Toparlanın, Gitmiyoruz! (06.05.2006)

Selamun aleyküm. Önce bu gün iki kere yapılan yanlışı düzelteyim. Şiirim okundu. Birkaç saat önce televizyon programında da şiirimden bir parça okundu, fakat yanlış okundu.

“Ağlamadan
dillerim dolaşmadan
yumruğum çözülmeden gecenin karşısında
şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı
üzerime yüreğimden başka muska takmadan
konuşmak istiyorum.”

Böyleydi, burası yanlış söylendi. Bu önemli bir şey tabi. Neyin söylendiği çok önemli. Bunun için buradayım zaten. Zaten hepimiz böyle hatalara düşmemek için yaşıyoruz. Doğru söylemek ve doğru yaşamak için. Doğru söylemediğimiz zaman doğru yaşamamız mümkün değil.

Beni dinlemeye geldiğiniz için hepinize çok teşekkür ederim. Bu başlıkta yaptığım konuşmaların ilkini İstanbul’da yapmıştım, “Toparlanın Gitmiyoruz”. Ve orada demiştim ki; “Konuşan bir kişinin kendisini dinleyen kişiler bulması mükâfatını kazandığını gösterir.” Yani, konuşmanın mükâfatı onu dinleyen insanların bulunmasıdır. Tabi bu belli beklentileri de içinde barındıran bir hadise. Yani, bir takım sözlerin söylenmesi ve o sözleri dinleyenlerin bulunması yeterince bir oluşumu işaret ediyor bize. Nitekim o toplantıda bulunan, avukatlık mesleğiyle hayatını devam ettiren birisi bana, daha sonradan şöyle dedi: “Biz o toplantıya, şeyhimiz bize ne keramet gösterecek diye koşup geldik, gördük ki şeyhimiz bize, bütün keramet sizde diyor”. Buraya kilometrelerce uzaktan aynı şeyi bir kere daha tekrar etmek üzere geldim. Yani, kerametin sizde olduğunu söylemeye geldim. Bakalım, bunu nasıl yapacağım. Bunun altından nasıl kalkacağım. Kerametin sizde olduğunu size anlatabilecek miyim? Bu konuda çok ümitli değilim ama gayret edeceğim.

Sivas’a hayatımda ilk defa 1967 yılının Ekim ayının onuncu günü geldim. Burada, Temel Tepe’de askerliğe başlamak üzere. 10 Ekim 1967. Burada valiliğin karşısında bir yerde otobüsten indim, o zaman öyle yerler vardı ve aşağı doğru yürürken, sivil kıyafetliydim tabi, çok da böyle tozpembe görüyorum her şeyi. Çünkü oradaki inzibat çavuşuna rahatlıkla nerde piyade alayı falan dedim. O inzibat çavuşu kendi yöresinin şivesiyle “Asker mi?” dedi, Aydınlıymış. “Evet” dedim, “askerim”. “Nerelisin” diye sordu, “Sökeliyim” dedim. Bunun üzerine o da Aydınlı olduğu için “vay hemşeri” dedi ve bana bir hemşerilik yaptı. “Bak” dedi, benim Temel Tepe’ye gideceğimi biliyor, “şuradan faytonlar kalkıyor. Onlara binersin, o seni Temel Tepe’ye götürür. Yedi buçuk liradan fazla verme” dedi. Ben de dediğini yaptım gittim, faytona bindim. Tıkı tık, tıkı tık gittik Temel Tepe’ye. Ben indim, valizimi aldım, on lira uzattım faytoncuya, iki buçuk lira geri istiyorum dedim. Faytoncu bana dedi ki; “Bak! Burası çok soğuk olur, dikkat et kendini üşütme, iki buçuk lirayı da boş ver.” Benim Sivas maceram böyle başladı. Yani Sivaslılardan öğüt aldık, onun bedelini de ödedik. İki buçuk lira. Ve ben hakikaten çok soğuk olacak diye bekliyorum. Çok soğuk olacak, o kadar soğuk olacak ki… Meğer olmuş o soğuklar. Ben o soğukları bekleye bekleye burada beş ay kaldım. Uzatmayacağım, askerlik anıları biliyorsunuz, Türkiye’de bir kere başladı mı sonu gelmez.

Ben hikâye olarak başka bir şey anlatacağım. Başka vesilelerle başka toplantılarda da söyledim. Yani biz bu memlekette ne yapıyoruz ne ediyoruz? Bu memlekette bir şey yapılabilir mi, yapılamaz mı? Yapılmış mı bütün bunları konuşabilmemiz lazım. Çünkü konuşma başlığımız “Toparlanın Gitmiyoruz.” Bildiğiniz gibi ya da aranızda bilenlerin olduğu gibi, “Toparlanın Gidiyoruz” diye bir yazı yazdım ben, fakat bunun yanlış anlaşılma ihtimali üzerine (yani ben toparlanın cenge gidiyoruz anlamında söyledim ama bu toparlanın fıyıyoruz, kaçıyoruz manasına geleceğini düşünüp) “Toparlanın Gitmiyoruz”a çevirdim başlığı ve gerçekten buradan gitmeme fikrini bir şekilde geliştirmek için.

Benim babamın tarlasına edeceğine, ben gelir senin babanın tarlasına ederdim.

“Toparlanın Gitmiyoruz” konuşmalarının sonuncusu olacak bu. Şu anda izlediğiniz. Bundan sonra bir konuşma vesilesi doğarsa benim için başlığı bu olmayacak. Bu bir şekilde çember tamamlandı sayılır, bununla ilgili. Ben bir şey doğabileceğini ümit ediyordum. Belki bir şeyler gerçekten doğmuş olabilir ama benim anladığım anlamda, benim verdiğim ağırlığa göre, “Toparlanın Gitmiyoruz” konuşmaları (bu on üçüncüsü) çok sınırlı, çok sönük toplantılar oldu. Yaptığı etki ve doğurduğu hasıla bakımından. Neden böyle oldu? Onu bir Nasrettin Hoca fıkrasıyla açıklamaya çalışacağım size.

Bu bildiğiniz Nasrettin Hoca fıkralarından birisi değil çünkü Nasrettin Hoca’nın evine Amerikalı misafir geliyor. Amerikalı, Nasrettin Hoca’ya misafir oluyor. Yiyilip içildikten sonra gece vakti Amerikalı misafir diyor ki: “Benim dışarı çıkmam lazım” yani def-i hacet görmem lazım şeklinde bir beyanda bulunuyor. Aralarında İngilizce mi konuşuyorlar, Türkçe mi konuşuyorlar? O kısmını tabi atlayacağız. Bunun üzerine Nasrettin Hoca elinde fener: “Tamam, gel “ diyor, çıkıyorlar evden. Nasrettin Hoca’nın elinde fener yürüyorlar, yürüyorlar, daha da yürüyorlar… Baya yürüyorlar, tarlaya geliyorlar. Amerikalıya dönüp Nasrettin Hoca diyor ki; “Buyur ne yapacaksan yap.” Amerikalı şaşırmış bir halde diyor ki; “Organizasyon bozuk.” Buna cevaben Nasrettin Hoca diyor ki; “Organizasyon tabi ki bozuk, eğer organizasyon bozuk olmasaydı sen gelip, benim babamın tarlasına edeceğine, ben gelir senin babanın tarlasına ederdim.”

Şimdi bu ciddi bir mesele. Hangisi ciddi bir mesele? Acaba Nasrettin Hoca gidip Amerikalının babasının tarlasına eder miydi? Böyle bir vakıanın gerçekleşmesi söz konusu olabilir mi? Bu Amerikalılık nasıl bir şey? Şu anda, gelmiş bulunuyorlar babamızın tarlasına. Çünkü şu anda Amerikan ve İngiliz kuvvetlerinin işgal ettikleri alan, bizim Rıza Paşa kabinesi tarafından ilan edilen Misak-ı Millî sınırları içindedir. Eğer Misak-ı Millî diye bir şey varsa, son Osmanlı kabinesi tarafından ilan edilen. Misak-ı Millî Musul vilayetini içine almaktadır. Mesele böyle bir mesele. Ama günümüzün meselelerini bütün açıklığıyla konuşmamız mümkün değil. İki sebepten dolayı mümkün değil: Bir, biz geçen zaman içinde, en azından Cumhuriyet tarihimiz boyunca, meselelere farklı bakma yolunda şartlandırıldık. Bir bu var.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda artık aynı esaslar değildi ve Türkiye kendisini yeni hakime göre yeniden biçimlendirmek zorunda kaldı. Bunun başka veçheleri de vardı. Sadece Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tek galip ülke olmasından başka yönleri de vardı. Türkiye 1945 yılından sonra yeni bir rota çizmek zorunda kaldı. Türkiye 1923′te Cumhuriyetin ilanından 1950′de Demokrat Parti’nin iktidara gelişine kadar yirmi yedi sene tek parti yönetimiyle idare edildi. Bu ne demektir? Kurulmasına müsaade edilmiş bir devlette, yeni bir hayat biçimi, yeni bir ilişkiler ağı kurulacak, başkalarının tavuğuna kış dememek şartıyla Türkiye’ye de yaşama hakkı tanınacak! Yani Türkiye’yi yönetenler, o sırada, büyük bir başarı falan beklemiyorlar. Yavaş yavaş, olduğu kadar her şey olsun, ama biz nasıl olsa dünya şartlarında varlığımızı kabul ettirmiş bir toplumuz mantığıyla işi götürdüler. Ama dediğim gibi dünya, Birinci Dünya Savaşı sonunun şartlarında kalmadı; yeni şartlar doğdu. Türkiye de bu şartlara hiçbir şekilde hazırlıklı değildi.

