İsmet Özel’in “Henry Sen Neden Buradasın” Kitabıyla İlgili Yaptığı Basın Toplantısından (20.03.2004)

Yazı dünyasının içinde 41 yıllık bir geçmişim var. O zamandan bu güne birçok arkadaşla birlikte iş yaptım. Ne oldu bütün bunların sonucunda diye kendime sorduğum zaman, şu anda tek başına konuşan bir adam durumunda kalmış olmamın bir açıklaması olması gerektiğini düşündüm. Arkadaşlarım yaptıkları işin iyi yapılmasını önemsemekten çok, bu işi kendilerinin yapmasını önemsediler. Benim bugün, on yıllık sosyalist geçmişten, otuz yıllık Müslüman geçmişten sonra, eksantrik bir noktada duruşumun sebebi hep yapmak istediğim işin iyi yapılmasına verdiğim öncelik yüzündendir. Sosyalistken sosyalizmi, Müslümanken İslamiyet’i önemsedim. Başkaları önemsemedi mi? Tabiî ki önemsediler ama işin kendi yaptıkları kısmı kadar değil. Sosyalizmi kendileri sosyalist olmaları itibariyle önemsediler. İslamiyet için durum çok daha karışık. Çünkü üzerinde yaşadığımız toprakların çok tartışmalı bir birikimi İslamiyet olarak anlaşılıyor. Ama Müslümanlar yaptıkları işten sosyalistlerden çok daha bihaberdirler ve hep ilintili oldukları görüşten kendilerini bağışık sayan insan olarak yaşadılar. Geldiğimiz günde durum beter oldu. Kendimi rahatsız hissediyorum. Dikkat edin: İçinde bulunduğumuz berbatlığa katkım olmadığı için kendimde bir rahatsızlık hissediyor değilim. Ben bir çeşit durum tespiti olsun diye bu kitabı yazdım. İşlerin bu mecraya dökülmemesini öneren bir metin. Dolayısıyla kitap işler böyle oldu ve işler böyle olmamalıydı diyor.

***
Durumda bir gariplik var: Kendimi kameralar, fotoğraf makineleri önünde görmek istemediğim için bir şeyler yaptığımı sanıyorum ama zannettiğimin tersi oluyor. Gazetelerde hangi sebepten yazmaya başladıysam aynı sebepten dolayı bıraktım. Yani 1977 yılının Nisan’ında gazetede yazmaya başladım, bunun amacı aynı konumu paylaştığımız varsayılan insanlarla bir iletişim kurmaktı, yazmamın amacı buydu, bu yönde bir iletişim kurulamadığı için bıraktım yazı yazmayı.

***
Bence çok önemli bir dönemindeyiz Türkiye’nin. Türkiye’nin önemli olmayan bir dönemi var mı diye sorarsanız, geçmişte öyle bir dönem yok. Bundan sonra olabilir mi? Olabilir. Bundan sonra Türkiye için önemsiz zamanlar olabilir, çünkü Türkiye olmayabilir. Ben bazı şeyleri vurgulamaya gayret ediyorum. Vurguladıklarım yaşadığımız ortamın zihniyetiyle bir türlü geçişen özellikte değil. Bunlardan bir tanesi, Türkiye’nin olmayabileceğidir. İnsanlar; yahu, Türkiye olmaz ne demek, deyip geçiyorlar. Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin muvakkaten kurulmuş bir devlet olup olmadığı insanların ciddiye alıp üzerinde düşündükleri bir konu değil. Ama benim çok ciddiye alıp üzerinde düşündüğüm bir konu.

