TÜRKLÜK ALLAH’A KUL OLMA KILAVUZUDUR, Yedinci Sene-i Devriye

İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı Şair İsmet Özel İstiklâl Marşı Derneği’nin yedinci sene-i devriyesi münasebetiyle Ankara’da “Türk Kullanma Kılavuzu / Kullanma Türk Kılavuzu / Kullanma Kılavuzu Türk"  adıyla bir konferans verdi. 

“Kullanma ne demek? Arapçada istimal diyorlar. Biz kullanma diyoruz. Bunun çok açık, görünür bir sebebi var. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de ayet-i kerimelerden birinde Allah’ın dünyayı insanlara musahhar kıldığına dair bir hüküm var. Allah dünyayı insanlara musahhar kılmıştır. Bunu nasıl tefsir etmeli sorusunun cevabı Türkçedeki ‘kullanma’ kelimesindedir. Allah dünyayı musahhar kıldığı için biz ‘kul’lanıyoruz. Kulluğu üzerimize alıyoruz. Kullanma dediğimiz şey kulluğumuzun şuurunu benimseme ve kulluğumuzun gereğini yerine getirme. Bu dünyada başka hiçbir lisanda bizim ‘kullanma’ diye çocukluğumuzda öğrendiğimiz kelimeye benzer bir yaklaşım yoktur. Kullanma dediğimiz zaman daha çok pejoratif manada kullanırız. ‘O onu kullanıyor’ veya ‘Ben kendimi kimseye kullandırmam!’ Bu güzel bir ifadedir. ‘Ben Allah’tan başkasının kulu olmam’ demektir.”

Konuşmasında “kılavuz” kelimesi üzerinde de duran Genel Başkan İsmet Özel, “Çoğu zaman zihnen kontrol edilmediğimizi fark etmeyiz. Bu görünmeyen kılavuzdur. 1945 yılından sonra, yani İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra dünyanın işlerinde en müessir olan unsur ne ise o bütün insanların kontrol altında tutulması gerçekleşmedikçe kendi selametinin sağlanmayacağını bilerek yaşadı bu güne kadar. 1945 yılından itibaren insan hayatının başka insanlar tarafından kontrol edilmesi esas sayılarak yaşandı. Bir zihni kontrol mekanizması bilhassa 1945 yılından sonra var. Çünkü bu tarih, iki dünya savaşını kazanmış olan gücün elde ettiği kararsız dengeyi bütün insanları kontrol edemediği takdirde çok çabuk kaybedeceği korkusundan doğmuştur. 1945 yılında dünya bir düzene sıkıştırıldı, vidalandı. Bu vidanın yerinden çıkmaması için insan zihninin kontrol edilmesi gerekiyordu.”

“Türk Kullanma Kılavuzu: Kontrol meselesinden de anlayabilirsiniz ki birinci satır, birilerinin asırlar boyunca Türk’ü nasıl kullandıklarına dair. Bir Türk kullanma kılavuzu var. Türk ne zaman doğdu ve tarihteki yerini aldıysa birileri Türk kullanarak işlerini göregeldiler. Kullanma Türk kılavuzu: Bir emir olabilir. Bu Türk’e verilmiş bir emir olabilir. Bil ki seni birileri bir yerlere sevk ediyor. Üçüncüsü de Kullanma Kılavuzu Türk. Yani bu bir kullanma kılavuzudur, kulluğumuzun şuuruna erme kılavuzudur. Sıfatı da Türk’tür.”