Bu topraklar iki kez vatan oldu.

Bizim hiç hesaba katmadığımız bir gelişme mi yürürlükte. Yani, biz aslında olan biteni görmemek suretiyle mi işlerimizi yürütebiliyoruz. 1923′te Lozan’dan çıkarken İsmet Paşa’nın bir yüz sene kazandık dediği rivayet edilir. Şimdi bu yüz senenin seksen ikisi gitti değil mi? Eğer bu rivayet doğruysa Türkiye ye biçilen ömür de epey kısalmış sayılır. Ama Türkiye’ye ye kim ömür biçmiş, ne olmuş, ne etmiş bunları anlayabilmemiz lazım. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz, nasıl bir ülkede yaşayabilirdik meselesini anlamak için. “Toparlanın Gitmiyoruz” deyişimiz, birilerinin bizi bu ülkede kabul etmeyeceği bir günün gelme ihtimali dolayısıyladır. Meselenin aslı bu. Nedir? Biz bu topraklarda yaşayan insanlar dünya tarihinin en önemli yönü ile varlık kazanmış insanlarız. Dünya tarihi geleneksel ve modern çağlar olarak eğer ikiye ayrılabiliyorsa, bu oluşumda bizim yaşadığımız toprakların belirleyici bir rolü var. Belirleyici bir konumu var. Biz, dünya tarihinin teşekkülünde birinci derecede etkili olmuş bir toplumduk. Ama şu anda dünya tarihinin akışında bir ayak bağı, bir pürüz sayılan bir toplumuz. Son gelişmelere baktığımız zaman, özellikle 1990’dan sonraki gelişmelere baktığımız zaman bir, işte globalleşme diye bir şeyden bahsedildiğini biliyoruz ve bu globalleşme içinde üç husus birbirini destekleyerek mesafe katediyor. Üç husus birbirini doğurarak canlılık kazanıyor. İnsanlar bu üç hususun gelişmesinden daha olumlu bir alana geçilebileceğini düşünüyorlar. Nedir bu üç husus?

1. Serbest pazar ekonomisi
2. Demokrasi
3. İnsan hakları

Diyorlar ki bu üç husus, yani bir toplumda serbest pazar ekonomisinin yerleşmesi, o toplumda demokrasinin uygulanması ve o toplumda insan haklarının korunması hem globalleşmiş olan dünyada iyi bir, yüksek bir hayat formu üretecektir, hem de bu o toplumların gelişiminde büyük bir katkı temin edecektir. Bunlara insanların inanması çok kolay. İnsanlar tabi ki böyle olur diye düşünüyorlar. Ama bu doğrudan doğruya bir manipülasyon, doğrudan doğruya bir dayatma. Ama bu dayatma insanları tatmin ediyor. Daha doğrusu insanlar, iyi ki bu dayatmalar var, diyor. Bence gelişme imkanını gerçek boyutuyla fark edildiğinde bu dayatmaların büyük bir yutturmaca olduğu görülecek. Biz kendi toplumumuzun önemi açısından meseleye baktığımızda ilk fark etmemiz gereken şey, yaşadığımız alanın şu anda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hükümranlığını sürdürdüğü alanın iki kez vatanlaştığını fark ederiz. Bu topraklar iki kez vatan oldu. Birisi 1071’den sonraki gelişmelerle, 11, 12 ve bilhassa 13. yüzyıldan itibaren bu toprakların Dar’ül İslam haline getirilmesiyle bu topraklar vatan haline geldi. Yani bu topraklar kimin vatanıdır sorusuna Müslümanların vatanıdır cevabı bu toprakların Dar’ül İslam haline getirilmesiyle verilebildi. İkinci vakıa da 1918’den sonra İstiklal Harbi verilmek suretiyle Türkiye’nin ikinci kez vatan haline getirilmesidir. Bu ülke iki kez vatanımız oldu. Ama şu anda işte bu globalleşme, demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisi sloganları altında bu iki kez vatanlaştırılmış toprağın vatanlık vasfı tehlikeye girmiş bulunuyor. Bizim bir üçüncü defa vatana kavuşma fırsatımız olmayacak. Yani bir kez bu ortadan kalktıktan sonra Türkiye diye bir ülkeden bahsetmek mümkün olmayacak. Çünkü başka dinamikler devreye giriyor. Şimdi bu dinamikler kimsenin gözüne görünmüyor.

1965 yılında Fener Patrikhanesi ve Vatikan, karşılıklı olarak aforozlarını kaldırdılar. 1965 yılında. Yani o zamana kadar Fener Patrikhanesi ve Vatikan biri diğerini kendi itikatlarına göre kafir sayıyordu, biri diğerini Hıristiyan kabul etmiyordu. 1965 yılına kadar. Ama bu karşılıklı aforozların kaldırılması sonucunda birlikten kuvvet doğdu ve biz ondan sonraki gelişmelerle başka bir sürecin başlatıldığına dikkat bile etmedik. Yani Fener Patrikhanesi’nin ekümenik vasfı 1453 yılında bir mana taşıyordu ama 1965′ten sonra başka bir mana taşımaya başladı. Bu başımıza gelenler bakımından çok önemlidir. 1453 yılında İstanbul Türkler tarafından fethedildikten sonra Fatih Sultan Mehmet Fener Patriğini yanına çağırdı ve ona bir beraat verdi. Dedi ki, sen bundan sonra eskiden olduğu gibi patriksin. Bu olayın temsili resmi şu anda patrikhanede mozaik şeklinde var. O kadar önemli bir şey yani bu. Bu olay patrikhanenin gücünü Bizans döneminde sahip olduğu güçten en az beş misli artırdı. Yani patrikhanenin Bizans döneminde bir gücü var idiyse İstanbul’un Türkler tarafından fethinden sonra bu gücü daha çok arttı. Çünkü İmparator Hıristiyan iken patrik sadece Ortodoksların ruhuna hakimdi. Padişah Müslüman olduğu durumda patrik Ortodoks aleminin ruhuna, bedenine her şeyine hakim olmaya başladı. Çünkü bütün medeni durumları o insanların, yani bütün Ortodoksların patrikhaneden sorulur oldu. Yani patrik bir bakıma Müslüman padişahın emri altındaki imparator haline geldi. Bu olaydan sonra Fatih Sultan Mehmet Ermeni rahipleri huzuruna çağırdı ve onlara bir patrik seçmeleri isteğinde bulundu. Dedi ki aranızdan bir patrik seçin. Fatih Sultan Mehmet’ in bu emrine kadar bütün Ermenilerin kabul edeceği bir patriği yoktu. Dolayısıyla Ermeniler dini bir cesamet Fatih Sultan Mehmet’in emri dolayısıyla kazandılar ve rivayet edildiğine göre günümüze kadar ermeni patrikhanesi Fatih Sultan Mehmet’ in ruhaniyetine ayin düzenlermiş. Ben tabi bulunmadığım için bilmiyorum. Bunların anlamı nedir? Bunların anlamı şudur: bu topraklar Dar’ül İslam haline geldikten sonra devletin ciddi bir Hıristiyan desteği var. Yani Müslümanlar devlete vaziyet etmelerinin gereği olarak Hıristiyan alemini de arkalarını almış durumda idiler. Ve bu gerek Fener Patrikhanesi gerekse Ermeni patrikliği Osmanlı Devletini kendi devletleri sayarak hareket ettiler ve batıya karşı Müslim ve gayrı Müslim bütün Osmanlı tebaası yekvücut idi. Dolayısıyla bu yekvücut hali Osmanlı toplumunun dünyanın en müreffeh, en gelişmiş, en güçlü toplumu olmasını sağladı, kolaylaştırdı. Bu o kadar sağlam bir yapıydı ki son dakikaya kadar dünyada etkisini gösterdi.

Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik.

