İşte Kıbrıs "Tape"leri!

İşte Kıbrıs "Tape"leri!

“Denktaş da Birleşmiş Milletler’den döndükten sonra bağımsızlığını ilan edeceğim diye tutturdu. Dışişleri Bakanımız bunu önlemek için Denktaş’a bir zirve toplantısı önermesini telkin etti. Bunu da Kiprianu kabul etmedi. Ancak benimle konuşacağı karşılığını verdi. Denktaş diye bir kimse tanımıyor. Denktaş bir kere bu çıkışı yaptıktan sonra bundan dönmesi çok zordur. Siz acaba Kıbrıs Türkleri arasındaki iç durumu biliyor musunuz? Her gün komünistler kuvvet kazanıyor. Bugün Meclis’te çoğunluğa Denktaş ancak bir farkla sahip bulunuyor. Bu durum devam ettiği takdirde bundan sonra yapılacak ilk seçimde tahminim sol grup iktidarı ele alacaktır. Rum tarafında zaten komünistler var. Türk tarafında da komünist bir grup var. Bunlar birleştiği takdirde işte o zaman Akdeniz’de tam Sovyetler’in arzuladığı gibi bir durum meydana gelmiş olur. Acaba Amerikalı dostlarımız bunu mu arzu ediyor? Denktaş bağımsızlığını ilan ettikten sonra Anayasanın değiştirilmesi için harekete geçti. Biz Kıbrıs Türklerinin bağımsızlık kararını tasvip etmemekle beraber size şunu sormak istiyorum. Daha önce mevcut durum ile bugünkü durum arasında bir fark var mı?”*

“Daha önce mevcut olan durum” ile “bugünkü durum” arasındaki farkın mevcudiyetini sual etmemek üzere şekillendirilmiş zihinlerin yukarıdaki metnin nihayetinde gelen suali bir sual olarak değil bir retorik olarak anlaması kaçınılmaz. “Size şunu sormak istiyorum. … Bir fark var mı?”, “Ne farkı var?”, “Ne farkeder?” Kalıp, hazır tepkilerimiz. Hazır ama hazırlıksız. Çünkü bize gelip çatacak bir şerri defetme, önümüze çıkacak bir hayrı ise karşılayıp kabul etme hazırlığından bizi alıkoyuyor “ne farkeder”ler.

Yukarıda nakledilen sözler gizli telefon görüşmelerinden aşırılıp oraya buraya sızdırılmış bir konuşmaya ait değil. Dolayısıyla bugün Türkiye’de dönüp duran mide bulandırıcı gündemin bir parçası değil. Şu anda Kıbrıs’ın Kuzey tarafı ile Güney tarafı arasındaki müzakereler oldukça ileri bir aşamaya gelip çattığı halde, yine de mide bulandırıcı gündemin bir parçası değil. Ama bu “ileri aşama”nın kendisinin mide bulandırıcı olmadığı manasına gelmiyor. Belki daha rafine bir gündem. Çünkü 2004’te Annan Planı dolayısıyla ortalığı velveleye veren ulusalcıların bugün gıkının çıkmıyor oluşu ABD’nin bu sefer daha kararlı hareket ettiğini gösteriyor. Yukarıdaki sözleri Türkiye Cumhuriyeti’nin 17. Genelkurmay Başkanı ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin 1983’te bağımsızlığını ilan etmesinden dolayı rahatsızlığını ifade etmek üzere kendisini ziyarete gelen Donald Rumsfeld’e söylüyor. Devlet yetkilileri, bugün olduğu gibi, kendilerini hesaba çekmeye salahiyetli gördükleri Amerikan yetkililerine hesap veriyorlar. Ancak, şimdi memleket meselelerini sözümona kendi kafalarına göre karara bağlıyormuş, bir yerden talimat almıyormuş gibi görünmek için el altından sızdırdıkları dışişleri, içişleri, kenarişleri, kıyıişleri görüşmelerinden değil. Bu sözler Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci ağızdan, en resmi görüşü. Resmi görüşün menşei elbette Lozan’a istinat ediyor. Yani bütün teferruatını tek tek zikretmesek bile Misak-ı Millî’nin terki siyasetiyle hülasa edebileceğimiz Lozan’a. Dolayısıyla resmi görüşün Kıbrıs meselesinde takındığı tavırların Misak-ı Millî ile alakası yok. En azından Türk Milleti’nin misakı ile bir alakası yok. Çünkü Kıbrıs Misak-ı Millî’ye dâhil değil. “Misak-ı Millî’ye dâhil olup olmaması ne farkeder?” diye soracak olursanız, bir üst paragrafı okumadan geçtiğinizi söyleyeceğim. Evet, Kıbrıs’ın Türk Milleti’nin misakı ile bir alakası yok. Ama başka misaklar, ahidleşmeler, söz alıp söz vermeler resmi görüşü ne kadar tayin ediyor diye merak edecek olursak “fark”ı keşfetmek için iyi bir yerdeyiz demektir.