30 MART, ALLAH’A KULLUĞUN REDDİNİN SEÇİMİ OLDU

Türkler bir şekilde kullanılıyorlar. Kılavuz kullanmayı çok seviyor, Türk olmayanlar. Ama kullanmaya yanaşmıyorlar. ‘Kul’ olarak hareket etmeye yanaşmıyorlar. Kul olarak hareket etmeye yanaşmadığımızın, Allah’ın kulu olmayı esas kabul etmediğimizin en etkileyici işareti bu geride bıraktığımız 30 Mart seçimleri oldu. 30 Mart seçimleri öncesinde Türkiye’de bir çatışma varmış gibi bir resim gösterildi bize. Yolsuzluklar, bir şeyler çıktı. Cemaat-AKP çatışması varmış gibi bir şeyler gösterildi. Bunların hepsi bizim kul olmayı reddetmekten dolayı başımıza gelen şeyler. Biz Allah’ın kulu olmayı esas sayıyor olsaydık bu işlerin bizi Müslüman olarak hiç ilgilendirmediğini, dünyada nüfuz yarışması içinde olan gayrimüslimlerin meseleleri olduğunu anlardık. Nüfuz yarışması var aralarında. Katolikler, Yahudiler, Protestanlar bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. 1990 yılında Sovyetler Birliği ortadan kalkınca en azından dünyada görünürde bir muhalefet de ortadan kalktı. Batı medeniyeti İbrani Hıristiyan köklerinin gereğini yerine getirmek üzere düzenin devamını sağlayacak atışmalarla uğraşıyor. Ama düzen dediğimiz şey ne? Bir mali üstünlük. Bu mali üstünlük bir alternatif doğmaması esasına göre işliyordu. Kapitalizmin tercih edilebilir tek yol olduğunu göstermek dünya düzenini canlı tutuyordu. Sovyetler Birliği ortada kalkınca, Çin de Amerika’nın fason imalatçısı bir bölge olunca ‘E tamam, kapitalizmin alternatifi yok. Ne olacak şimdi? Dünya daha iyi bir yer mi oldu?’ sorusuna cevap bulunamadığı için birtakım insanların ahmaklığını artıracak çatışmalar üretiliyor. Türkiye’de de böyle bir şey var. Hiçbir İslami hedef bahis konusu değil. Fakat çatışanlar Müslümanmış gibi anlaşılıyor. Müslüman olarak şuradan şuraya gideceğiz diye bir beklenti, vaat bahis konusu değil. Bu ayarlanmış, hazırlanmış bir şey. İstiklâl Marşı Derneği de kendi varlığını dünyaya aksettiremedi. Burada ahla vahla vakit kaybetmenin manası yok ama ben en azından bunun şuurunda olduğumu belirtmek için söylüyorum.”

AMERİKAN MENFAATLERİNİ ESAS ALAN KADROLARIN YARIŞI

“CHP’nin altıoku 1929 yılında kabul edildi. Daha önceden dört prensipleri vardı, daha yakışıklı olsun diye iki tane daha eklediler. Lozan Anlaşması Amerika senatosundan geçmediği halde Amerika’da söz sahibi olan Türkiye kökenli insanların -bunların hepsi gayrimüslimdir- tesiriyle resmi olmayan bir kanaldan tesir uzandı CHP aracılığıyla Türkiye’yle. Bir Amerikan tesiri. Daha 1929’dan itibaren. MHP ise Amerika’nın Türkiye Cumhuriyeti’ni 27 Mayıs’ta lağvetmesinden sonra, Alparslan Türkeş’in CKMP’yi ele geçirerek partinin adını değiştirmesiyle doğmuş olan bir teşkilat. Onun da Amerikan güdümü bakımından tereddüde yer vermeyecek bir geçmişi var. Dolayısıyla bizim geride bıraktığımız 30 Mart seçimleri sadece Amerikan menfaatlerini esas alan siyasi kadrolar arasındaki yarışma olarak cereyan etti. Türkiye’de Amerikan menfaatleri dışında bir hedef göstermek siyasi bakımdan sıfırlanmak demektir. Bunun başka bir yönü de şudur. Sizi Amerika’da destekleyen birileri var mı? Amerikan resmi gücü sizin Türkiye’de siyaset yapmanıza ne gözle bakıyor? Bundan ibaret her şey. İstiklâl Marşı Derneği’nin de bununla bir alakası yok. Hususen bir Amerikan düşmanlığı yapmanın bir manası olmayabilir. Fakat Amerikan menfaatlerinin dışına çıkmanın cezayı celbettiğinin bilinmesi lazım. Amerikan düşmanı olmamanız sizi kurtarmaz. ‘Ben Amerikan düşmanı değilim. Ama Amerikan menfaatleri de benim ana endişem değil’ dediğiniz zaman ‘Git başka yerde eğleş’ derler sana. Çünkü Amerikan menfaatlerini esas almadığınız zaman Amerika’da tesis edilmiş olan her şeyi sorgulamaya hazırlanıyorsunuz demektir.”