Sivas’a tren 1936 yılında gelmiş. Sivas’a demir yolu döşeninceye kadar Sivas bölgenin en müreffeh, en parlak, en canlı ticaret merkeziydi. Çünkü yöreye ait önemli bir ilişkiler zinciri vardı, ticari ve sosyal ilişkiler zinciri vardı. Bu Müslim ve gayrı Müslim bir çok insan tarafından çalıştırılıyordu, işletiliyordu. Ama tren yolu vasıtasıyla mamul madde, ucuz mamul madde buraya ulaşınca bu sefer metropolle ilişkisini iyi kurmuş olanlar, geleneksel yapının dışında öne geçtiler ve Sivas’ın ticari önemi azaldı, çünkü dediğim gibi o bir ağın sonucuydu. Demir yolu doğrudan doğruya Sivas’ı emperyalist ilişkilerin içine soktu, onları bağladı. Bu Sivas’a mahsus bir şey. Bir çok başka gelişmeler var biliyorsunuz. 1839 yılında Tanzimat Fermanı okunuyor, ama 1838’de ne var? İngiliz – Osmanlı ticaret anlaşması. Balta Limanı’nda yapılan anlaşma. Bu anlaşmayla ne oluyor? İngiliz malları Türkiye’ye gümrüksüz giriyor. Bu ne demek oluyor? Bütün bu ihtiyaç maddeleri, biraz da dokuma ve mamul, günlük hayatımızda olan, işte sicimden çekice kadar bütün bu mamul maddeler çok ucuz, seri imalattan dolayı ve gümrüksüz olarak insanlara ulaşıyor. Bu ucuzluk karşısında yerli üretim rekabet edemiyor. Bilhassa dokuma. O yüzden tezgâhlar birer ikişer susuyorlar, birer ikişer devre dışı kalıyorlar. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen bir de biliyorsunuz Osmanlıda bir daimi vergi var. Yani kervan Sivas’tan Kayseri’ye gittiği zaman Kayseri şehremini ondan bir vergi alıyor. Dolayısıyla vergi ödediği için adam maliyetlere bunu bindiriyor ve dolayısıyla Sivas’ta sattığı fiyatın üzerinde satmak zorunda kalıyor Kayseri’de ne satıyorsa. Ondan sonra kervan Konya’ya gittiğinde bir de Konya şehremini vergi alıyor. Vergi % 7. Tüccarlar, kervan sahipleri İstanbul’a gidiyorlar, rica minnet hiç olmazsa yüzde beşe indiremez misiniz bu vergiyi diye. Bir sonuç alamıyorlar ve dolayısıyla Türkiye devamlı olarak yabancı imalata bağlı bir ilişki ile ayakta durabilen, yani para kazanmanın ancak hakim unsurların ajanı olarak gerçekleştirilebilen bir yapıya mahkum oluyor. Ve bu aslında tabi hızlı bir fakirleşme getiriyor. Bugün Türkiye diye bildiğimiz yer, bütün bu süreç içerisinde an be an fakirleşmiş ülke olarak tanıdığımız yer. 17. yüzyılın başında dünyada Türkiye’den daha güçlü ordusu olan, Türkiye’den daha zengin halkı olan, Türkiye’den daha iyi organize edilmiş bir ülke yoktu. Ama bu ilişkiler patır patır tersine döndü. Neden döndü? Çünkü 1571 yılında Türk donanması İnebahtı’da berhava edildi. Ondan sonra aynı yıl biliyorsunuz Kıbrıs adası Türkler tarafından fethedildi. Sadrazamın öyle mangalda kül bırakmayan laflar ederdi, biliyorsunuz. Diyor ki, işte biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik. Siz efendim donanmamızı yakmakla sakalımızı tıraş ettiniz, kesilen sakal daha gür olarak çıkar ama kesilen kol yerine gelmez! Ama öyle değil. Tam tersine oldu. Onlar donanmamızı yakmakla bizim kolumuzu kestiler, biz Kıbrıs’ı almakla biz onların sakalını traş ettik. Çünkü Kıbrıs iktisadi üs olarak eski önemine sahip değildi biz aldığımız zaman. O keşifler yoluyla zaten Avrupa başka alanlara açılmış durumdaydı, dünyanın başka alanlarına. Donanmanın yanması da bizim kolumuzun kesilmesi demekti. Gerçi, gerçekten kısa bir sürede donanma yerine kondu. Fakat bu kısa sürede yapılan bir imalat olduğu için, gemiler çok kısa sürede imal edildiği için eski güçlerinde değildiler. Dolayısıyla Türklerin Akdeniz hâkimiyeti artık söz konusu değildi. Eski gemilerin yerine koyduğumuz gemiler eski gemilerin vasıflarını taşımadıkları için savaşta o kadar, öbürleri kadar etkin olamıyorlardı. Buradan başladı iş. Ama bunun önemi ne?

Bunun önemi şu: Biz Türkiye de Müslüman ahali olarak birinci sınıf insanken, bütün toplumun bütünü bu birinci sınıf insanların başarısına destek veren durumdaydı. Ama 1571′den sonra gerçek patronun artık İstanbul’da oturmadığı, gayrı Müslim zümreler tarafından, gayrı Müslüm zümrelerin elit unsurları tarafından anlaşıldıktan sonra denge bozuldu. Yani bu sefer Osmanlı İmparatorluğu’nun o sadık tebaası batıdaki yükselen gücün kendisine destek olması halinde farklı bir hayata yol alabileceğini düşünmeye başladı ve birer birer bu uygulanan şeyler oldu. Osmanlı Devleti’ni milliyetçilik yıktı diyorlar değil mi? Çünkü bir takım insanlar, bir takım etnik unsurlar kendi başlarının çaresine bakmak için harekete geçtiler. Ama bu nasıl oldu. Bu bariz bir şekilde batı Avrupa’da doğan gücün Osmanlı Devleti’ni sıfırlamak üzere Osmanlı Devleti içindeki unsurları, yani merkezin dışında kalan, merkezin emrinde olan unsurları birer birer kendi tarafına çekmesi suretiyle oldu. Tabi buna ilk önce biliyorsunuz Yunanlılar başladılar. Yunanlılar hiç bir zaman milli iddialarından vazgeçmediler. İstanbul’un fethine rağmen. Orada özel bir yer kazanmayı başardılar, Osmanlı milletler sisteminde Greklerin iyi bir yeri vardı ve yine rivayet edildiğine göre Tanzimat Fermanı okunduğunda buna ilk itiraz edenler Grekler oldu, diğer gayrı Müslim unsurlarla eşitliği reddettikleri için. Şimdi bütün bunlar oldu bitti, bunları ne anlatıyorsun, olmuş işte diyebilirsiniz. Mesele şudur: 14.yüzyılda İtalyan site devletleri yoluyla kapitalizm temellerini atarken bizim yaşadığımız topraklarda kapitalizmle uyuşmayan, ama aynı zamanda kapitalizme galebe çalan başka bir iktisadi sistem kurulmaya başlandı. İtalyan site devletleriyle temellerini atan kapitalizm bir dünya sistemi idi. İtalyan site devletleri diyoruz, Venedik mesela bunlardan birisi. 4. Haçlı Seferi Venediklilerin alacak tahsili bahanesiyle İstanbul’u, yani Bizans İstanbul’unu yağmaladıkları haçlı seferidir. O sistem daha o zamandan işlemeye başlamıştır, ama dediğim gibi 14 yüzyılda, yani işte Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu 1299 olarak gösterenler var, 1300 olarak gösterenler var, bir yıl fark ediyor ama 14 yüzyıl başı bu. 14 yüzyılın başında Osmanlı Devleti tabi kurulur kurulmaz mükemmel bir teşkilata, çok etkin bir işleyişe kavuşmadı ama süreç içinde İtalyan site devletlerinde doğan kapitalist işleyişe üstünlük gösteren bir sistem, bir yapı geliştirdi. Bu yapı 1918 yılına kadar varlığını korudu. Tanzimat’a rağmen, Balkan savaşlarına rağmen ve seferberliğe rağmen. Birinci ve ikinci meşrutiyete rağmen. Bu yapı hala bir dinamik unsur içinde barındırılıyordu. Ama 1918 yılında bunun sonu geldi.

İtalyan site devletleri içinde temellerini atmış olan kapitalizm 17.yüzyılda metropolünü Hollanda’ya taşıdı, oradan Londra’ya taşıdı ve 1945 yılında da Newyork’ a taşıdı. Bu hikayeyi isterseniz kısaca özetleyebiliriz. Ama öbür taraftan ona baştan beri galebe çalan ama daha sonra 1571’den itibaren gerileyen sistem 1918 yılında sona erdi. Yani Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi demek Avrupalılar bakımından İslam’ın siyasi organizasyon ve askeri güç olması itibariyle bitmesi demek. Talat Paşa anılarında diyor ki: “Biz bütün gayretimizle savaşa girmeye çalıştık. Çünkü savaşın dışında kalsaydık savaşın sonunda topraklarımızın paylaşılacağını biliyorduk. O yüzden ilk önce İngilizlerin yanında savaşa girmeye çalıştık ki savaşı İngilizlerin kazanacağı aşağı yukarı belliydi, dolayısıyla eğer İngilizlerin yanında savaşa girmeyi başarabilirsek galip bir devletin topraklarının paylaşılması mantık dışı olacağı için kurtaracaktık.” Ama bu böyle olmadı. Gönül taşı, belki Almanlar kazanır. Almanlar kazanamasa bile savaşa girmiş bir toplumun şartlarına tabi oluruz, yani mağlup bir ülke muamelesi görürüz diye savaşa girdiler. Eğer savaşa hiç girmeselerdi hesaba katılmayan bir otorite olarak toprakları paylaşılacaktı. Her neyse. Yalnız tabi ki büyük bir talih bize denk geldi. O da Sevr Anlaşması imzalandığı zaman Sevr’i uygulayacak hiçbir uluslararası güç yoktu. Yani Sevr’in hayata geçirilmesini sağlayacak bir kuvvet yoktu. Bundan faydalandı Türkiye. Bu işe en kolay akıl erdiren adam Kazım Karabekir idi. Ve o harekete geçti ve önemli girişimlerde bulundu.

1918 yılında bu topraklarda can emniyeti bakımından en elverişsiz yer, en tehlikeli yer Türk bayrağının altıydı.

Şimdi 1918 yılında, bunu söylemekten fayda umuyorum, 1918 yılında bu topraklarda can emniyeti bakımından en elverişsiz yer, en tehlikeli yer Türk bayrağının altıydı. 1918 yılında. Can emniyeti bakımından en elverişsiz, en tehlikeli, en kötü yer Türk bayrağının altıydı ve insanlar can ve mal emniyeti gayesiyle, İtalyan, Fransız, Amerikan, İngiliz bayraklarının altına girmeye can atıyorlardı. Ama öyle bir şey oldu ki bir İstiklal Harbi verildi. Şöyle oldu böyle oldu, o konuşulabilir ama 1923 yılında artık bu topraklarda can emniyeti bakımından da mal emniyeti bakımından da en güvenilir yer Türk bayrağının altı oluverdi. Şimdi mesele bu hadisenin nasıl olup da dünyanın imreneceği bir toplum olmaya mani olduğunu anlamakta. Biz kimsenin yapamayacağı, dünya toplumlarının hiç birinin yapamayacağı bir şey yaptık İstiklal Harbi vermekle. Bunu kimse küçümseyemez, kimse de küçümseyemedi zaten. Ama İstiklal Harbi sonucunda elde ettiğimiz imkan bu toplumun dünyanın parmakla göstereceği, herkesin yaşamak için gıpta edeceği bir konuma gelmesine yol açmadı, vesile olmadı. Nasıl oldu da bu oldu, bunu anlamamız lazım. Yani biz 18’den 23’e kadar öyle bir performans gösterdik ki –bugünlerde söylenen tabirle- aslında bizim çok önemli işler başarmamız için bir müşevvik, harekete geçirici güç olması lazımdı, olmadı.

Neden olmadı? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı sonu itibariyle, Birinci Dünya Savaşı sonunda dünya sisteminin istemleri doğrultusunda kurulan bir devletti ve Türkiye’ de bu devleti yürüten insanlar kefeni yırttıklarını düşünüyorlardı. Bu doğruydu, kefeni yırtmışlardı. Fakat kefeni yırtmalarının sonucunda ele geçirilen şeyin nihai şey olduğunu sanıyorlardı. Yani elimize geçirdiğimizi bir daha bizim elimizden alamazlar sanıyorlardı. Alamayacağını sandıkları için de birçok dayatmaya evet dediler. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, dünya sistemi Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolara bazı şartlar koştu. Yeni kurulan devlet panislamist olmayacaktı. Yeni kurulan devlet pantürkist olamayacaktı. Yeni kurulan devlet Bolşevik olmayacaktı. Böyle, bu üç şey olmadığı takdirde burada, Ankara’daki yöneticilerin emrine bu topraklar bırakılabilinirdi. Öbürleri de dediler ki tamam, oldu, böyle yapalım, bu dediğinizi yapalım. Türkiye Cumhuriyeti panislamist bir politika gütmedi, pantürkist bir politika gütmedi ve Bolşevik bir politika gütmedi. Bu şartları niye Avrupa Türkiye’nin kurulması için koştu, bunu anlamak için dünya sisteminin karakterini bilmemiz lazım. 14. yüzyılda biz bir sistem kurduk, gavurlar başka bir sistem. Bu sistemin işleyişi kendi gücünü çok ileri noktalara getirdi. Bizim kurduğumuz sistem de ondan daha aslında güçlü olduğu için son nefesine kadar cazibesini kaybetmeden işleyen bir sistem. Aslında 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla beraber, o kapitalizme galebe çalan sistem iflas etti, ama iflas etmiş haliyle bile o kadar güçlü damarları vardı ki, kan dolaşımı gerçekleşebildi. Kan dolaşımı oldu bu yapıda 1918′ e kadar. Ve o zamana kadar neler yaşandığı, bu toplumun ne badireler atlattığı, ne zulümler gördüğü onlar ayrıca konuşulması gereken bir husus.

Temel ilke şudur: Talimatlar merkezden çevreye doğru gider. Talimatların hareketi merkezden çevreye doğrudur.

Şimdi bu dünya sistemi ile alakamız itibariyle Türkiye Cumhuriyeti’nin konumunu tespit etmemiz lazım. Bu dünya sistemi ne menem şeydir. Bu dünya sistemi, öbür adı da kapitalizm. Temel ilkesi, yani hiç bir zaman kaybetmediği, globalizme rağmen terk etmediği ilkesi metropol periferi ilişkisi, yani merkez çevre ilişkisidir. Bu dünya sistemi dediğimiz şey imtiyazlı alanlar üretmek ve imtiyazlı alanların imtiyazsız alanları yönetmesi şeklinde işleyen bir sistem. Karl Marks’ın kuramına eğilim göstererek anlaşılan kapitalizm ile dünya sisteminin adını koyarak tanıdığımız kapitalizm önemli farklar arz eder. Şimdi bu sistem Karl Marks’ın tahlillerinde çok büyük bir yer tutan, emeğin sömürülmesi, artı değerin gasp edilmesi sonucunda varlık kazanmış bir sistem değil. Bu olmamış manasında değil, tabi ki oldu. İşçiler sömürüldü vesaire falan filan. Ama dünya sistemini sistem olarak ihdas eden ve idame ettiren şey, merkez çevre ilişkisidir. Metropol periferi ilişkisidir. Yani dış ticaret yoluyla bazı imtiyazlı bölgeler kendi güçlerini para ilişkileri suretiyle artırırlar. Temel ilke şudur: Talimatlar merkezden çevreye doğru gider. Talimatların hareketi merkezden çevreye doğrudur. Değerlerin hareketi çevreden merkeze doğrudur. Bu her bakımdan böyledir. Yani çevreyi merkez idare eder, merkezi çevre besler. Çevreden alınan şeyler merkezde yenilir, merkez de çevrenin ne yapacağını tespit eder, belirler. Bu sistem işte İtalyan site devletlerinin bütün Akdeniz havzasında yapılan ticaretin İtalyan site devletlerinde ticari ilişkiler ve bilhassa mali ilişkiler vasıtasıyla düzene sokulması şeklinde somutlaştı. Bu sistem Hollandalılar tarafından tekamül ettirildi. Hollandalılar borsa kurdular. Ticari ilişkilerin borsa sistemiyle kurala bağlanması Hollandalıların yaptığı bir şeydir. 17 yüzyılda Hollandalılar taşımacılık yoluyla çok büyük karlar elde ettiler. Onlara o zaman dünyanın hamalları diyorlardı. Hollandalılar taşımacılık yoluyla ettikleri büyük karları borsa teşkili suretiyle değerlendirdiler. Böylece sistem bir esasa oturdu. Ama bu esas Hollanda’da tam olarak kuvvet kazanamadı, çünkü Hollanda’nın sömürgeleri buna müsaade etmiyordu. Dedik ya, çevre merkez ilişkileri işi yürütüyor. Britanya’nın üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğu vardı. Dolayısıyla dünya sitemi merkezini Amsterdam’dan Londra’ya taşıdı. Londra bütün dünyada ticaret yapabilen, ama zaten kendi imparatorluğu buna yetiyor ve bu merkez-periferi ilişkisini çok iyi işletebilen bir mekanizmayı harekete geçirdi. Ve biz Türkiye olarak ikinci kez vatanımızı kazandığımızda dünya sisteminin patronu Britanya idi. Bu dünya sistemi cumhuriyet kurulduğu sırada milli pazarlar suretiyle sisteme hâkim olunmasını güden bir politika üzerindeydi. Yani Türkiye 780000 kilometre kare alanı merkeze bağlanması, dünya sistemini tatmin eden bir şey. Bu sebeple mesele, panislamist, pantürkist ve Bolşevik olmamak kaydıyla bir esasa bağlandı ve Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Ama bu dünya sisteminin işleyişi durduğu yerde durmadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sistemin merkezi olan Londra gücünü koruyamadı. Yani sistem olarak gücünü koruyamadı. Çünkü ekonomik bağımsızlığı olmayan bir yapı söz konusuydu. Ne demek. Şunu söylemek istiyorum. Amerika Birleşik Devletleri çok büyük bir iç pazar yoluyla bir şekilde dünyayı talan ederken, kendi iç işleyişini dünyanın en imtiyazlı alanı haline getirmeyi başarabilecek bir noktaya çıkarmıştı. Ve İkinci Dünya Savaşı sonunda altın para sistemi terk edilerek kağıt para sisteminin dünyadaki geçerli birim, geçerli tedavül aracı olması sağlandı. Bu şu demekti: Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik sıhhati dünyanın bütün diğer ülkelerindeki işleyişe vaziyet edecek demekti. Eskiden altın para sisteminde başka bir mantık vardı, altının değeriyle ilgili olarak. Ama mesele dolara, kağıt paraya indirgenince başka dinamikler devreye girdi. Ve Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda değişmek zorunda kaldı. Yani devlet kurulurken ele alınan esaslar, İkinci Dünya Savaşı sonunda artık aynı esaslar değildi. Türkiye kendisini yeni hakime göre yeniden biçimlendirmek zorunda kaldı. Bunun başka veçheleri de vardı. Sadece Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tek galip ülke olmasından başka yönleri de vardı.

Türkiye 1945 yılından sonra yeni bir rota çizmek zorunda kaldı. Türkiye 1923′te cumhuriyetin ilanından 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişine kadar, yirmi yedi sene tek parti yönetimiyle idare edildi. Bu ne demektir. İşte kurulmasına müsaade edilmiş bir devlette yeni bir hayat biçimi, yeni bir ilişkiler ağı kurulacak, işte başkalarının tavuğuna kış dememek şartıyla Türkiye’ye de yaşama hakkı tanınacak. Yani Türkiye’yi yönetenler o sırada büyük bir başarı falan beklemiyorlar. Yavaş yavaş, olduğu kadar her şey olsun. Ama biz nasıl olsa dünya şartlarında varlığımızı kabul ettirmiş bir toplumuz mantığıyla işi götürdüler. Ama dediğim gibi dünya Birinci Dünya Savaşı sonu şartlarında kalmadı, yeni şartlar doğdu. Türkiye de bu şartlara hiçbir şekilde hazırlıklı değildi.

Haydin kurtuluşa!

1946’da bildiğiniz gibi, ne oldu? İlk çok partili seçim oldu. Daha önce tek parti döneminde nasıl bir şey vardı, seçimler gene oluyordu, değil mi? Kırk altı seçimlerinin o açık oy-gizli tasnif olayını vurgulamak için söylemiyorum. Aslında bütün yirmi üçten kırk beşe kadar, yirmi kûsur sene, bütün şehirlerin valileri aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi il başkanlarıydı. Tek parti yönetiminde. Düşünebiliyor musunuz bunu; vali aynı zamanda parti il başkanı. Böyle bir sistem yaşıyordu Türkiye’de. Ama 1946’ da bir seçim oldu. Demokrat Parti, aslında mizan partisi de denilebilir ona, çünkü kurucularının dördü de Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinden çıkmıştır. Hatta bu konuda gizli, nelerle anlaşıldığını bilmiyoruz. Ama 1950 yılında Türkiye’de ciddi bir şey oldu; iktidar değişikliği gerçekleşti. Hem de çok büyük bir farkla. Bu, Türkiye’de insanların kendi hayatlarını düzenlemede hak talep etmeleri anlamını taşıyordu. 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, hiçbir zaman Demokrat Parti’nin zaferi olarak görülmemelidir. Kim Cumhuriyet Halk Partisi’nin karşısına çıkarsa çıksın kazanacaktı. Çünkü Türkiye’de insanlar tek parti yönetimini reddediyorlardı. Demokrat Parti’nin vaadleri falan tabi ki rol oynadı. Onlar işte, ceplerinden sigarayı çıkarıp “Bunu beş kuruşa içeceksiniz” falan diyorlardı. Bunun ötesinde önemli bir olay daha var. Biliyorsunuz; Demokrat Parti ezanın okunmasını da vaat etmişti. O zamana kadar, otuz ikiden itibaren yanılmıyorsam, ezan adı verilen ya da Ziya Gökalp’in ünlemesiyle cami minaresinden Türkçe ezan okunur falan filan diyordu ya. Bildiğiniz gibi, “ Tanrı uludur! Tanrı uludur! Tanrıdan başka yoktur tapacak!” diyerek… Müezzinler böyle ezan okuyorlardı. Hatta “hayya alel felah” ifadesini tercüme ederken “haydin kurtuluşa” diye tercüme etmek istemişler ama edememişler. Çünkü Kurtuluş bildiğiniz gibi İstanbul’da bir semt. Ama o semtin sakinleri gayrı Müslîm. Ve o semtin Kurtuluş adı almadan önceki adı Tatamun. Yani, “haydin kurtuluşa” deyince, millet; ulan ne diyor bunlar! Onun için o ifade “haydin felaha” olarak kalmıştır o okunan ezanda. Her neyse, Demokrat Parti ezanın da okunmasını vaat ederek iktidara geldi. Fakat, tabi bunlar birinci derecede rol oynayan şeyler değil. Ama ne olursa olsun, ben mesela, 1944 doğumlu bir insan olarak, televizyonda seyrettiğim Demir Kırat belgeselinden şunu öğrendim: Demokrat Parti’nin iktidara gelmesine rağmen, ezanın okunması yönetim tarafından, hem de Demokrat Parti yönetimi tarafından savsaklanmaktaymış. Bunun üzerine Adnan Menderes; “Bu kanun çıkmazsa ben istifa ediyorum.” diyerek gerçekten istifa etmiş ve eğer Ankara’da kalırsam benim zorla istifamı geri aldırırlar” diye uçağa atlayıp Mersin’e gitmiş. Adnan Menderes’i Mersin’den geri çevirebilmek için o kanun meclisten geçmiş. Yani böyle, bizim tabi hiç haberimiz olmayan bir gelişme vuku bulmuş o zaman. Bunu yıllar sonra, seksenden sonra ben öğreniyorum, belki aranızda da bunu ilk defa benim vasıtamla öğrenen insanlar vardır. Yani böyle bir ülke burası. Ama bizim esas anlamamız gereken şey; İkinci Dünya Savaşı sonu şartlarında Türkiye’nin yeni sisteme, sistemin yeni şekline iltifat edip etmeyeceğidir. Mesele budur. Tek parti yönetimi iki hat arasındaki rejimlerden büyük ölçüde etkilenmiş bir yapıdaydı. Rusya’da Sovyet Rejimi vardı. Hemen arkasından, İtalya’da İtalyan faşizmi, Mussolini iktidarı gerçekleşti. Ve 1933′te de Hitler iktidara geldi. Bu rejimlerden tek parti yönetimi parça parça etkilendi. Hem Bolşeviklerden, hem faşistlerden, hem Nazilerden. Mesela Milli Şef kavramı doğrudan doğruya Nazilerin etkisidir. Tek parti, tek şef, tek bakan gibi…

Sizler nitelikleri erozyona uğramış, zaruret perdesi altında, her türlü dalavereye boyun eğen ve o dalavereleri yapan bütün Türkiye halkının bir parçasısınız.

Neden böyle oldu? Çünkü Türkiye’de halk bir millet olarak kıvam tutturamadı. Halk bir millet olarak kıvam tutturamadı. 1957’de Demokrat Parti yeni iktidara geldi, üç sene geçti, daha seçim olmamıştı ki 27 Mayıs 1960′da Türkiye de bir askeri darbe oldu. Ve Türkiye’nin bel kemiği kırıldı. Fakat bu bel kemiğinin kırılma hadisesini, yani Türkiye, cumhuriyetin kurulmasıyla beraber bir omurgaya sahip idi, bir omurga edindi Türkiye, cumhuriyet kurularak. İstiklal Harbi verilerek ve sonunda bir cumhuriyet kurularak Türkiye bir omurgaya sahip oldu. Nasıl bir omurga bu biliyor musunuz? Bu, “Türkiye’de İslam dünyasının ümidi olan bir millet yaşamaktadır” diye özetlenebilecek bir omurga. Türkiye bütün İslam coğrafyasında istiklalini bileğinin hakkıyla kazanmış yegane ülke olarak bütün İslam dünyasının ümidi olan bir ülkeydi. Ve bu Türkiye’nin omurgasıydı. Ama bu omurga 27 Mayıs 1960′ta kırıldı. Diyeceksiniz ki, yaa ne diyorsun sen? Ne alakası var? Demir ağlarla örmedik mi bu ana yurdu dört baştan. Evet, Türkiye bir İslam devleti olarak yeniden dünya sahnesine çıktı fakat bunu ne yaptılarsa bir şekle soktular. Bu, biraz önce sözünü ettiğim iktidar değişikliği sırasında, yani 1946′da seçim olup, Demokrat Parti’nin meclise girmesi sonucunda Cumhuriyet Halk Partisi telaşa kapıldı. Ayağının altından toprağın kayacağını fark etti ve Cumhuriyet Halk Partisi genel merkezi bütün teşkilata bir tamim gönderdi. Dedi ki: “Üye sayınızı iki misline çıkarmak mecburiyetindesiniz. Şimdiye kadar iki yüz elli üyeniz var idiyse bunu beş yüz yapacaksınız.” Bu genelgeye İstanbul’daki Bakırköy ilçesinden genel merkeze şöyle bir cevap gelmiş o zaman, Bakırköy Cumhuriyet Halk Partisi yöneticileri demişler ki: ” Genel merkezin bu talebini yerine getirmemiz imkansız.” Yani biz üyelerimizi iki misline çıkaramayız, “Çünkü ilçemizde oturan insanların çoğunluğu gayri Müslim’dir.” Bunu anladınız mı? Cumhuriyet Halk Partisi üye sayısını Bakırköy’de iki misline çıkaramıyor, çünkü Cumhuriyet Halk Partisi gayrı Müslîm üye kaydedemiyor. Bu anlayamayacağınız bir şeydir. Çünkü dediğim gibi, bu konuşmanın başında söylediğim gibi, bizi öyle resimlerle zihnimizi darmadağın ettiler ki, biz bambaşka şeyler biliyoruz Türkiye hakkında. Türkiye böyle bir ülke. Türkiye’de 1921 anayasasında, “Devletin dini İslamdır “ yazar. 1923′te Cumhuriyet ilan edilir, Cumhuriyet’ten sonra yazılan anayasada da devletin dini İslam’dır. 1928’de devletin dininin İslam olduğu, anayasa hükmü olmaktan çıkar. Ve Türkiye’de anayasaya laiklik ilkesinin girmesi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin diğer beş okuyla birlikte altı ok, tamamen anayasaya sokulmuş 1937’de. Türkiye’de, anayasada laiklik ilkesinin mevcut olması, Cumhuriyet’in kurulmasından ne kadar sonra? Çook sonra. Demek ki bu işler başka türlü yürümüş.

Time: “Hayır, hayır % 44 kere hayır.”

Şimdi ben omurga meselesine dönüyorum. Türkiye bir omurga kazandı. Türkiye bir İslam devleti olarak, kafir tasallutundan İstiklal Harbi’ni vererek kurtulmuş bir ülkedir. Bakın bugün deprem bölgesinde, Pakistan’daki deprem bölgesinde, Kızılay oradaki aç, açık insanlara Türk bayrağı yetiştiremiyor. Pakistan’da insanlar ekmeğin yanında Türk bayrağı istiyorlar. Neden acaba? Yani, kendi bayrakları yok mu? Onun da ay yıldızı var. Hatta yeşil bile. Ama onlar Türk bayrağı istiyorlar. Çünkü Türkiye İslam dünyasının ümidi olarak kurulmuş bir devlettir. Yani Osmanlı İmparatorluğu’ndan farklıdır Türkiye’nin konumu. Osmanlı İmparatorluğu belki İslam dünyasına efendilik ediyordu. Ve kötü bir efendiydi şüphesiz, ama Türkiye Cumhuriyeti, İslam dünyasının varlığını dik tutma, varlığını ayakta tutma mücadelesinin somutlaşmış, müşahhas hale gelmiş bir örneği olarak ortaya çıktı. Şimdi ne oldu? Bugün, tabi ki bütün bu gelişmelerin yozlaşması sonucunda bir takım insanlar, bal tutan parmağını yalar hesabı, birçok şey yapıyorlar hala. Ama Türkiye, bugünkü hale müstahak olacak bir insan özelliğine sahip değil. Yani Türkiye’de yaşayan insanlar, bu günkü halin doğmasına sebep olacak özellikte insanlar değil. 1960 yılında, askeri darbe ile, milletin oylarıyla getirdiği iktidar yerinden edildikten sonra 1961 anayasası oylandı. Yaşı müsait olanlar bilir ki; 1961 anayasası referandumla halka sunulduğu zaman, bütün şehirlerin duvarları, “evet” afişleriyle donatılmıştı. Bütün şehirlerin duvarlarında “Evet” ,“Evet” ,“Evet” yazıyordu. Bütün siyasi partilerin genel başkanları, istisnasız, anayasaya “evet” dediklerini beyan ettiler. Basının tamamı, her gün anayasaya “evet” denilmesinin neden gerekli olduğunu anlatan yazılarla tıka basa doluydu. Bütün basın, “anayasaya evet denilecek” diyordu. Devlet memurları, köy köy gezip, köylülere, anayasaya “evet” demenin niçin gerekli olduğunu anlattılar. 1961 anayasası için oylama yapıldı. Anayasa, % 56 “evet” oyuyla kabul edildi. Yani, referanduma katılan insanların % 44′ü anayasaya “hayır” dedi. Bu Time dergisinde, yazı başlığı olarak şöyle yer aldı: “Hayır, hayır % 44 kere hayır.”

“Eğer evet dersen, bütün olan biteni kabul etmiş olacaksın.”

Bu çok önemli bir şeydir. Bunu, insanlar bilmiyorlar. Şimdi o anayasaya, evet mi denilmeliydi? Hayır mı denilmeliydi? Kimin anayasayla alakası var? Kim, hangi maddesini okumuş? Bunun hiç önemi yok. Ben kendi kulaklarımla işittim, kendi gözümle gördüm; bir kadın, kendinden daha genç bir kadına, şunu söylüyordu: “Eğer evet dersen, bütün olan biteni kabul etmiş olacaksın.” Yani Türkiye’de olan biteni, ne pahasına olursa olsun kabul etmeyen, %44 oranında insan vardı. Diğerlerinin, % 56′nın kabul etmiş olması, %44 reddin yanında solda sıfır kalır. Sonra ne oldu, 61 anayasasının kabulünden sonra 61 seçimleri oldu. İşte, o seçimlerde de Demokrat Parti’nin mirası olabilecek oylar ikiye bölündü. Demokrat Parti’nin mirasçısı olarak iki parti çıktı. Birisi Adalet Partisi idi, birisi Yeni Türkiye Partisi idi. Dolayısıyla, 1961 seçimlerinde, Demokrat Parti’nin mirası olan oylar, yekvücut olmadıkları için galebe çalamadılar. En çok oy alan parti Cumhuriyet Halk Partisi oldu, 1961 seçimlerinde. Peki 1965 seçimlerinde, yani dört sene sonra ne oldu? Yeni Türkiye Partisi sahadan silindiği için Adalet Partisi 240 milletvekili çıkarabilecek oyla, yani mecliste her kanunu kendi çoğunluğuna dayanarak çıkarabilecek bir sonuçla iktidara geldi. Bu, Adalet Partisi’nin, Süleyman Demirel’in başarısıyla hiç alakalı değildir. 61 seçimlerinde yapamadığını Türk milleti 65’ te yaptı. Yani bu %44 var ya, 27 Mayıs’ın intikamını, 1965’te aldı. Her şeye rağmen. Ben, o günlerde, Türkiye İşçi Partisi üyesiydim. Tabi ki Adalet Partisi’nin iktidara gelmesini istemezdim. Her ne hal ise. Ama Türkiye İşçi Partisi seçime sokulmuştu. Seçim sistemi, zaten 1961 anayasasıyla beraber nispi temsile döndürülmüştü. Yani çoğunluk sistemi yoktu. 1965 seçimlerinde ekstradan bir şey daha vardı. Bazılarının “milli bakiye”, bazılarının “ulusal artık” dedikleri bir şey. Türkiye çapında aldığınız her oy, hangi partiyseniz, hesaba katılıyordu. Dolayısıyla, eğer bir siyasi parti olarak seçime girdiyseniz ve bütün Türkiye’den bir milletvekili çıkaracak kadar oy aldıysanız, o size veriliyordu. Böyle bir şeydi. Bu da, dediğim gibi Demokrat Parti oylarının galebe çalmaması için yaptıkları bir şeydi. Bu usulle, işte birçok küçük parti, kendi varlığını devam ettirebildi. Ya da meclise girebildi. Vesaire vesaire… Ama burada bizim anlamamız gereken şey şu; omurgadan bahsettim ya, biz İstiklal Harbi vererek bu omurgayı kurduk, bu omurgayı edindik. Ve biz millet olarak, kendi vatanımızı elbette yükseltmek, kendi insanlarımızı elbette olduğundan daha üstün bir konuma çıkarmak için elimizden geleni yapacaktık. Ama böyle olmadı. Neden olmadı? Çünkü askerden kaçtığı halde, istiklal madalyası alan insanlar vardı bu ülkede. Ve bunlar, duruma el koydular anlaşılan. İstiklal madalyası, İstiklal Harbi’ne katılanlara veriliyordu. Benim babamın da vardı. Benim babam, 1899, yani 1315 doğumlu olması hasebiyle, hem seferberliğe hem de İstiklal Harbi’ne katılmış birisiydi. Fakat daha sonra, “İstiklal Harbi’ne katılan herkes İstiklal madalyası alabilir” yolunda bir kanun çıktıktan sonra, kayıtlardaki “firar etti” yazısını, fe’nin üzerine bir nokta daha koyarak; “karar etti” olarak değiştirip istiklal madalyası aldılar. Tabi, aranızda, fe, kaf, bunları bilmeyenler vardır. Böylece, fe ile kaf’ı bilmediğimiz için, birçok şey bilmiyoruz.

Dediğim gibi, bizim bir omurgamız vardı. Biz bununla, elbette ayakta durmayı becerebilecek bir toplumduk. Ama bunu bize kullandırmadılar. Neden kullandırmadılar? Omurgamızı kırdılar. Türkiye’de, kendimize mahsus, demokratik bir hayat sahibi olmamız imkanı verilmedi. 27 Mayıs’ı 12 Mart izledi, 12 Mart’ı 12 Eylül izledi. Vesaire. Yani insanlar böyle, on senede bir demokrasiye çelme takılıyor, falan filan, hiç önemi yok. Aslında, bütün o askeri darbelerin arkasında dünya sistemi ile Türkiye’nin intibakı arasındaki ilişki yatar. Türkiye, dünya sistemine rağmen, kendi varoluşunu sağlayabilecek yolları zorladıkça, askeri darbelere maruz kaldı. Ve Türkiye, bugün, işte bildiğiniz hale geldi. Bildiğimiz hal ne?

Türkiye’yi turizm yoluyla bir yerden bir yere gelebileceğine inanan insanlarla ya da salaklarla dolu bir ülke haline getirdiler.

