ŞİİRLE KEŞFEDİLMİŞ YERLERE TAŞINMAK

Şiir neyi başlattıysa onun sonunu da getirdi. Bunu ister divan edebiyatının ömrü itibariyle isterseniz âşık edebiyatının nelere rağmen hayatta kalışıyla anlamlandırabilirsiniz. Şiir bütün dillerde ve bütün coğrafyalarda kendisi bir mekân olmakla yetinmedi. Mekânın önce yurt, sonra vatan haline gelişinde başrolü oynayan yine şiirdi. Türk yurdu denildiğinde orayı Türklerin karnını tok, sırtını pek tutan sahanın adı olarak bilmiyoruz. Türklere zarafet verdiği için benimsenen yerler Türklerin sayıldı. Vatanlaşma istidadını ihtiva etmeyen toprağı Türk yurdu olarak hiçbir zaman bilmedik. Türk milletinin değerini yükseltme başarısı gösteremediği her saha Türk yurdu olmaktan çıktı. Bir Medine müdafaamız var; ama bir Mekke müdafaamız yok. Edirne’de bir Selimiye anıtımız olmasaydı bugün Avrupa kıtasında toprağımız olmayacaktı. Bütün olan bitenin zemininde Türklerin Haçlı Seferleri’ni bir münasebet bilip dar-ül İslâm’ı nereye kadar ilerlettikleri fikri var. Araya neler girmiş olursa olsun İslâm’ın değirmeni XIII. Hıristiyan yüzyılında olduğu gibi hâlâ Türk vatanında dönüyor. 1920’nin Misak-ı Millî’si Süleyman Çelebi’nin şiirle inşa ettiği sahayı işaret eder. Bütün bunlara benim işkembe-i kübradan ortaya saldığım düş kırıntıları gözüyle bakabilirsiniz. Eğer bakmıyorsanız şu suallere cevaplar bulacaksınız: Bilhassa XV. Hıristiyan asrından bu yana Osmanlı devleti neyi ile övünme yolunu seçti? Övündüğü şeyler övünmeğe değen şeyler miydi?        

Yerler vardır şiirin keşfiyle teşekkül etmiştir. Bu yerler Türk topraklarında belalardan silkinme dönemlerinde dikkat çeker. Süleyman Çelebi gün oğlunun irtidad belâsından sıyrılma yolunu şiirde buldu. Türk milletinin çobanından padişahına şair olduğu dillerdedir. Unutmayalım ki şuara-ı Rûm’u Arapça ve Farsça divan yazmış olmaları şairlik mertebesine yükseltmedi. Tayin edici olan anadildeki başarıydı. Anadilimize Türkçe dememizi yadırgatan havayı terk uğruna yüzyıllar geçirdik. Yunus Emre’nin yükseldiği gelenek bu toprakların dışında -Asya derinliklerinde- çizilmiş ve hele de Hoca Ahmed Yesevi’nin elinden çıkmış bir yoldan geçerek belirmiş değildi. Kimliğini Yunus Emre’nin bu toprağın Homeros’tan itibaren su yüzüne çıkardığı gücüne dayanarak çizdiği yoldan edindi Türk şiiri. Aruzla Türkçenin uzlaşması yeni bir söyleyiş tarzı doğurdu. Sair dillerin oluşumu hakkında bilinenlerle kıyaslanırsa alışılmamış bir söyleyişti karşılaşılan. Giderek şiirin dile ebelik etmesindeki harikuladelik müşahede edildi. Bir yandan ancak ihtisas sahiplerinin fark ettiği şairin özgünlük tavrı, diğer yandan bir şiir kültüne mensubiyet hem benzersiz, hem de besleyici bir ortam inşa etti. 

