MUKADDEME 13

Cevabını öncelikle zatım itibariyle aradığım sual “Ne demek Türk gücünü güç bilmeyiş?” olacağına “Türk varlığına armağan edilmemiş ise o varlığa varlık denebilir mi?” olabilirdi. Böylesi bir değiş tokuşu sağlayan iki sualin birbiriyle benzerlikleri midir?  Kolayca evet diyemeyiz. Bu iki sualden biri diğerine niçin benzesin? Her iki sual de mahsusen bir şeyi tasrih gayesiyle sorulmamış mıdır? Niçin aynı sonuca varmak beklentisiyle iki farklı sual tertip edelim? Ona onun kaç metre olduğunu soracağına kaç kilo olduğunu sor dememiz mümkün mü? Bir şekilde mümkün olur diyorsak suallerden birinin yerini başka bir sualin alabilmesi hadisesini derinlere vardırmışız, hadiseyi temele ilişkin bir tutarlılık endişesinin uzantısına vardırmışız demektir. Açıklamaları takip eden açıklamalardan kurtulamıyoruz. Şimdi de başımıza bir tutarlılık endişesi çıktı. İbarede bir tenakuz yok mu? İlk bakışta insan insanın tutarlıysa endişesiz, endişeliyse tutarsız oluşunu makul bulur. İlk bakış küçümsenecek bir şey değildir. Zihinde asla silinmeyen izi bırakan ilk bakıştır. İlginç olan insanlık kaydının bilhassa bu ilk bakışı, ilk intibaı mutlaka sorgulayanlar katında tutulduğudur. Yıldırım aşkı. 

Bilmek intiba edinmekle başlar. İnsan için intibalar açılmakla yetinmeyen, daha da açılmağı ümit ve tahrik eden ruh pencereleridir. Düşünce en kesin, en keskin halinde bile zihindeki yerini endişeyle birlikte, giderek endişe kaynağı olarak edinir. Bakınız düşüncenin yerli, yurtlu bir şey olduğunu, düşüncelerin zihinlerde yerler edindiğini söylüyorum. Bu söylediğimi de sorgulayalım ve tereddüt edişle endişe edişi birbirine karıştırma saflığına kapılmayalım. İçimizden ne endişeyi kovabilir, ne de tutarlılık arzumuzu bastırabiliriz. İçimizden kovulmayan şey endişe, içimizde bastıramadığımız şey tutarlılık arzusudur. Daha da ötede hepimizi sahici kılan tutarlılık endişesinden başka bir şey değildir. Endişeyi seviye nişanesi saymalıyız. Endişelerimiz büyüdükçe insanlık seviyemiz yükselir. Endişesiz insana, benden size ruhsat,  hiç çekinmeden uyduruk insan diyebilirsiniz. İnsanlar birbirlerini anlarsa ancak yekdiğerinin tutarlılığına kani olduğunda ve olduğunca anlar. Eğer içte büyüyen, derinde yuvalanan, temelde sübut eden tutarlılık henüz bir şekilde dışa yansıtılmamışsa ve bizler önyargılarımızın güdümünde hâlâ kendimiz çalıp kendimiz oynar halde bırakılmış isek hangi sualin yerini hangi suale bıraktığı ne muhatabımızda, ne de bir başkasında değişikliğe sebep olur. Ülkemiz çalanın oynayandan ayrılabildiği bir ülke ise o zaman ortaya mutlaka sorulması vacip sorular ve cevabı milletçe aranılan sualler atılacaktır. 

