İSMET ÖZEL KİTAPLARI
“Hoşuma gidiyor” ibaresinin kullanılmasının Türkçeyi bir yabancı dil olarak öğrenmiş insanları şaşkınlığa sürüklediğine defalarca şahit oldum. Yabancılara göre biz Türklerin “hoşuma geliyor” demesi gerekirdi. Zira onların kafasınca gelmek yakınlaşmayı, gitmek ise uzaklaşmayı işaret ediyordu. Eğer bir şeyi hoş buluyorsak bu duygumuzu gelmek mastarıyla ifade etmemiz daha doğru olacaktı. Haklılık payı var mıydı Türkçeyi bir yabancı dil olarak öğrenenlerin bu itirazlarında? Hayır, yoktu. Türkçenin İslâm itikadının bir uzantısı olarak doğduğu fikrine uzak duranlar yukarıda andığım uyumsuzluğa benzeyen birçok misal bulabilirler. Türkler başından beri itikatlarının onlara söylettiği ne idiyse hep onu söylemişlerdir. Türkçenin inşa edilişinde biz Türklerin şimdilerde dilbilgisi kitaplarında sessiz harfler adını verdiği işaretler anlamın belirleyicileri rolünü oynamıştır. Hoşa gitmek de bu kuralın içindedir. “G” ile devreye giren anlama dikkat edin. Hem gelmek, hem de gitmek “g” ile başlıyor. Bu işin sırrı nedir? Nasıl bilgi “bile-ilgi” ise gelmek de “g-elmek”, giderek “g-ilmek”tir. El ve il kelimeleri müteradiftir. Bizim eller dediğimiz gibi bizim iller de deriz. Eğer yabancıların aklına uyup hoşuma geliyor diyecek olsaydık dünya sevgimizi itiraf etmiş olurduk. Hâlbuki biz Türkler hoşuma geliyor demekten uzak durup hoşuma gidiyor diyoruz. Niçin? Çünkü İslâm ahlâkı dünyaya ait her şeyi sevmeği küçültücü buluyor; biraz da utanarak, giderek affımızı dileyip hoşuma gidiyor diyoruz. Aslımıza taalluk eden şeyin o nesneden uzaklaşmak olduğunu dile getiriyoruz.
Türkçeyi ne doğurmuştur? Türkçe ortaya Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla tanıştığımız şeyleri Türk ruhuyla yeniden adlandırmamız sonucunda çıkmıştır. Bazıları Türklerin gündelik anlaşmayı sağlayan konuşma tarzlarını aruz vezniyle uyuşturmaları sonucunda Türkçe doğmuştur der. Her iki görüş de isabetlidir. Şiiri aruz vezniyle yazmamış olsaydık, yani aruz vezniyle yazan Yunus Emre’yi ömrü asırlar alan bir Divan Edebiyatı takip etmemiş olsaydı bugün Türkçe diye bildiğimiz dil de olmayacaktı. Nitekim günümüzde Kırgızca’yı Kırgızlar, Tatarca’yı Tatarlar, Kazakça’yı Kazaklar, Türkmenceyi Türkmenler, Azerbaycan dilini Azeriler konuşuyor. Her birinin kendi yurdu, kendi dili var. Türkçeyi sadece ve sadece Diyar-ı Rûm’u Dar-ül İslâm’a çeviren Türkler konuşuyor. Türk vatanı kuvveden fiile ilk defa XIII. Hıristiyan asrında, ikinci defa İstiklâl Harbi verilmeğe başlanması akabinde silah gücüyle geçmiştir. Birinci Cihan Harbi sona erdiğinde Türkler bir çaresizlik içine düştü. Müessese olarak direnen sadece Türk ordusuydu. Ordunun tamamının gönüllülerden oluştuğuna dikkatinizi çekmek isterim. Ordunun tamamı derken istatistikî bir veriden bahsetmiyorum. Ordunun tamamı zabitlerin “çarıklı erkân-ı harp” diye alaya aldıklarıydı. İstiklâl Marşı bu ordunun siparişiyle yazıldı. Türk toplumuna intisap etmiş herkes bu metni benimsemiş mi idi? Ne yazık ki, hayır. Daha 12 Mart 1921’de, Büyük Millet Meclisinde Mehmet Akif’in kaleme aldığı İstiklâl Marşı büyük bir heyecan ve coşkun alkışlarla milli marş olarak kabul edildiği sırada Meclis’in içinden “Red! Red!” nidaları da yükseliyordu.
İstiklâl Marşı vatanını savunanların marşıydı. İstiklâl Marşı Derneği olarak biz her ne kadar Mekke ve Medine’nin gayri-Müslimler karşısında savunulmasını vatan savunması olarak görüyorsak da1921 Hıristiyan yılında vatan demek bilhassa Misâk-ı Millî sınırlarının içi demekti. Mebusan meclisi Misak-ı Millî üzerine yemin etmişti. Oysa Türkeli toprakları Misâk-ı Millî’ den en çok taviz veren kadronun idaresine emanet edilmişti. Yani Türk toplumunun yönetimindeki çarpıklık Cumhuriyet’in ilânıyla birlikte giderilmedi. Çarpıklık derinleştirildi. Yaşadığı toprakların akıbetiyle endişelenmeyenlerin konuştukları dilin akıbetiyle endişelenmekten de uzak duracaklarını düşünüyorum. Bu düşünce benim yazma maceramı kötü etkiliyor. Kendi edebi varlığımı çağlar boyunca Müslim veya gayri-Müslim bütün gadre uğramış kalem sahiplerinin arasında buluyorum. Biz gadre uğramışların hesabın din gününde verilmesine bel bağlamaktan başka çaresi yok.
Ne var ki, dil meselesi, lisan ve lügat meselesi ferde mahsus bir mesele değildir. Çünkü dil dünyayı algılayış biçimimizden, lisan anlama bir mânâ zırhı sağlayışımız yüzünden, lügat ise ulaştığımız mânayı dünyaya kabul ettirmemiz sebebiyle doğmuştur. Yani ifadeler aracılığıyla konuşmak suretiyle insanlarla anlaşmamız bizim dünümüzü, bugünümüzü, yarınımızı ne ölçüde ciddiye aldığımızın aynasıdır. Bir milletin kendi diline saygısı kendi millî varlığına saygısını tespit eder. Çinliler, Japonlar, Koreliler kendi alfabelerine sadakatten ayrılmadı. Grekler, Slavlar, Gürcüler, Ermeniler de alfabelerine sadık kaldı. İsa aleyhisselâmın doğumundan 1948 sene sonra bağımsızlığını ilân eden İsrail varlığını İbrâni alfabesiyle sürdürüyor. Nasıl ABD yurttaşı olmak için İngiliz dilini konuşma mecburiyeti varsa İsrail yurttaşı olmak için de İbranice bilmek mecburiyeti var. Biz Türklerin resmi yetkesi Milâdın 1928inci yılından beri Türkçenin Latin alfabesi ile okunup yazılmasını dil devriminin bir parçası gibi görüyor. Buyur buradan yak.
İsmet Özel, 7 Cemaziyelevvel 1447 (29 Ekim 2025)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün


