YAZMAK ÜMİTSİZ BİR ÇABADIR
İSMET ÖZEL
.

1980 sonrasıydı. Yaz günlerinden biri olsa gerekti. İstanbul’da geminin gövdesine bitişik peykelerden birinde oturuyordum. Biraz ilerimde benden daha genç olduğu besbelli bir adam çocukluk yıllarında Haliç sularında nasıl para bulma oyunu oynadıklarını yanındakine anlatıyordu. Vakıayı bir yazımda nereden nereye geldiğimize misal olsun diye nakletmek istedim. Yapamadım. Çünkü ilk defa 1964 yılında gördüğüm İstanbul yüzlerce milletin Türkler aleyhine niyetleriyle tesis edilmiş bir kabın içinde Dünya Sistemi çıkarları doğrultusunda çalkalanıyordu. Kime, neyi, nasıl anlatacaktım? İnsanların birer birer foyası meydana çıkıyor desem kabahati kendimin dışında arıyor olurdum. Aslında kabahat falan yok; işin tabiatı bu diyecek olursam bu pozitivizm zehrini içip yerimde oturmam demekti. Fırsat varken yazmalı, edebildiğim kadar müdahale etmeliydim. Yazmak hareketsiz kalmağı reddetmek anlamına geliyordu. Yazmak için yaratılmış olmak da teselli veriyordu.  

Teselli ile ümitsizliğin at başı gittiğine dikkat ettiniz mi? Tıpkı insanlardan ümidi kesmenin Allah’tan ümit etmeği kırbaçladığı gibi. İnsan çabalarına ümit bağlayanların toplum ilişkilerinde kötüden betere gidildiğine kayıtsız kalmaları gündelik hayatımızı felç ediyor. Nasıl oluyor da felç geçirdiğimiz halde bedenimizi hareket ettirebiliyoruz. Çünkü ümidimiz Allah’tadır. İslâm’a girmek bizi bir şeyi terk etmeğe zorluyor. Hareket tek yönlü değil. Eğer bir şeye kavuşmamız söze konu edilemiyorsa İslam’a girmiş sayılmayız. Sözü gereksiz yere uzatmayacağım. İslâm’a girmekle biz pozitivizmi terk ediyoruz. Kavuştuğumuz ise din günü tasavvurudur. Yaptığımız her şeyden hesaba çekileceğimizi tasavvur ediyoruz.

Terk ettiğimiz pozitivizmin ne olduğuna bir bakalım: Pozitivizmi biri diğerinden ayrılamaz üç sütun ayakta tutar. 1) Fenomenalizm kuralı, 2) Nominalizm kuralı, 3) Bilgiye ulaşmak için değer yargılarından ve normatif hükümlerden destek devşirmeği reddetme kuralı. Yani pozitivist olabilmek için bir şeyin, bu şey müşahhas da olsa mücerret de olsa bir görünen tarafı, bir de görünmeyen tarafı olduğu fikrini reddedeceğiz. Bununla kalmayacağız bilgiye ancak her düşünce ve duyuşun görünen müşahhas hususiyetlerinden başka vasfına müracaat etmeksizin ulaşabileceğimizi kabul edeceğiz. Bu da yetmeyecek bilginin iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış değerlendirmeleriyle ilgisi olmadığı fikriyle hareket edeceğiz. Bunları başardığımız zaman Avrupa düşüncesine sarsılmaz bir korunak sağlamış olacağız.

Avrupa düşüncesi diye bir şey var mı? Bu suale pozitivizm hayır diye cevap verecek ve ekleyecektir: Düşüncenin Avrupalısı, Asyalısı, Afrikalısı, Amerikalısı olmaz. Düşünce dediğimiz şey bütün yörelerin, bütün kültürlerin, bütün yatkınlıkların üstünde parlar. Nitekim bu vakıaya XVIII. yüzyılda Avrupa’da ona “Aydınlanma” adı verilerek şahit olunmuştur. Kendine bilim adını veren bizzat bilimin kendisidir. Bilim XVII. yüzyılda kendi adını seçen tek şeydir. Neyin bilim, neyin bilimsel olduğuna yine bilim karar verir. Gerçekte bu bir körebe oyunudur. Yani sadece el yordamıyla oynanır.

Ne demektir bilim hadisesinin el yordamıyla oynanması? Neler olup bittiğine bir bakalım: Aydınlanma çağında bilimsel kabul edilen iki disiplin vardı: Bunların birine botanik, diğerine astronomi deniyordu. Bu iki disiplin diğer bilgilenmelerin önüne sayılabilir oluşlarından ötürü geçmişti. Toprakta yetişen her şey hem adet olarak bilinebiliyor, hem de mensup oldukları tür itibariyle tasnif edilebiliyordu. Göğe bakarak fark edebildiğimiz cisimlerin de hem hacmi, hem de aralarındaki mesafe sayıya vurulabiliyordu. Sayma işi insanların fizik bilgisi oluverdi. Maddelerin dışardan gözlenebilen hususiyetleri fizik diye bilindi. Dışardan gözlenebilen hususiyetler insanları maddedeki içyapı hususiyetlerini bilmeğe kışkırttı. Buna kimya denildi. Kimya biologiyi, biologi psikologiyi doğurdu. Oradan sosyologiye sıçramak kaçınılmazdı. Pozitivizmin doğuşu sosyologinin doğuşuyla aynı zamandadır.

Bütün bunların el yordamıyla alâkası ne diye soracaksınız. İzah edeyim: Matematik kendi içindeki meseleleri bir çözüme kavuşturmayı beklemeden fiziğe uygulandı. Fizik hiçbir konuda kesinliğe kavuşamadığı halde kimya meselelerinde destek üstlendi. Kimya ne matematiğin, ne de fiziğin bariz açıklarına aldırmadan biyologi meselelerini ele alma cüreti gösterdi. Psikologi bütün bu kamburların üstündeki kambur olmakta fütur etmedi. Şu ana kadar okuduklarınız aklınızı yazmanın ümitsiz bir çaba olduğu fikrine yatırmadı mı? Yalnız Allah’a kulluk etmek ve ne istiyorsak onu Allah’tan istemek hâlâ tuhafınıza mı gidiyor?

İsmet Özel, 30 Şaban 1444 (22 Mart 2023)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.