki kırılmanın varacağı sonuç bu değildi. Ama bir tarafta küfür dünyası bir tarafta İslâm dünyası varmış gibi bir algı doğdu, uzunca bir zaman da gitti bu. İstanbul’un fethiyle beraber burada ne oldu? Şu oldu: Fatih Sultan Mehmet,  Rum Ortodoks Patriğini yanına çağırdı ve ona bir berat verdi. Bu beratta Rum Ortodoks Patriği, Bizans döneminde olduğu gibi Rum Ortodoks Patriği olarak tasdik ediliyordu. Bu hâdise hâlâ şu anda Fener Patrikhanesi’nde mozaikle resmedilmiş haldedir. Yani Rum Ortodoks Kilisesi için bu fevkalâde önemli bir şeydir. Yani Fatih Sultan Mehmet Rum Ortodoks Patriğine eskiden olduğu gibi hâlâ Patrik olduğunu tasdik eden bir belge verdi. Ne oldu biliyor musunuz? Bu, Patrikhanenin Bizans döneminde gücü bir idiyse Osmanlı hâkimiyeti altında gücünün beş olmasını sağladı. Manasını size izah edeyim. İmparatorun Hıristiyan olduğu zamanda Patrikhane, Rum Ortodoksların sadece ruhuna hükmediyordu. Ama İmparatorun sarıklı olduğu, -imparator değildi artık- Sultanın hükümran olduğu, Müslüman olduğu bir idare tarzında ise Patrikhane ticaret, miras ve sosyal hayatın tanzimi konusunda Rum Ortodoks cemaatinin yegâne mürâcaat alanı oldu. Yani artık Hıristiyan bir imparator yoktu. Sadece Patrikhane vardı. Dolayısıyla Patrikhanenin gücü İstanbul’un Türkler tarafından fethi sonunda azalmak yerine arttı. Fatih Sultan Mehmet bunu yapmakla kalmadı, Ermenileri, Ermeni papazlarını çağırdı yanına ve onlara dedi ki: “Aranızdan bir Patrik seçin.” Ve böylece Ermeniler, Hıristiyan oldukları zamandan o güne kadar sahip olmadıkları bir şeye sahip oldular, bir dinî otorite tesis ettiler. Yani Ermeni Patrikliği, Fatih’in emriyle kuruldu. Onlar kendi aralarında bir Patrik seçtiler ve Sultan olarak da Fatih Sultan Mehmet onu tanıdı. Bu yüzden hâlâ her sene Fatih Sultan Mehmet’in ruhuna Ermeni Patrikliği bir ayin düzenler. Bunları niçin söylüyorum? Osmanlı idaresi İslâmî bir idare değildi. Osmanlı idaresi, kendini ancak İslâm’la tezkiye edebilen bir idareydi ve bu yüzden de Müslümanların güçlü oldukları bir yönetimdi. Şu manada; devlet idaresi şeriatla muaheze edilebiliyordu. Yani sen bir İslâm Devleti olduğunu söyleyebiliyorsun, o halde “Bunun neresi İslâmî?” diye devlet idaresine bir eleştiri yöneltmek mümkün idi. Ve bu yüzden de bir milletler sistemi kuruldu. Şimdi asıl söylemek istediğim şey: Bir Osmanlı düzeni var, bu Osmanlı düzeni Antik Çağ’dan bu yana insanların özleyip de bulamadığı bir idare tarzı kurmuş. Bu İslâmi bir idare tarzı değil ama insanların çok istedikleri bir şey, özel hayatınıza karışılmıyor,  devlet bütün insan faaliyetlerinde hakem rolünde, enflasyon yok, bütün malların fiyatı narhla belirlenmiş, meslekler, sosyal ilişkiler, bütün fonksiyonlar kurala bağlanmış ve kural dışına çıkan herkes ağır bir şekilde cezalandırılıyor. Müslüman olsunlar veya olmasınlar, böyle bir düzen insanların -suç