***
Bugün mesela yüksek rütbeli bir ordu mensubu “Türkiye’nin hem laik, seküler bir ülke olduğunu söylüyoruz, hem de ılımlı İslam hâkim oluyor. Bu ikisi beraber olmaz” dedi. “Ya biri, ya ötekisi olur. Hem laik hem de Müslüman bir ülke olmaz” dedi. Bu cümlelerin her birinde tek tek tartışılması gereken, anlamlandırılması gereken bir yargılar var. Ve bence bu sözler hiçbir şey ifade etmiyor, ama ifade edilebilir bir çok şeyi imkânsız hale getiriyor. Biz bu kabil hükümlerin doğru ya da yanlış olduğu üzerinde konuşmaya başladığımız zaman saçmalayama başlıyoruz. Birisi bize Türkiye’de ya laik görüş ya da ılımlı İslam hâkim olmalı dediği vakit, bizim dur bakalım deyip neden bahsettiğimizi bir daha anlamak durumunda olduğumuzu söylememiz lazım. Ama bunu hiçbir zaman söylemeyeceğiz. Bir taraf “Ne münasabet, tabiî ki ılımlı İslam hakim olur laiklik yerine, öbür taraf da ne münasebet, ılımlı İslam da neymiş, hazır laikliğimiz var ya” diyecek. Fakat iki taraf da ne almak istediğini bilerek ve fakat ne vermek istediğini saklayarak konuşmuş olacak.

***
Bu dertlere dert ortağı bulamadığımı üzülerek belirttim zamanında. Son gazete yazımı yazarken Türklüğüme müşteri bulamadığımı söylemiştim. Bu da pek anlaşılır bir şey olmadı. Dolayısıyla ilk söylediğim cümleyi tekrar edeyim, kendimi rahatsız hissediyorum. Mesela şimdi size ben ne anlatayım, bütün bu süreç boyunca hiçbir şey anlatamadığımı söylüyorum, ondan sonra tutup size bir şey mi anlatacağım yani. Ayrıca ikinci kısmı da şu; sizin de anlamak istemediğinizi söylüyorum. Dolayısıyla anlamak istemediğiniz şeyi size ben nasıl anlatayım?

***
Bir televizyon programında söylemiştim Habermas’ın hakkımda söylediklerini. O’na göre Türk milleti İsmet Özel’i anlayacak kalitede değilmiş. İkinci şıkkında diyor ki, O da milletine laf anlatacak dili kuramamış. Şimdi şunu mu düşüneceğiz: Kabahat bende, çünkü ben laf anlatacak dili kurabilseydim millet anlayacaktı. O, kendisine “şarlatan” demiş olmamın ne manaya gelmiş olduğunu gayet iyi biliyor. Habermas Belgrad’ın bombalanmasını haklı bulacak kadar aşağılık bir heriftir demiştim ben. O da kendisinin neden aşağılık olduğunu biliyor tabi.

***
George Walker Bush salağın biridir dediğimiz zaman ne pozisyonda oluyorsunuz, ya Amerikan demokrat hareketi içinden birisiniz, ya Saddam taraftarısınız, ya Üsame bin Ladin taraftarısınız vs.. Bush’a dair söylediklerinizi onun IQ’sü ile ilgili bir şey olarak değil de, Türkiye’de bir oluşumun işaret çakıcısı olarak söylediğiniz hiçbir zaman anlaşılmayacaktır. Benim söylemek istediğim bu. Türkiye nasıl bir ülkedir, ne manası vardır, bunu anlamak benim derdim. Heidegger’in tabiriyle “Sadece insanlar ölür, diğerleri telef olur.” Daha da enteresan bir cümlesini söyleyeyim “Bütün insanlar ölümlüdür, ben hariç!” burada tabi kelime oyunu var, “ben” ölümsüzdür diyor. Ben de yaptıklarımı telef olmamak için, ölmek için, ölmeyi becerebilmek için yapıyorum. Bazıları derler ki, yaşlılara güvenmeyin, çünkü ölüme yakın oldukları için çok bencil olurlar ve hayatta kalacakların çıkarını düşünmezler. Ben de yakın bir gelecekte ölebilirim yaşlı olduğum için; ama başka bir yönden kendi bencilliğimi savunuyorum, bu adam öldü, böyle bir endişe taşıyan kişi bu dünyada yaşadı dedirtmek için ölüyorum. Bu söylediğim, hayr ü hasenat yapmakla benzeşir.