“Türkiye’de Türklerin karar sahibi olmaları bu topraklardan yeniden kâfirlerin imkânlarını daraltacak bir hareketin uç vermesi tehlikesini barındırıyor. O yüzden bu ülkenin yok edilmesi planı uygulanıyor. Günlük hayatımızı yürütürken mahalli imkânlarla işimizi halletmemizi imkânsız kılan, mahalli imkânlarımızı kendi ellerimizle üretmemizi imkânsız kılan bir şey dayatılıyor. Biz bunları bir gelişme, bir kazanç gibi anlıyoruz. Çünkü mahrumiyet hissimiz, dünya nimetlerinden yeterince istifade edemeyişimiz sebebiyle alevli. Biz dünya nimetlerinden ne kadar çok istifade edersek onun hayrımıza olduğunu düşünerek yaşıyoruz. Birileri de bize eskiden olduğundan daha tatminkâr bir alan açıyor. Biz bu alana talip olduğumuz sürece elimizden neleri bıraktığımızı fark edemiyoruz. Türk varlığı kendi üstünlüğünü kabul ettirmediği sürece Türk varlığı olamadı şimdiye kadar. O yüzden dünya ilişkilerinde bu üstünlüğün fark edilmemesini sağlayan tedbirler aldılar. Çok basit bir şey. Türkiye’yi bu haliyle elimizde tutalım mı, tutmayalım mı? Kim sana zaten Türkiye’yi vermiş ki… Ama boğaz üzerindeki o köprüler, dünya ticaretinin işleyen bir parçası olduğu sürece kontrolü Türkiye’ye bırakılmayacak şeylerdir. Aynen başından beri Boğazlar üzerindeki kontrolün Türkiye’ye bırakılmaması gibi. Türkiye’de biz kendi gücümüzü kendimize güvenerek toparlamak gibi bir yol tutmadığımız takdirde her şeyin şimdi olduğundan daha ağır bir bağımlılığa sebep olacağını bilmemiz lazım. Bir yerden başlamamız lazım. Nasıl kendimiz oluruz? Bizi biz olmaktan çıkaran şeyin ne olduğunu keşfetmemiz lazım. Bizi biz olmaktan Tanzimat Fermanı’yla Türkiye’de ‘Siyasi üstünlük Müslümanların hakkı değildir’ prensibini kabul ettirerek çıkardılar. Öyle bir eğitim altındayız ki, şu söyleyeceklerimi birçokları ‘Olur mu öyle şey, olmasa daha iyi’ diyerek karşılayacak. Tanzimat Fermanı ilan edilmeden önce hiçbir gayrimüslim bir Müslümanın önünden at üzerinde geçemezdi. Eğer gayrimüslim at üstündeyse ve orda da bir Müslüman oturuyorsa atından iner, dizgini tutar, Müslüman’ı geçtikten sonra atına binerdi. Müslümanın önünden bir gayrimüslim at üzerinde geçemezdi. Şimdi,‘Bu insan haklarına aykırı!’ diyeceksiniz, değil mi bana? Tanzimat bunu yok etti. Güya padişahın tebası eşit dediler. Milletler arasında bir klasifikasyon vardı. En yukarıda Müslümanlar, onun altında Grekler, onun altında Ermeniler, onun altında Yahudiler, onun altında çingeneler mesela. Tanzimat Fermanı’na ilk itiraz Greklerden geldi. Müslümanlardan değil. Grekler dediler ki Yahudileri göstererek ‘Biz şimdi bunlarla eşit mi olduk?’ Bu önemsiz gibi görünüyor. İslami esaslara göre yeniden tanzim edilebilecek bir şey olabilir. İslam’dan inhiraf söz konusuysa onu İslami esaslara göre düzeltmemiz gerekir idi. İbrani esaslara göre değil. Biz ikincisini yaptık. İslami esasları askıya aldık ya da tamamen terk ettik. İbrani ve Hıristiyan esaslar o zamandan bugüne kadar daha çok bizi tesir altında bırakarak getirdi.”