işlemedikleri takdirde- keyif çattıkları bir düzen. XVII. yüzyıla kadar dünyada askerî güç ve malî imkânlar bakımında daha üstün bir organizasyona sahip bir toplum yok. Ama İstanbul’un fethiyle kurulan düzen batıda “Türklerin üstünlüğüne nasıl meydan okunabilir?” fikrini yükseltiyor ve bugün Rönesans diye adlandırılan hareket doğrudan doğruya Türklerin üstünlüğünün gölgelenmesi ümidi ile başlayan bir şey. Şimdi biz bu kelimeyi kullanıyoruz: “Rönesans, yeniden doğuş”. Ama bu kelime XIX. yüzyılda yerleşmiş bir kelimedir. Yani Batı Medeniyetinin dünyada en büyük gücü temsil ettiği batılılar tarafından yaşandığı, hissedildiği zaman da “Biz, nasıl oldu da güçlü olabildik?’’ sorusunu sorup, geriye doğru “Rönesans”ı adlandırdılar. Yoksa Rönesans döneminde “Arkadaşlar, yeniden doğacağız!” falan filan diye bir şey yok. Zaten Rönesans kültürü de büyük ölçüde İslâm Medeniyeti’nin verimlerini öğrenmeye dönük bir kültürdür. Yani “Nasıl oldu da Müslümanlar dünyada bu kadar güçlü oldular?” sorusu Rönesans düşünürlerinin meselesiydi. Aynı şekilde “İstanbul merkezli hâkimiyet alanının, aşılabilmesi için ideal mekanizma nasıl olabilir?” Bu da, batıda ütopyacılığı doğurdu. Batıda Campanella’dan, Thomas Morus’a kadar bütün insanlar “Bu Türklerin idaresinden daha iyisi nasıl doğabilir?” diye ütopik düzenler ürettiler. Şimdi bu zıtlık, yani Türk topraklarında bütün dünyada hayranlıkla nazar atfedilen ve gıpta edilen bir sistem işlerken batıda yeni bir oluşum doğuyor. Bu oluşum, mal mülk biriktirmek yerine, malı mülkü biriktirmeye yarayan parayı biriktirmek formülü ile işleyen bir şey. Yani insanlar, “Bu topraklara hâkimiz ama netice itibariyle bu Türklerin işleyen düzeninin karşısında bir alternatif geliştirmeye müsait değil, o halde bu alternatif nasıl gelişir?” dediler. Bu alternatif ticaretin yoğunlaşması ve ticaret yoluyla elde edilen sermayenin müessir, tesirli hale getirilmesi ile sağlanabilirdi ve böyle oldu. İtalyan Site Devletleri, yani Venedik, Floransa, Milano vesaire hatta Papalık site devletleri, Akdeniz ticaretiyle bir sermaye birikimi elde etmişlerdi. Zaten Haçlı Seferleri sırasında bir şekilde bankacılık tecrübesi de edinmişlerdi. -Araplardan çok şey öğrendiler.- İtalyan site devletlerinde, para hâkimiyetinin Türklerle baş etmenin bir aracı olmasını sağlayan bir sistemin, sonunda kapitalizm dediğimiz şeyin temelleri atıldı. Bu kapitalizm dediğimiz şey aslında bir dünya sistemi olarak doğdu. Dünya sistemi ne demek? Paranın en çok biriktiği yerden paranın kazanıldığı yerlere doğru bir güç akımı; paranın en çok olduğu yerden, paranın kazanıldığı diğer yerlere doğru bir güç gösterisi... Bu, İtalyan site devletlerinde başladı. Sonra metropol vasıflarını Hollanda’ya taşıdı ve daha sonra Londra büyük, Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluğa sahip olmaktan dolayı bu dünya sisteminin merkezi oldu. 

İşte biz Türkiye Cumhuriyeti olarak dünya sisteminin metropol alanının Britanya olduğu zamanda doğduk. Yani Türkiye Cumhuriyeti doğuş şartlarını Büyük Britanya’nın dünyaya hâkim oluş şartları altında tespit etti. Ama bunların ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Çünkü Lozan Antlaşmasının gizli hükümleri açıklanmadı. Bu enteresan bir şey. Büyük Britanya’da, Büyük Britanya’nın başka devletlerle yaptığı antlaşmalar üzerinden 50 sene geçtikten sonra bu antlaşmanın gizli hükümleri açıklanır. Bu teamüldür. Bunların 1973 yılında (1923-1973) açıklanması lâzımdı, fakat açıklanmadı. Buradan şu manayı çıkarabiliriz: “Lozan Antlaşmasının gizli hükümleri yoktu.” Eğer buna inanırsanız, tamam…  Hâlâ biz Lozan Antlaşmasının gizli hükümlerini bilmiyoruz. Ama dediğim gibi “yoktu öyle bir şey” diyorsanız; “Tamam, yoksa yok! Tamam! O zaman biz görünen şeylerle uğraşalım.”

Dünya sistemi bizi o zaman (1923’ten sonra) tarım ürünleri aracılığıyla sisteme kenetledi. Yani dünya sistemi ya da kapitalizm, Türkiye’den bilhassa sanayide kullanılabilecek tarım ürünleri -bunlar başlıca iki taneydi tütün ve pamuk ama diğerleri de tabii hesaba katılıyordu-  ihraç ederek Türkiye’ye yer verdi. Yani Türkiye sisteme tütün ve pamuk temin edecekti, böylece Türkiye’nin sistemde böyle bir yeri olacaktı. Bu antlaşmayla işi bitirdiler. Yani kâfirler “Bu verdiğimiz yerde siz istediğiniz kadar dayılanın” diye devlet idarecilerine imkân verdi. Onun için de İsmet İnönü, Demokrat Parti yöneticilerine (27 Mayıs 1960’tan sonra) “Sizi ben bile kurtaramam!” dedi. Çünkü Demokrat Parti yöneticileri -Lozan Antlaşmasının gizli hükümlerini onlar da bilmiyorlardı tabi, dolayısıyla- açık hükümlere göre ne yapılabilirse yapıp, kapitalist düzen içinde köşeyi dönmesinin yollarını aramaya niyetli idiler. Ama o iş sona erdi. 27 Mayıs 1960 sabahı, 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet, Amerika Birleşik Devletleri tarafından lağvedildi. 

Şunu kafamızda netleştirmemiz lâzım. Bugün küfür sistemi dediğimiz şey aslında modern çağda anti-Türk bir yapı ile ortaya çıkmış bir şeydir. Yani dünyada küfrün hâkimiyeti demek Türk düşmanlığı demektir. Türk düşmanlığı yapılmadan kâfirlerle iyi geçinilemez. Kâfirlerle iyi geçinmenin birinci maddesi Türk düşmanı olmaktır. Eğer Türklüğün kıymeti konusunda ağzınızı açacak olursanız, küfür düzeninin aleyhinde konuşmaya başlıyorsunuz demektir. Türklerin kıymeti hakkında bir şeyler söylerseniz, kâfirleri rezil etmeye hazırlanıyorsunuz demektir. Onun için asla Türk sahip olduğu vasıflar sebebiyle lâyık olduğu veya sahip olduğu yerine konulamaz, yerine yerleştirilemez ve Türk’ten bir şey bekleneceği konusu bir madde olarak geçmez. “Türk’ten bir şey beklenir mi?” sorusu sorulmaz.

Dünya Sistemi dediğimiz şey İtalyan site devletlerinde temellerini attı. Borsa olarak Hollanda’da gücünü dünyaya gösterdi. İngiltere’nin hâkimiyeti ile beraber dünyada rakipsizleşti. Amerika’nın 1945 itibariyle –hatta 1944 diyebiliriz- dünya sisteminin, metropolünün New York’a taşınması yoluyla da artık dünyada kapitalizm aleyhine ya da Türk düzeni lehine bir şey yapılmasının imkânsızlığı pekiştirildi. Ve 1947–1948 yılında bizim ülkemizde bir at katliamı oldu. Türklerin dünyaya bir daha hâkim olmalarını sıfırlamak için, 1947–1948 yıllarında at vebası bahane edilerek atlarımızın tamamına yakın kısmı yok edildi. -Şimdi görüyorsunuz sadece Çingenelerde atlar var.- Neden bu yapıldı? Çünkü atları olan Türkleri mağlup etmek imkânsızdır. Ve biz eğer bir Türk hâkimiyeti derdindeysek, ilk işimiz atlarımızı geri almak olacaktır. Biz bu toprakları atlarımızın bize kazandırdıkları ile vatan haline getirdik. Biz bu topraklara geldiğimiz zaman bu topraklarda Roma İmparatorluğu’ndan kalma çok gelişmiş bir münakalat sistemi vardı ve ticarî ilişkiler Romalıların tesis ettiği yollar üzerinden yapılıyordu. Biz bu topraklara geldik ve Romalıların hâkimiyet tarzını battal ettik. Hiçbir Romalı yolu kullandırmadık. Biz Türk olarak atla gidilen yerleri esas aldık. Yani Roma sistemi yıkıldı ve sonra Türklerin at esas olmak üzere kurdukları ticarî münasebetler toplumu geliştirdi. O kadar geliştirdi ki, XVII. yüzyıla kadar Türk topraklarının dışında refahıyla övünen hiçbir ülke yoktu. Bakınız bu şaka falan değil. Biz Türk milleti olarak o milletiz ki, 1970’li yıllara kadar gelir adaletsizliğini asgariye indiren ülkeyiz. Ama 70’ten sonra bu makas her geçen gün çok büyük açıldı. Yani 1970 yılında dünyada en çok kazananla en az kazanan arasındaki mesafenin en kısa olduğu ülke Türkiye idi. Yani biz, haysiyet bakımından dünyada rakip tanımayan bir milletiz. Şimdi insanlar bunu kınama konusu yaparak söylüyorlar: “Türkler kan tükürürler, kızılcık şerbeti içtim derler.” Bu böyledir gerçekten. Biz düşük durumda olduğumuzu hayatımız pahasına fark ettirmeyiz. Yani biz böyle bir milletiz.

10 Mayıs 2013, Samsun - Çarşamba