***
Her insan öldükten sonra anılmak ister. Ama işte Hitler de anılıyor, Ebu Derda da. Gidip görmedim daha ama Ebu Derda’nın kabri İstanbul’daymış, Ayvansaray’da. Ebu Derda, sahabeden kendisine en çok kalbî sıcaklık duyduğum kimsedir. Valilik yapmış o gömleksiz adam. Ebu Derda namazdan sonra hiç cemaatle oturmaz koşa koşa eve gidermiş. Resulullah’a şikayet etmişler Ebu Derda namazdan sonra cemaatle kalıp sohbet etmiyor diye. O da neden böyle yaptığını sormuş. Ebu Derda şöyle cevap vermiş: “Bizim bir tane gömleğimiz var namaz kılabilecek tesettürü sağlayan. Ben namazdan sonra koşa koşa eve gidiyorum ki karım da namaz kılabilsin.” Bunun üzerine Resulullah demiş ki “Dua edeyim Allah sana dünyalık versin.” O da ben böyle bir isteği taşımıyorum içimde demiş. O zaman dua edeyim karına dünyalık verilsin demiş. Bunun üzerine Ebu Derda ben eşimin hakkında karar vermeyeyim deyip gitmiş, sorup gelmiş ve o da istemiyor demiş. Ebu Derda’nın böyle bir adam olduğunu arayıp bulmak bizim işimiz. Geride kalanların işi. Çünkü o yapacağını yapmış. Bu manada hepimizin ölmeyi hedeflemesi lazım diye düşünüyorum. Ölmek, dünyada bulunduğun süre içinde yaptığını hayırla hatırlanacak gibi yapan insanın rütbesidir. İşte bu kitapta şöyle bir cümle var. “Titizlik ahlakın ta kendisir. Yani ahlaklı olmak titiz olmaktan ibarettir, başka bir şey değildir. Bugün titiz olmak işte AKP’li olmamaktır. Çünkü AKP’li olmak demek, titizlikten vazgeçmek demektir, ahlaktan vazgeçmek demektir, titizlikten tamamen vazgeçmek demektir. Mesela şu bardak şöyle durabilir diyorsunuz, hayır bunun yeri burası değil deseniz, canım ne var yani burada durabilir denildiğinde, her şeyi olabilir saydığınız zaman titizlikten vazgeçiyorsunuz.

***
“Laiklik” demiş Bernard Shaw, “bütün mesleklerin düşmanıdır.” Çünkü Laik demek ahaliden olmak demek(Laikos). Din konusunda meslekte olan konuşur. Eğer olmayanlar konuşursa bu Laiklik olur. Ekmeğin gerçekten nasıl pişirileceğini bilen adam, ekmeği pişirmede titizlik gösteren adamdır. Bir başkası da pişirebilir ekmeği, ama işte en fazla yenilecek kadar… Biz bu adama titiz diyemeyiz. Bütün konularda titizliği elden bırakmamak lazım. Bazı konularda titizlik göstermiyorsak o başka konularda da titizlik göstermediğimizin delilidir. Otobüse koşarken defterimizi, cüzdanımızı düşürebiliriz. Ama normal yürürken cüzdanını düşüren adama adam dememek lazım. Her konuda bu böyle.