Türkiye’de, bundan iki üç sene öncesine kadar, dış ticaret açığını kapayacak iki madde vardı. İki kalem vardı. Birisi tekstil, diğeri turizm. Bugün ne oldu? Tekstili de devre dışı bıraktılar, değil mi? Bunu herkes biliyor. Bir tek, Türkiye’de dış ticaret açığını kapama imkânı olarak turizm var. Ben bütün canlılığıyla, Türkiye’de, turizmin bir çıkar yol olup olmadığını, Türkiye’nin sanayileşme yoluyla, kendini daha sağlıklı bir hale getirip getiremeyeceği tartışmaları içinde, gençliğim geçti benim. Ben, 19, 20-25 yaşındayken, bunlar, Türkiye’nin en canlı meseleleriydi. Ve Türkiye’de hiçbir siyasi kamp, turizmin, Türkiye’nin kurtuluşu için bir çıkar yol olduğunu savunmuyordu. Ama ne yaptılar? Tıpkı anayasadan “Devletin dini İslam’dır” ibaresini, allem edip, kalem edip, çıkardıkları gibi, Türkiye’yi de turizm yoluyla bir yerden bir yere gelebileceğine inanan insanlarla ya da salaklarla dolu bir ülke haline getirdiler. Turizmden, belki dünyada en çok kazanan ülkelerin ilk sırasında, nispi olarak, İspanya gelir. Ama İspanyollar, salak olmadıkları için, hiçbir zaman turizm gelirlerine ekonomilerini endekslememişlerdir. İspanyollar, ne yapabileceklerse reel ekonomi alanında, -onu yapmaya müsaade edildiği kadarıyla tabi- çünkü böyle bir şey var. Böyle bir düzenek de işliyor dünyada. Mesela, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya, nükleer sahada da, genetik sahasında da, elektronik alanında da piyasaya sokulmamıştır. Ancak, Almanya birleştikten sonra, bilgisayar, bir hamle yapabildi Almanya’da. Bu işlerde, ciddi bir kontrol mekanizması var. İspanya, bu kontrol mekanizmasının bilincinde bir ülke olarak, başının çaresine bakmaya çalışıyor. İspanyolların derdi bizi ilgilendirmez, ama şunu anlatmaya çalışıyorum; Türkiye’de kendi ülkesinin, felakete uğramamak üzere organize edilmesini kendine vazife edinmiş kadrolar yaşamıyor. Bilakis, başka, Türkiye’nin aleyhinde çabalar gösteren, ekonomik odakların işini kolaylaştırmak suretiyle, insanlar mansıp sahibi oluyorlar. Türkiye’de yükselmek istiyorsanız, kendinize Avrupa’dan, Amerika’dan bir güç odağı bulacaksınız. Bu güç odağı, aynı zamanda bir finans gücünü temsil edecek. Başka türlü olmaz. O zaman size bir, o odağın ajanı olarak, o odağın bir iş kolaylaştırıcısı olarak size, Türkiye’de bir yer verirler. Bugün Türkiye’de, yer sahibi olan insanların da böyle ilişkileri var. O yüzden, Türkiye’de bugün, yerlerini kaybetmiş olanlarla, onların yerlerine oturmuş olanlar arasında bir mübareze var. Ama bunlar, dokuları aynı olan insanlar. Yani, farklı patronları olan ama, hatta belki farklı patronları olmayabilir de… Müşterekleşebilir, ama dediğim gibi, Türkiye’de söz sahibi olabilmek için, Türkiye dışından dayatılan taleplerin, müdafi olmak zarureti var.

Türkiye’nin onurlu bir geleceği olacağını, kendi meselesi haline getirmiş olan insanlar, bu memleketin bir tek millet olduğunu bilmek zorundadır.

Peki bütün bunlar, nasıl olur da tersine çevrilebilir? Bütün bunların tersine çevrilmesinin tek yolu; Türkiye’de bir milletin yaşadığını bilmek ve bu bilgiyi başkalarına da yedirmekle olabilir. Çünkü bunlar, bunu tabi ki kabul etmeyecekler, tabi ki reddedecekler. Ama Türkiye’de bu toprakların yükselmesini, kendi meselesi haline getirmiş bir tek millet yaşıyor bilgisini ” hayır, birçok numara var bu ülkede, Türkiye bir mozaiktir” falan filan diyenlere yedirebilirsek, o zaman, bizim için bir çıkar yol açılabilir. Ama şu anda, önümüz ciddi bloklarla kapalıdır. Türkiye’nin geleceğini düşünen, Türkiye’nin, ne diyeyim size, “mutlu” demek istemiyorum –“mutlu” çok tiksindiğim bir kelime”, Türkiye’nin onurlu bir geleceği olacağını, kendi meselesi haline getirmiş olan insanlar, bu memleketin bir tek millet olduğunu bilmek zorundadır. Ve dikkat edin; Türkiye’de Türk olmak dışında bir kimlik beyan eden insanlar, arkalarında medeni dünyanın olduğunu ifade ederek dikleniyorlar. Bu şu demek, Türkiye’de işler, bunu, şerefini kaybetmeden yapacak insanların eline bırakılmayacaktır. Şeref meselesini, ortalıkta çok dolaşan bir kelime olduğunu bildiğim halde, kullanıyorum. Çünkü bu, İslam düşüncesinde tartışılmış ve belli alimler tarafından belli sonuçlara ulaşmış bir hadisedir. İnsanın “eşref-i mahlukat” olduğu kabul edilir fakat, insanın şerefinin nereden geldiği tartışma konusudur. Benim benimsediğim görüş şudur; bazı İslam alimleri diyorlar ki: “İnsanın şerefi, ağzını yiyeceğine götürmeyişinde, bilakis yiyeceğini ağzına götürüşündedir.” İnsan, bu sebeple şereflidir. Şerefsiz olanlar, ağzını yiyeceğine götürür; şerefli olan, yiyeceğini ağzına götürür. Bunu anlamıyor musunuz? Yani bugün Türkiye’de, kim ağzını yiyeceğine götürüyor? Kim yiyeceğini ağzına götürüyor? Bunu hesaba katmamız lazım. Ve Türkiye’de, öyle insanlar yaşıyor diyebilmemiz lazım ki, ağzımı yiyeceğime götürmektense; açlıktan kırılmayı tercih ederim, diyebilmeli. Belki, ölecek kadar olmaya lüzum yok, ama Allah, hiç şüphesiz ki sabredenlerle beraberdir. Bu manada, bizim ciddi bir şekilde birbirimizi tanımak, birbirimizin ne olduğu konusunda, zihni bir açıklığa kavuşmak mecburiyetimiz var.

Bugün, bilim tarihinde, felsefe tarihinde, edebiyat tarihinde ne kadar parlak isim, ne kadar önemli başarı sahibi insan tanıyorsanız tanıyın, bunların hepsi, yaptıkları o önemli işi otuz yaşından önce yapmışlardır.

Şimdi konuşmamın başına dönüyorum; yani bütün bu söylenenler beyhudedir. Çünkü olan olmuş, dünya belli bir süreci, belli bir merhaleyi aşmış durumdadır. Bu tarihten sonra, işte bu senin, bu elinde tuttuğun mikrofon yok sayılarak, “bütün bu dünyanın aldığı biçim umursanmaksızın bir çare üretilemez” diyen insanlar bir tarafta, diğer tarafta da, “bu olan biten buraya hoppadan ya da zaruret halinde gelmemiş, bu olan biteni buraya getirenler, bugün hala kötü durumun kaymağını yiyenlerdir.” diyenler olması lazım. Bu manada, bizim, dünyada başka milletlerin yapamayacağı şeyi yapmış bir halk olarak, çok önemli meseleleri, bir çırpıda çözebilecek gücümüz olduğunu bilmemiz lazım. Böyle hamaset yapıyorum sanmayın. Şöyle bir şey var; dünyada hiçbir toplum yok ki, dünyadaki önemli insan yetiştirmiş toplumların hepsi bu insanların başarılarına, o insanlar otuz yaşına gelmeden tanık olmuşlardır. Bugün, bilim tarihinde, felsefe tarihinde, edebiyat tarihinde ne kadar parlak isim, ne kadar önemli başarı sahibi insan tanıyorsanız tanıyın, bunların hepsi yaptıkları o önemli işi otuz yaşından önce yapmışlardır. Bunun bir anlamı var. Bir toplum, kendi ayakları üzerinde durmaya gayret ettiği takdirde, bunun hasılasını hemen alır. Öyle uzun uzun beklemeye lüzum yok. Çünkü insan ömrü bunun, yani insanlar kısa zamanda bunun altından kalkabilecek kapasiteye sahiptir. Bu yüzden, 18.yüzyılda Ruslar kalkınmaya karar verdikleri zaman (devrim mevrim yok 18. yüzyılda), Petro zamanında kalkınmaya karar verdikleri zaman okullarını o şekilde düzenlediler ki hiçbir Rus çocuğu daha iyi matematik öğrenmek için Paris’e ya da Londra’ya gitmek zorunda değil. Anlatabiliyor muyum? 18 yüzyılda. Ve böyle bir süreç başlattılar. Ve çok kısa zamanda Rusya, Avrupa’da aklı işe eren insanların takip edeceği insanlar yetiştirdi. Yani, onlar önce Avrupa’yı takip ettiler ama içlerinden öyle insanlar yetiştirdiler ki, bu sefer, Avrupa onları takip etmeye başladı. Bu durumu anladılar ve Rusların hayat damarlarını kestiler. 1917’de başlarına bir ihtilal belası sarıldı ve bir daha Ruslar, (demek ki onların 27 Mayıs’ı da oymuş), o çapta insan yetiştiremediler. Dikkatinizi çekiyorum, Petro’ dan Lenin’e kadar çok sayıda büyük Rus var. Hem de her alanda başarı göstermiş, dünya çapında büyük Rus var. Ama Lenin’den Gorbaçov’a kadar bir tane bile yok. Bu manalı bir şeydir. Onun için bizim, tabi ki birinci derecede bilgiyle olan ilgimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Mekteplerimizin kalitesi bir, ama mekteplerimizin neye dönük olduğu iki. Bunlar hayatımızı rezil olarak mı, vezir olarak mı yürüteceğimizin belirleyicisi olacaktır. Yani biz mekteplerimizi kalite itibariyle ve vereceği sonuç itibariyle yeniden gözden geçirip, bu vereceği sonucu da, tabii kendimiz, kendi seviyemizle belirlememiz lazım. Çünkü çok kaliteli mekteplerde, çok kaliteli uşaklar yetiştirebilirsiniz. Yani, işte o mekteplerin, nasıl bir hasıla vereceği çok önemli. Bizim derdimiz budur. J. Dewey, Amerikalı filozof biliyorsunuz, Türk eğitim hayatında çok belirleyici bir rol oynadı ve eminim ki o belirleyicilik bugün sahip olduğumuz performansı da, yani düşük performansı da izah ediyor. Çünkü J.Dewey; “Uzman yetiştirmeyin, genel bilgi sahibi bir düzey tutturun” talimatını verdi, Türk Millî Eğitimi için. Bir konuda çok derinleşmiş insanlar üretmeyin, çok sayıda ama vasat vasıfları uhdesinde barındıran insanlar üretin, talimatını verdi. Bunu J. Dewey yaptı. Ve biz de, tabi ki Amerikalılar bizim kötülüğümüzü ister mi, diye düşünüp bunları uyguladık. Türkiye’de 60’lı yıllarda, Devlet Planlama Teşkilatı’nın başında Hollandalı bir iktisatçı vardı, dünyaca ünlü bir adam. Ama böyle oldu, yani Türkiye, Osmanlı Devleti döneminde Düyun-u Umumiye’yi bir esaret olarak tertipledi. Düyun-u Umumiye’nin, bugün İstanbul Lisesi olan binası vardı ve bu bir bakanlıktı. Diyeceğim, tabi ki bir millet kendisi hakkında bir karara varmadıkça, bu konuda bir olgunluk elde edemedikçe, başkası bunu ona temin etmeyecektir. Bu açıdan da Türkiye’de yaşayan insanların, Türkiye’yi yöneten insanların bir alışverişte bulunmaları lazım.