Kendi başıma sardığım bu girift, yadırgatıcı, haşyete müteveccih suallere cevap bulunacaksa cevabın sağlamlığı en az cevabın kendisi kadar önemli olacaktır. Eğer bulunan cevap suallerin doğuşuna tamamen bigâne insanlar katında bulunmuşsa çürük çarık cevaplarla karşı karşıya kalacağız. Bir cevap bulacağız; ama bu cevap bize bir mânâ ifade etmeyecek. Mânâ arıyorsak onu kemiyetle keyfiyet arasındaki münasebette buluruz. Bu itibarla şu hususun bilhassa aydınlığa çıkmasını isterim: Ben şiir yazmakla marifet göstermedim. Bilakis, emek verdiğim, hayatımı verdiğim şiir onca Türk şairinin marifet gösterme tutumunu tesirsiz bıraktı. Hiçbir bakımdan becerikli biri olmadığımdan (ne el becerisine yatkınlığım var, ne de candarma yazılacak kadar açıkgöz, ne tilki kadar kurnaz, ne de kopya çekecek kadar uyanık biriyim) hayat sahamın hünerlerin tahtından alaşağı edilmesi durumunda açılacağını çocukluğumda anladım. Yıllar geçince kendi markamın bir Türk şairi markası sayılması ihtiyacına saplanıp kalmadığını belirtircesine kendime şair Türk adını, adılını kendim taktım. Beğenmeyen küçük kızını vermesin. İltifata talip olmak hayatımın her döneminde benden uzaktı. İşimi edebiyatın hiçbir şekliyle marifet gösterme yeri olmadığının bilinciyle ele aldım. Henüz hiçbir şiirim neşredilmemişken ben de birçok benzerim genç gibi yazdığım mısralar kümesini şuna buna gösterirdim. Gösterirdim; ama merak ettiğim şey beğenildiğim veya beğenilmediğim değildi. Bakalım yazdıklarımı okuyan zevat şiirden anlıyor mu? Onu merak ederdim. Bu meyanda müşterisiz malın zayi olduğu ne yazık ki, hayıflanılacak bir vakıadır. Milletçe bu ziyana uğramasaydık şimdinin bazı cari isimleri yerine Rüştü Onur, Seyfettin Başcıllar gibi isimler anılır olacaktı. 

Nasıl marifet gösterme kastıyla şiir yazmadıysam bugün edebiyattan en iyi ben anlarım tafrasının boyasına boyanmadım. Düz bir edebiyat tarihi yazmaktan imtina ettim. Edebiyat tarihi merakındaki tersliğe parmak basmak istedim. Yazma maceramdaki bunca tecrübeden sonra yazdıklarımı şu veya bu sebeple okuyanları kendime dert ettiğim işin içine çekmezsem içim rahat etmeyecek. Ne rahatı? Rahata dünyada erilmediğini biliyorum. Nitekim bu cümleyi rahat düşkünü biri olarak yazmadım. Acaba bir veya birkaç dert ortağı bulsam herhangi bir sonuca mı vâsıl olacağım? Hayır, dünyayı ahiretin tarlası bildiğimiz, dünya hayatını bir imtihan odası saydığımız ölçüde sonuçsuzluk kaderimizdir. Ömrü nihayete ermeden sonuç yüzü göremeyen, kendisine nefes aldığı müddet içinde sonuç beyan edilmeyen mahdut yaratıklarız. İnsanın hududu her yaratılmış şeyin hududundan esas itibariyle farklıdır. İnsanlık sahasına hangi hadlerle çevrelendiğimizi bilmek suretiyle giriyoruz. Hadleri ya başımıza iş açılmasın hissiyle hesaba katıyor veya başkasına haddini bildirme kastıyla mesele çıkarıyoruz. Ne var ki insan için hadler dâhilinde kalmak sair mahlûkat gibi kendine, kendinde büzülüp kalmak değildir. Yaratılmışlar içinde biz insanlar orta ümmetiz. Hadden lügat vasıtasıyla haberdar olmamız karakterimizi oluşturmamız anlamına gelir. Her şeyi söyleyemiyor, her şeyi yapamıyor oluşumuz hiçbir şey söylemeyiş, hiçbir şey yapmayış kaytarmacılığına mazeret temin etmediği gibi taşkınlığa, cüretkârlığa gıpta edişimizi de sevimlileştirmez. Muhayyeriz. Hem bir yanda benim bir işi kendime dert ettiğimin doğruluğu yer alır, hem de diğer yanda benim ne yazdığımı sizin umursamayışınızda kusur bulunabilir. 