***
Waldo’da yazmıştım, “şairliğim maliyet meselesidir” diye. Çünkü resim için boya parası lazımdı, müzisyen olmam için dünya kadar paralar lazımdı. Onun için şiiri seçtim, özel bir donanım gerekmiyordu. Bu kitapta şöyle bir cümle var: “Ben nesli tükenmiş bir adamım.” Kendi kuşağımın, yani 2.Dünya Savaşı sonunda doğanların kendi kuşaklarına mahsus tavırları sonuna kadar götürmeyişleri, budur problem. Benim kuşakdaşlarım iyi bir başlangıç yaptılar fakat eridiler, mağlup oldular, yada teslim oldular veya satın alındılar. 2.Dünya Savaşı sonunda dünyanın yeni bir çehre kazanmasının mümkün olduğuna dair güçlü bir eğilim vardı. Bu eğilimi benim kuşağım dışa vurdu, ama bir şey çıkmadı ve bu hale geldiler. Bu kuşağın sloganı “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” idi. Ve ben hala onu savunuyorum, hep gerçekçi oldum ve hep imkânsızı istedim. Çünkü mümkün olanı isteyenler ahlaken düşük olanı kabul edilebilir saydılar, dünkü olay oydu çünkü. Bir efsane değil benim hayatım ama öyle olmaya dönük bir şey. Bu ikisi arasında ki fark yalanla gerçek arasındaki fark kadardır. İnsan dediğimiz yaratık bir imkândır. İnsan dediğimiz yaratık tamamlanmamış bir projedir. Eğer efsane oldu iseniz proje tamamlanmış sayılır. Ama hep yeniden bakılabilecek kadar canlı olmak, efsane olmaya dönük olmak demektir. Hepimiz bu dünyanın bağlanılmaya değmez olduğunu düşünecek seviyeyi gösterebilsek, bu dünyadaki canavarlıklar yok olmaz tabi, ama küçümsenecek kadar aza iner. Fakat böyle bir şeye yeltenmedik. Bunda olgunlaşmamış olmamızın payı var, yani çocuk kalmamızın payı var.

***
İyi sonuçları erteleme gibi bir mazeretimiz var. Şimdilik buna razı olalım daha sonra daha iyi olur. Bu da başımızı yakan bir şey. İsmail Kara benimle ilgili anılarının başlangıcında benim “Freedom Now” deyişimi anıyor. Bu da benim kuşağımın sloganlarından birisi. Şimdi, hemen hürriyet! İlerde değil, şimdi.

***
Beni niye konuşturuyorsunuz… John Steinbeck’e sormuşlar Vietnam savaşı hakkında ne düşündüğünü, o da “Ben yazarım, konuşmam” demiş. Dünyayı bir kere kavramaya çalışmak lazım. Ben diyalektik bakış açısına sahip olmadan da böyle bir düş sahibiydim. Altı kardeşin en küçüğüydüm ve dolayısıyla dünyaya bakmak benim için insanların neler yaptığını öğrenmek anlamına geliyor. Ben o bakımdan kendimi çok talihli sayıyorum. Çünkü küçük çocuk olmam ve diğerlerinin de mektebe gidiyor olmaları yüzünden kitaplı bir evde büyüdüm. Bir şeylerle tanışmam erken oldu. Daha küçük yaşlarda bu dünya nedir, ne numarası var, bunu merak ederdim. Dünyayı öğrenme meselesi, dünyanın gerçek yapısının ne olduğunu merak meselesi ciddi bir şey. Bunu bulduğunuz zaman, dünya hakkında bir takım bilgilere sahip olup da onu kendi rahatları uğruna kullanan insanların numaralarını da buluveriyorsunuz. Mesele burada. Bugün dünyada açlık var. Bu kimi ilgilendiriyor. Zihni çarpıtmanın bir parçası olarak bize sunuluyor. Ama dünyada açlık olduğunu söyleyenler aynı zamanda bu açlığın sebebini de biliyorlar. Hâlbuki dünya üzerindeki açlık, dünya sisteminin ayakta durması için kurulan yapının zorunlu sonucudur. Herkesin bayıla bayıla konuştuğu pazar ekonomisinin sonucudur.