Kıbrıs’ın Osmanlı Devleti tarafından Venediklilerin elinden alınması hikâyesinde başımıza gelmeyen kalmadı. Hürrem Sultan adıyla bildiğimiz Roxelana’nın Saray’a musallat ettiği, Sefarad Yahudisi tefeci Yasef Nassi’nin Fransa’ya verdiği kredinin karşılığını alamaması hikâyenin başıdır. Yasef Nassi’nin Konverso (dönme) bir Hıristiyan olduğu sırada Fransa’ya verdiği kredi borcunu, Osmanlı Sarayı’nın güvencesi altında Yahudiliğine avdet etmiş haliyle talep etmesi üzerine, IX. Charles “Bizim bir Hıristiyan’a borcumuz vardı, bir Yahudi’ye değil” diyerek karşılık verir. Yasef Nassi’nin “kankası” Sarı Selim bu borcu tahsil edebilmek için Akdeniz’de yakaladığı Fransız gemilerine el koydurunca sonu İnebahtı Bozgunu’na varan hadiseler zinciri Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin üzerine çöküverir. Bozgunun altından kalkacak siyasi bir manevra arayan Saray yine Yasef Nassi’nin Kıbrıs’ta bir Yahudi Krallığı kurma arzusunun esiri olur. Neticede Sokullu Mehmet Paşa her ne kadar bu işe karşı çıkmışsa da Saray’ın verdiği karar üzerine Kıbrıs’ı Venediklilerin elinden alır ve o meşhur lafı da söyleyiverir: Haçlıların İnebahtı’da kestiği sakal daha gür çıkacak, ama Kıbrıs’ın Osmanlı mülkü olması Haçlıların kolunu kesmiş olmak manasına gelecektir(!)