Başörtüsü sorunu yaşamamızın birinci sebebi, başörtülü kızların nitelikleridir.

Bugün aktüel olarak başını örten kızların, Amerika’da mı, Suudi Arabistan’da mı okuyacağı meselesi bile karanlık bir haldeyken, bizim eğitimin kalitesi konusunda bir şey yapabilmemiz mümkün değildir. Bu vesileyle size bir anımı aktarayım. Türkiye’nin başına gelenlerle ilgili, sizin kazanımlarınıza bir destek olur beklentisiyle. Yıl 83 olabilir, 82 olabilir. BBC, bir telefon konferansı yapıyor dört kişiyle. Bunlardan bir tanesi öldü, Milliyet gazetesinde yazıyordu o zaman, şu anda adını hatırlayamadım, gözlüklü bir gazeteciydi. Siyasal mezunu, o zamanlar adı çok anılan bir gazeteciydi, işte o; Teoman Eren, bir o, bir Nazlı Ilıcak, bir Mehmet Ali Aybar, bir de ben; İsmet Özel. O zaman, “Şair, kırk yaşında” falan diyorduk. Bu telefon konferansının konusu başörtüsüydü. Yani, kızların üniversitelerde başlarını örterek dersleri takip edip etmeyecekleri konusuydu. Herkes bir şeyler söyledi. Önemsiz sayılabilecek şeyler bence, benim söylediğim de dahil olmak üzere, çünkü benim, kızların başörtüsüyle dersleri takip etmesi lehine söyleyebileceğim bir şey yok, benim pozisyonum belli zaten. Fakat sıra Mehmet Ali Aybar’a gelince, (Mehmet Ali Aybar uzun yıllar Türkiye İşçi Partisi’nin genel başkanlığını yapmış bir adam, o sırada siyaseten aktif değil.) oturumu yöneten E. Mango’nun sorusu karşısında Mehmet Ali Aybar dedi ki, “Bu kızlar,” dedi, “köylerinden çıkıp gelmiş kızlar değil ki. Bu kızlar liseyi bitirmişler, üniversite imtihanlarını kazanmışlar, üniversite imtihanlarında istedikleri bir bölüme, yani kazandıkları bir bölüme kayıtlarını yaptırmışlar ve okuyorlar. Bu özellikleri taşıyan kızlar, başlarını açar veya başlarını kapar, biz buna ne karışırız.” Mehmet Ali Aybar dedi bunu. Yani bu adam sosyalist, solcu ne derseniz deyin. Ama meseleye hangi açıdan bakıyor, yani insanın hakları açısından bakıyor. Yani bu, insanın temel hakları meselesi değil, insanın niteliği ön plandadır, insanın vasıfları ön plandadır. Bir de bu, bir bakıma Türkiye’de İslam’a karşı tavrı da açıklayıcı bir şey. Bakınız ciddi şeyler bunlar. Mesela, eğer Millî Mücadele sırasında, bazı İslamcılarla Hıristiyan misyonerler arasında bir dirsek teması olduysa, bu tabi ki bir takım insanların ciddi endişeler duymasına sebep olmuştur. Bunu gözden uzak tutamayız. Demek ki Türkiye’de yaşayan Müslümanlar, hem itikadî kıvamları bakımından, itikadî düzgünlükleri bakımından, hem de din yoluyla neyin peşinde oldukları bakımından, çok iyi imtihan verememiş insanlardır. Bu çok ciddi bir mesele. Türkiye’de Müslümanlar, inançları söz konusu olduğunda bunun hem temsili hem de savunması bakımından, çok yüksek bir düzey tutturdukları söylenemez. Şimdi bunu, bu konu açıldığında hep söylüyorum, yani bizim, başörtüsü sorunu yaşamamızın birinci sebebi; başörtülü kızların nitelikleridir. Üniversitelerde başörtüsü yasağı başladığı sırada, eğer başını örten kızlar; “Siz bizi istemiyor musunuz, biz sizi hiç istemiyoruz.” deyip, evlerine çekilmiş olsalardı, bugün başörtüsü yasağı diye bir şey Türkiye’de olmayacaktı. Ama onlar, salya sümük ağlaya ağlaya, üniversite işte, üçe geldim, bırakın bitireyim, falan filan dediler. Yani onların dertleri, hiçbir zaman başörtüsünü, onurunu savunmak değildi. Onlar başörtülü olarak, bu topluma intibak etmek istiyorlardı. Onlar da, “hadi ordan” dediler. “Sen intibak edeceksen başını ört veya aç beni hiç ilgilendirmez. Senin derdin intibak etmek, ediyorsan et etmiyorsan etme” diyorlar. Sonunda da işte, bu durumlara geldik, işte tesettür defileleri, cartlar curtlar. Bu, Müslümanların kalitesi tabi, Müslümanların durumunu netlikle belirleyen bir şey.

Türk milleti, İslamî özelliklerini, sahip çıkılır özellikler olarak gördüğü her yerde, üstünlüğünü göstermiştir.

Bu açıdan birbirimizi tanımamız demek, birbirimizi kabul etmemiz demek, bir takım esaslarda anlaşmamız demektir. Yani biz neyin peşindeyiz? Müslümanlığımız neye tekabül ediyor? Bunu anlarsak, o zaman önümüzde böyle ciddi engeller kalacaktır, diyemeyiz. Türk milleti, İslamî özelliklerini, sahip çıkılır özellikler olarak gördüğü her yerde, üstünlüğünü göstermiştir. Ama İslamî özelliklerini paraya veya şöhrete tahvil etmeye yeltendiği her yerde de, hem kendisi hem dini zarar görmüştür. Bunun bilinmeyecek bir tarafı yok. Her şeyi söylemedim tabi, söyleyemedim. Çünkü konuşma sırasında, sizden aldığım elektrik sebebiyle, kendimi bir şekilde, tekrar tekrar yönlendiriyorum. Genellikle dinleyenin özellikleri de konuşanın hem tarzını hem de derinliğini etkiliyor. O manada, Türkiye’de, mesela bir “pazar cemaati” diye bir şey var, biliyor musunuz? Camilerde Cuma cemaatinin dışında, pazar günü tatil olduğu için camiye gelen insanlar var. Böyle bir toplum. İstanbul’da Üsküdar’da, “Kur’an Ziyafeti” yazar kocaman, caminin önünde, pazar günü yapılır o. Anlaşılmaz bir şey. Bu kadarcık İslamî hassasiyeti olmayan insanın millet hayrına bir yolda emek sarf edebileceğine benim aklım ermiyor, ben tahmin etmiyorum. Onun için biz, baş aşağı gitmekte devam ediyoruz. Ben de işte, bu “Toparlanın Gitmiyoruz” konuşmalarının sonuncusunda, milletin pek toparlanmaya niyeti olmadığını fark etmiş birisi olarak, ama vebal benden gitsin diye, kardeşim bu işin benim aklımın erdiği kadarıyla, çözümü bu istikamettedir deme cüretini göstermiş olabilirim. Bugün, bu son konuşmayı yaptım, beni dinlediğiniz, bu sabrı gösterdiğiniz için, hepinize teşekkür ediyorum.

(6 Mayıs 2006 Cumartesi, Sivas)