Senden sonra ben gelir. Sen ve ben olarak birlikte haşyete açık suallerin cevabını aramamız haddimizin, hududumuzun nereden geçtiğini anlamamızla kardeştir. Antoine de Saint-Exupéry aşkı tarif ederken bu kardeşliğe müracaat eder.  “Aşk” der, “birbirine bakmak değil; yan yana o şeye aynı istikamette bakmaktır”. Sen ve ben yüz yüzeyiz. Birbirimize aynayız. Ne var ki birbirimizi sevmemiz için aynı tarafta olmamız şart. Bu şartı yerine getirmediğimiz halde getiriyormuş gibi yapabiliriz. Karakter bozukluğu demek olan münafıklığı öyle olmak değil, öylesine görünmek doğurur. Varlığımızı yoklamak için bidayette bir tarafımız olup olmadığına bakarız. Bilahare kimin kimle aynı tarafta yer aldığı gelir. Ülkemizde taraflar var mı? Meselâ, bazılarımız kabaca değil sarahaten Sünnî, bazılarımız kabaca değil sarahaten Alevî miyiz? Böyle bir şey yok. Oysa kalın çizgiler tarafları sarih kılan neyse odur. Siyahla beyaz arasında gri yoktur. Gri dedikleri ya içinde biraz siyah olan beyaz veya içinde biraz beyaz olan siyahtır. Obama’ya “Less White” dendiği gibi. 

Kısmen mensubiyete mensubiyet diyenler münafıklardır. Andığım kalın çizgilerden etkilenmemiz ülkemizde esasların olup olmadığını bilmeğe denk gelecektir. Esas varsa esası sadece hangi tarafta olunduğunun şuuru teşkil eder. Sınıf bilinci esasa ilişkinlik bilincidir. İnsanca yaşamak bahis konusu olunca her şey esasın şekillenmesinden ibaret. Şekilsizlikten kaçarak başlangıç noktasına varma yoluna doğru ilk adım atılır. Bir sıra gözetmeyen bir şekle de kavuşamaz. Tabiî hal ve hareketlerle temas halinde olduğumuz kimselerin (Hangi hal ve hareketlere tabiî diyoruz, deniyor? Tarih ve tabiat) hedeflediği şekli fark etmediğimiz zaman başımıza ne geldiğinden, onların başımıza ne getirdiğinden de haberimiz olmaz. Hakkıyla insanca yaşamak önce sırayı, sonra şekli kavramakla mümkündür. Sırayı şaşırıp, karıştırıp, eğip büküp şekilsiz veya garip şekille, garip şekilde yaşamak olmaz mı? Olur; olmakta olan odur.

İnsanlık olarak bir yerdeyiz. Neresi burası? Nereden geldiğimiz bilgisi sergilenmeden nerede olduğumuz hakkında bir şeyler söylememize kulak asan bulamayacağız. Nereden geldi isek orası bulunduğumuz yerin bizim için bir uğrak yeri mi, yoksa son durak mı olduğuna delil olacak. Yerkürenin hemen her yanına yayılmış insan kalabalığına insanlık adı veriliyorsa insanlığın şimdi geldiği yer gelinebilecek en son yerdir. Küreselleşme gerçek bir şeyse son noktaya varıldı. Nasıl olup da kıyamet kopmadığı halde sona gelindiğine akıl yoranlar saksıyı çalıştırmış olacak. Saksıyı çalıştırın. Çalıştırırsanız tarih ve tabiat hadisesinin tamamının bizzat ve bizatihi benim şair olmamla, komünist olmamla, Müslüman olmamla alâkasını kavrayacaksınız. İşin içinde her nasılsa benden başkaları da var. İşin içinde şairlik taslayan, komünistlik taslayan, Müslümanlık taslayan birileri daha var. Olmaz olaydılar.

İsmet Özel, 4 Ocak 2019


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.