Dünya şartları Türkleri öyle badireleri atlatmağa zorlamıştı ki şiirin divan edebiyatı kurallarını kendi başına terk etmesi kimseye küçültücü gelmedi. Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk’ı Türk şiiri artık göze batacak eserler veremiyor yakınmalarına cevap olarak yazdığı söylenir. İnsanların dikkatini bu mesnevînin divan edebiyatına mahsus söz yumuşaklığına ters duruşu çekmiyor. Zamanında Avrupa’yı modernleşmeğe zorlayan Türkler menşei Avrupa olan şeylerle bezenmedikçe hayat hakkı bulamayacakları korkusuna kapıldı. Türk milletinin varlık endişesi İslâm’la hercümerç iken millet olarak Hıristiyan kökenli batı düşüncesi kuşatması yaşadık. Bu aynı zamanda toprak kaybına mazeret teşkil ediyordu. Toplum hayatımız ciddiye alınınca yeri başkalaşan Servet-i Fünun günleri yaşanırken bir yandan Tevfik Fikret’in, diğer yandan ve karşı taraftan Cenab Şahabettin’in yazdıkları şiirsiz kalmadığımızı bize müjdeledi. Fikret ethos davası güdüyor, Cenab duygu yüklü bilgeliğe oynuyordu. Yani her ikisi de ortalamayı umursamaz bir tavırla güç gösterisi içindeydi. Şiir dünyamız birçok akım gördü; ama bunların hiçbiri akım olarak yön tayin edici değildi. Parlayan isimlerle tanıştırılmış olduk. İkinci Yeni’ye ne devlet, ne de bir zengin kol kanat gerdi. O kadar ki şöhretlerini İkinci Yeni üzerinden (tabire itibar edilsin veya edilmesin) bina edenler yakın bir gelecekte adlarının anılmayacağı korkusuyla öldüler.

Modern medeniyet kendini ciddiye aldırmak için dillerin evrimini gündemde tutmak ister. Türk dilinin sadeleşme ve arınma yolunda bir mesafe kat ettiği kabul görmüş görünüyor. Basitten bileşiğe bir evrim geçirerek bu güne gelmediyse başına neler geldi Türk dilinin? Bu cevabını bulmanın imkânı doğmamış bir sualdir. Eğer dili ortamından bağımsız bir bütünlük sayıyorsak onu bir teorinin içine sıkıştırabiliriz. Teoriye sıkışmamak dilin berraklaşmasına doğru bir adım olabileceği gibi yozlaşmasının ispatına da yarar. Her dönemde ve her söylemde ikisini de yan yana gördük. İnsanlar bir dilin imkânlarını yetersiz buldukları için mi yeni dili benimsedi? Hayır, öyle olmadı. Olmasına imkân yoktu. Bir dilin devrini kapattığına o dilde eser verenler karar verir. Yaygınca okunan şeyler insanlık macerası katında dikkati hak etmeyen şeyler olabilir. Giderek öyledir. Dikkati çekmesi beklenen eserler günden güne yaygınlaşan söyleme tarzına boyun eğecektir. Sonuç? Sonuç şu veya bu sebeple şımartılmış birinin Nobel edebiyat ödülüne konmasına varacaksa insanlık kervanına katılma derinlikten sakındırılmış bir birikintiye övgü seviyesinde kalır ve öyle oldu.  

Her gün bir söylem bir diğerine galebe çalıyor ve her gün bir yazı adamı kendini uçurumdan sakındırmak endişesiyle yakınlarının imdadına yetişiyor. Yazının kendisi ona atfedilen ehemmiyeti sarsıyor. Türkler nice kavmin nesine dokunacakları hususunu dünya gündeminin merkezine taşımazlarsa Türk vatanının yeniden bir dokunulmazlık bölgesi sayılması bir hayal muamelesi görecek. Bir muamele görsün de ne olursa olsun diyenler yerkürede sürdükleri ömrü nimet bilenlerdir. Dünya hayatında nimeti mi, külfeti mi hayrımıza yoracağız? Türklerin modernleşme müddetince ömrü nimete değil mihnete dönük kaldı. Batı insanlık tarihinin en kara bir lekesidir. Atatürk’ü övüp göklere çıkaranlar bu yaptıklarının CHP’nin şedit muhalefetine rağmen kanunlaşan bir metnin sonucu olduğunu bilmiyor. Taşınmamız kaçınılmazdır. Şiirle keşfedilmiş yerlere taşınmadığımız takdirde Türklük yaşayan bir gerçeklik olmaktan tecrit edilip bir ansiklopedi maddesi haline gelmekten öteye geçemeyecek.

İsmet Özel, 5 Zilkade 1441 (26 Haziran 2020)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.