***
Dünyada insanların nasıl yaşayacakları meselesinde aklı eren insanların hem görüşleri, hem paraları var. Biz insan olarak eğer aklı erenler arasına girdiğimizi iddia ediyorsak hangi fikirlere sahibiz ve hangi tavrı benimsiyoruz? Ben hep şunu söylemişimdir. Bir tiyatro oyuncusu reklâmlarda sesini kullandırmadığı zaman açlıktan ölür mü? Ölmez. Bütün geliri reklâmlar değil, ama bunu yapıyor, bundan büyük paralar da kazanıyor. Her adımda sınama bizi bekliyor hayatın her aşamasında. Kendi hayatımızı devam ettirmek için zorunlu olduklarımızla, bu namussuzluğun devamını sağlamak için yaptıklarımız arasında tercih yapmak durumundaysak sınavdan geçiyoruz demektir. Yani geçimimizi sağlamak, aile fertlerine bakmak için kazandığımız parayla, her gün biraz daha rahat yaşamak için kazandığımız para arasında bir fark var ve bu ikisi birbiriyle çelişiyor. Daha çok para kazanmakla yeterli parayı kazanmak birbirine zıt şeyler. Ama insanlar ikincisini tercih ediyorlar. Sanıyorlar ki böylece güvence temin edilir. Halbuki insanlığın kapıldığı çok riskli bir düzeni desteklemiş oluyorlar. Çünkü bu düzen ta Kapitalizmin kurulduğu günden bu yana bisiklete binme düzenidir. Bindiğiniz bisikletin pedalını çevirmezseniz düşersiniz. Kapitalist düzenin daha iyi işlemesini sağlamazsanız siz düşersiniz. Ama sizinle beraber Kapitalizm de düşer. Dünyada herkes ben sistemin lehine değil kendi lehime yaşıyorum derse bu sistem ayakta duramaz. Onun için insanlara bir şeylerden vazgeç ki, karşılığında feraha kavuşabilesin denildi. Ve insanlar da bu denileni yaptılar.

***
Türkiye’de işlenen en büyük cinayet, Müslüman olarak kimliğini dışa vurmuş insanların İslamiyet’e ilişkin tutum ve yaklaşımlarda, direniş göstermemeleri bir tarafa, geri adım atmaya bu kadar meyyal oluşlarıdır. Onun için ben kendimi son derece yersiz, yurtsuz ve uygunsuz vaziyette bulunuyorum. Bunu anlatmak mümkün değil. Ben Türkiye’de bir şeylerin idare edilmesini, birilerinin kızdırılmamasını, birilerinin tavuğuna kış denilmemesini, şimdilik bunu böyle götürelim anlayışıyla kurulmuş bir devlet ve sosyal hayat olduğunu söylüyorum. Bu durum bundan daha öteye gider mi bilmiyorum.

***
Mesela benim ciddiye aldığım meselelerden bir tanesi, Türkiye’nin Hıristiyanlaştırılma meselesidir. Sekiz yüz sene kaldı Müslümanlar Endülüs’te ve bu günden sekiz yüz sene geriye gidin, bu toprakların İslamlaşmasını bulursunuz. Miadımız doldu herhalde. İnanç turizmi denildiğinde bundan ne anlaşılır? Utanmıyor musun sen inanç turizminden bahsetmeye demiyor kimse. İnanç turizminden bahsetmeyi bir tarafa bırakalım, bir takım dangalaklar bundan yıllar önce şunu söylemişlerdi: “Turist döviz getirir, ahlak götürür!” O sırada neden böyle düşünüyorlardı? Çünkü kaşarlanmış bazı Alman karıları buraya erkek bulmaya geliyorlardı, o dangalakların turizmden anladıkları bu oldu ve giderek ahlakları da oydu. Halbuki turizm, çağımızda Kolonyalizmin bir biçimidir. İspanya’nın dinamikleri turizm yoluyla yerle bir edilmiştir. Yaz aylarında İspanyol’dan fazla turist var orada. Bu durum, İspanya’yı, gerçek geçim kaynakları ikinci plana itilmiş bir ülke konumuna getirdi. Buna rağmen İspanya’da entelektüel seviye yüksektir ve tezgahı bildikleri için inatla ve ısrarla turizm dışındaki ekonomik etkinliklere önem verirler. Türkiye’ye gelip de üç yıldızlı, beş yıldızlı otellerde kalanlar, normal, sıradan vatandaşlardır. Ama kendi ülkelerinde aynı otellerde kalamazlar. Burada efendi haline geliyorlar turizm yoluyla. Türkiye’de inanç turizminin temeli bu toprakların Hıristiyanlaştırılmasına dönük bir şey. Ta Refah Partisi döneminden bu yana karşımıza çıkan şey her fırsatta yeni bir kilise açılmasıdır. Bazı Müslümanların bayıla bayıla, yok toleranslı, yok bilmem neli olduklarını göstermek için. Anadolu’da bir çok kilise ihya edilmiştir bu son yirmi yıl içinde. Onun dışında zaten yaşadığımız topraklar Hıristiyanların en çok hatırası bulunan topraklardır. Dünyada başka bir yer yok Türkiye topraklarından daha Hıristiyan olan. İncil’deki bir çok yer bu topraklarda.