Kıbrıs hikâyesi 1878’de adanın İngilizlere teslim edilmesiyle kesintiye uğramıştır. Lozan’da da Kıbrıs’ın İngiliz hâkimiyeti altında kalmasına rıza gösterilmiştir. Kıbrıs’ın Türkiye’nin “millî dava”sı haline gelmesi ise 1948’de İsrail’in kurulmasından sonraki yıllara tekabül eder. Demokrat Parti’nin Hariciye Vekili Fuat Köprülü, Cumhuriyet Halk Partisi iktidarından beri devam edegelen Kıbrıs politikasına muvafık olarak “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir meselesi yoktur!” sözüyle diretse de, Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs’ta taraf olmaya icbar edilir. 1948’de neşriyata başlamış olan Hürriyet Gazetesi’nin başlattığı “Kıbrıs Türktür” kampanyası netice vermiştir. 1960’ın Mayıs ayında Türkiye Cumhuriyeti lağvedilir, Ağustos ayında ise “Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulur. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğunda henüz 25 Ekim 1961 gelip çatmamış, Cemal Gürsel “İkinci Cumhuriyet’in meclisini açıyorum” dememiştir. Yani Kıbrıs Cumhuriyeti, 27 Mayıs 1960’tan sonra Türkiye’de tesis edilen teşkilatın önündedir. Şu anda her ne kadar Türkiye’de insanlar 1983’ten beri bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden bahsediyor olsalar da uluslararası hukuk nezdinde böyle bir devlet yoktur. Kıbrıs’ta resmi olarak bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” mevcuttur ve Kıbrıs’ın kuzey bölgesinde bir “Türk Cemaati” yaşamaktadır. Evet, görünürde uluslararası alanda KKTC hiçbir aktör tarafından tanınmadığı gibi, yazının başında naklettiğimiz sözlere bakılırsa Türkiye Cumhuriyeti idaresi de KKTC’nin doğuşuna muhaliftir. Öyleyse hangi kudretin talimatı doğrultusunda bir KKTC ilan edildi ve içinde bulunduğumuz günlerde Rum tarafıyla yeniden bütünleşme yolunda niçin tasfiye ediliyor? 1983’te KKTC’nin ilanını temin edenler belli ki, 1974’te MSP ile CHP’nin aynı masaya oturmasını da, Silahlı Kuvvetler’in adaya çıkartma yapmasını da temin ettiler. Hatta Kıbrıs’a yapılan harekâtın Sovyetler Birliği’nin çöküşünü geciktirmek üzere Batı’ya karşı atılmış bir adım olduğu da söylenebilirdi. Ama bu, yüzyıllardan sonra, şeklen de olsa, Hilal’in Salip karşısındaki ilk ileri adımı hususiyetini taşıyordu. Türkiye’de kadınların bileziklerini çıkarıp bu harekât için verdikleri günler yaşanıyordu. Türkiye iki farklı tarihi mi yaşıyordu? Devletin hesapları ile milletin hayatı arasında bir mesafe mi vardı? Bunun için öncelikle Türkiye’de bir “millet” var mı, yok mu; bir “millet hayatı” var mı, yok mu; bunları cevaplandırmak gerek. İstiklâl Marşı Derneği dışında hiçbir kuruluş millet hayatının mevcudiyetinin Türkiye’nin mevcudiyeti için sadece sıhhat şartı değil, aynı zamanda varlık şartı olduğu hakikatine yakınlık göstermiyor. Türkiye’de Alevilerin Sünnileşmesi ve Kürtlerin asimile olması, Kıbrıs’ın da dünyada İslâm davasının bir uzvu olabilmesini temin edecek. Aksi takdirde Türk olmayanların Kıbrıs davasında amele olmaktan başka yapacak bir şey kalmayacak.

KKTC’nin 1983’te görünüp 2014’te kaybolmaya başlaması birçoklarına şunu sordurabilir? Ne fark etti? Eğer 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edilmemiş olsaydı, bugün KKTC’nin “Türk-Rum Bütünleşmesi” yolundaki tasfiyesinden de bahsetmeyecektik. Ama Amerikan siyasetinin iteklemesi ile de olsa, önümüzde bir “Türk-Rum Bütünleşmesi” örneği cereyan ediyor. Bütünleşme yolundaki müzakerelerin nerelerde tıkandığı, nerelerde rahatladığı tecrübe ediliyor. "Örnek" bir şeyin başkaları tarafından tekrar edilmesi içindir. Öyleyse Kıbrıs'taki “Türk-Rum Bütünleşmesi” kimlere örnek olacak? Türkiye’de yaşayan insanlara örnek olacak. Çünkü yukarıda ifade edildiği gibi, tarih sıralaması bakımından Kıbrıs Cumhuriyeti Türkiye Cumhuriyeti’nin önünden gidiyor. Türkiye’nin ne kadarı bu bütünleşmenin içinde yer alacak? Türkiye’den kendini alacaklı sayan diğerleri buna ne diyecek? Din Günü’nde hesaba çekileceğini bildiğini söyleyenler, bütün bu olan bitene karşı, Ermeni, Kürt, Gürcü, Laz, Çerkez, Pomak, Arnavut, Boşnak ve daha birçok “kimi bilmem ne belâ” güruhunun ağzının içine mi bakacak?

D.Celaleddin Kavas

 

*Kenan Evren, Anılarım - 5. Cilt, Milliyet Yay. 1990.