***
Bu ülkenin bir ülke olarak hayatını devam ettirebilmesi için acaba kimler bize yardım edebilir sorusu benim kafamda, neyimiz var ki bir toplum olarak varlığımızı koruyabilelim. Ben Greklerin başarısına hayranlık duyuyorum. 1453’te İstanbul fethedildikten sonra son siyasi organizasyonları da yok oldu. Ama Grekler ısrarla milli varlıklarına sahip çıktılar ve bunu da dilleri ve edebiyatlarıyla yaptılar. Ve biliyorsunuz Osmanlı devletinden hürriyetini ilk alanlar da Yunanlılardır.

***
Kenan Evren Bodrum’a fütursuzca yerleşti. Bunlar acaba Kenan Evren durumuna düştüklerinde yerleşmek üzere Türkiye’den bir yer seçmeyi düşünüyorlar mı acaba? Çünkü çok değişik şeyler olabilir Türkiye’de. Saddam Amerika’nın düşmanı ilan edildi. Ama biliyoruz ki o Amerika’nın iktidara getirdiği adamdı. Tıpkı Taliban gibi. Bunların da neyin hedefi olacağı şimdiden belli değil.

***
Ben insanların bu göz önünde olanlar kadar düşük ve ucuz olabileceklerine tahayyül etmiyordum. Onun için AKP aleyhinde konuşuyorum. İnsanların bu kadar yalama olabileceklerini benim havsalam almadı. Ben bu insanların bu kadar yalancı, sahtekâr olabileceğini düşünmemiştim. Çünkü bu insanların bir kısmını tanıyorum ve madem buraya gelecektin niye buradan başladın diye soruyorum kendi kendime. Bunun bir tek açıklaması var, başından bugüne kadar emirle hareket ettiler. Onlara birileri şunu yap şimdi dedi, onu yaptılar. Şimdi sıra şunda dediler onu yaptılar ve buraya geldiler.

***
Türkiye’de 1960’tan 80’e kadar Sosyalizm çok tartışılan bir konuydu, ama bana bir tane Marksist düşünür gösteremezsiniz. 80’den 2000 yılına kadar da İslamiyet çok tartışılan bir konuydu ama hiçbir şey derinlemesine tartışılmadı. Harun Yahya gibi bir isim çıktı mesela ve Türkiye’de okuma yazma bilen insanların böyle şeyleri ciddiye almamaları gerekirdi. Ama öyle olmadı. Buradan çıkan sonuç Türkiye’de okuma yazma bilinmediğidir. Bilindiği kadarı da unutuldu. Öbür taraftan bakıyorsun, hani böyle bayağı kallavi şeyler yazılıyormuş izlenimi veren metinler de üretildi, bunların da bir sosyal karşılığı olmadı. Mesela Tasavvuf düşüncesi nereye geldi şimdi kimler tarafından temsil ediliyor? Selefilik yaşanılan şeylerin neresindedir? Vahabilik’le Türkiye’nin bağı nedir? Osmanlı geleneksel medrese düşüncesi var mıydı? Vardıysa nerelerde nasıl yansıdı? Bugün Türkiye’de bütün bunlar sarih şeyler değil. İnsanların birazcık İslami bilgi edindikten sonra, bunu neyle paraya tahvil ettiği de çok önemli.

***
İslam dediğimiz zaman neden bahsediyoruz? Hıristiyanlık gibi bir şey olmasına imkan yok, şu yüzden. Hıristiyanlık, özellikle Protestanlık ruhban sınıfını reddetmesine rağmen ister istemez uzmanlarıyla yaşayan bir dindir. Aynı şekilde Yahudilik de öyle. Yani Hahamları kaldırırsak Yahudilik olmaz. Ama İslamiyet öyle bir şey değil. İslamiyet bir hayat tarzı olarak olmadığı zaman neden bahsettiğimizi anlayamayacağımız bir şey. Türkiye de devlet bunu güzel kamufle etmiş ve devlet artık böyle istiyor diyerek işler bu güne kadar getirilmiş. Bundan sonra ne olacak? Demek istediğim, bir oyunu birileri oynadı o oyunu oynayanlar elde ettiklerini elde ettiler. Onların oynadığı oyunda malzeme olanların durumu ciddi. Yani Necmettin Erbakan’ın başbakan olmaktan başka bir derdi yoktu, oldu. Şimdi iki büklüm, ama gözleri açık gitmeyecek. Ama bütün bu olaylar olurken işin içine girmiş olanların durumlarını tartışmak lazım. Dünyada ve Türkiye’de bir takım siyasi manevralar dönüyor. Bu manevralara malzeme olanlar kendilerini fark edebilmiş durumdalar mı? Yoksa bana ne mi diyorlar. Bizim bu topraklar üzerinde belimizi büken iki atasözü olduğunu hep söylerim. Bunlardan birisi “alemle gelen düğün bayram” ikincisi de “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” Türkiye de insanlar eğer bir felaket herkesin başına geldiyse onu felaket saymazlar, düğün bayram sayarlar. Bir de bana dokunmayan yılan bin yaşasın derler de yılanı beslerler onlara dokunmadığı için. Ondan sonrada yılan onlara dokunmasa bile o kadar devasa hale gelir ki pek rahat yaşayamaz.

***
Vietnam savaşına katılan bir general savaştan sonra bir kitap yayınlamıştı. Kitapta diyor ki; “birliklerimize köyüne Amerikan askeri girmemiş insanlar katılmıyor. Eğer amerikan askeri köyüne girdiyse ondan sonra köyden kaçanlar geliyorlar orduya. Diğer köylüler duruyorlar, Amerikan askeri köylerine girinceye kadar.” Bütün dünyada böyle bir şey var. Koskoca işbirlikçi Fransa’yı düşünürsen. Haklıydılar haksızdılar o ayrı hikâye. Fikri kısmı tartışılabilir. Ama gene ahlaki kısmı apaçık duruyor. Almanlar ikinci dünya savaşı sırasında Fransa’yı işgal ettikleri zaman o yüzyıllardan beri demesek bile bir yüzyıldan beri birbirini yiyen iki milletten bir tanesi diğerinin işbirlikçisi oldu. Fransız nüfusunun büyük bir kısmı kahir ekseriyeti işbirlikçi zümresine, yani Almanların emrinde olmayı en iyi durum sayan insanlara dahil oldular. Savaş bittikten sonra ukalalık yapmaya başladılar o ayrı hikâye.

***
İnsanlar böyledir, ben zaten öyle otobüsleri dolduran, Eminönü işportacılarından alışveriş yapan insanlardan bir şey beklediğim için konuşmuyorum. Ben adam olmak istiyorum diye işaret veren insanların ahlaki zaafından bahsediyorum. Yoksa dünyanın her yerinde kalabalık müennestir. Ben çok titizce çalıştım, mesela bu kitapta soğuk savaşın yutturmaca olduğunu söylüyorum ama bu söylediklerim yeni değil. Sovyet bloğu çöker çökmez ya da Berlin duvarı yıkılır yıkılmaz şimdi yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin yurdu haline gelen “ilim yayma”da “başınıza saksı düşünce” diye bir konuşma yaptım. Söylediğim birçok şeyi yeni söylüyor değilim. Ben başından beri işlerin mahiyetinin ne olduğuna dair gücüm yettiğince uyarıda bulunmaya çalıştım ama kimin umurunda. Mesela İsmail Kara’yla birlikte televizyonda yaptığımız konuşmalar çözülse bundan on sene önce neler konuştuğumuz çıkar ortaya.