“Biz diyoruz ki Tanzimat sonrasında Türk Milleti’nin varlığına yönelmiş tehditler başlangıçta lisana dair tehditlerdir. Başlangıçta Türkçe Kur’an’dan doğma bir dil olduğu için dinimize hücum edemeyenler, dinimizi aşağılamaya gücü yetmeyenler dilimizle uğraştılar. O yüzden biz İstiklâl Marşı Derneği olarak yazımızı geri aldığımız takdirde bütün işlerin hayra dönen bir veçhe kazanacağını savunuyoruz. Çünkü Türkçe dediğimiz lisan bu yazıyla doğmuştur ve bu yazıyla yükselmiştir. Ama bize kötülük yapmak isteyenler, Türk Milleti’ni tarihten silmek isteyenler yazımızı elimizden almaktan daha büyük bir kötülük yapmak isteyenler musikimizi yok ettiler. Neden musikimizin yok edilmesi yazımızın elimizden alınmasından daha büyük bir tehlike? Çünkü musiki bir üst dildir. Biz lisan ile bir şey elde ederiz, bina ederiz. Fakat musiki lisanın da ulaşamayacağı bir iletişim gücüdür. Bizim bu bakımdan çok zengin ve sağlam bir yapımız vardı. Bu yapı da aslında hemencecik kâfirlere teslim olmadı. Türk musikisi gazinolarda, sazlarda dahi olsa 50’li yıllara kadar hayatını devam ettirdi. Ama daha sonra kapitalizm musikimizi yok etti.”

İSTİKLAL MARŞI DERNEĞİ NEYİ HEDEFLEDİ?

“Dünyada mekanizmanın işlemesi için sermaye üstünlüğü yani en büyük sermayenin en çok kar edebileceği bir ortamın devamı esas alınmıştır. O yüzden dünyada en büyük sermaye ondan daha küçük olanını, o ondan daha küçük olanını… kontrol edip ona dediğini yaptırarak işliyor. Dolayısıyla siz kendi hayatınızı daha iyi hale getirebilmek için sizden daha zengin olan birinin hizmetine girmeniz gerekiyor. Çünkü onun açtığı imkândan başka bir imkânla karşılaşamıyorsunuz. Türkiye bu işleyişin dışında bir insan münasebeti dokusuna başından beri sahip. Biz de millet olarak bir şekilde başımızın çaresine bakıyoruz. O yüzden bu geçtiğimiz seçimlerde AKP’nin en çok oy alan bir siyasi birim olması AKP ile alakalı bir şey değildir. Bu doğrudan doğruya Türk Milleti’nin kendi üzerinde yapılan operasyonların ileri götürülmemesi konusundaki iradesidir. AKP’ye oy vermemenin bedeli Türkiye’nin bir yeniden tanzim edilme sürecine girme ihtimali idi. İnsanlar AKP’yi çok beğendikleri, Recep Tayyip Erdoğan’ı peygamber sandıkları için AKP’ye oy vermediler. Sadece diğerlerinin, AKP’ye husumet gösterenlerin Türkiye için düşündükleri şeyleri tekin bulmadıklarından. Ortada bir AKP zaferi yok. Sadece İstiklâl Marşı Derneği’nin başarısızlığı var. Eğer biz mensup olduğumuz derneğin hakkını verebilmiş olsaydık Türkiye’de hangi yolun Türkiye’yi selamete ulaştıracağı görünür, bariz olacaktı. Ama olmadı. Biz alenen ve gayretle beyan ediyoruz ki Türk Milleti’nin milli vasfını yok etmeye çalışan şey aynı zamanda sadece şahsiyet tahribi değildir. Aynı zamanda bir sefalettir. Sadece ruh sefaleti değil, aynı zamanda bedeni sefalettir.”

Genel Başkan İsmet Özel, İstiklâl Marşı Derneği’nin hedefini izah etmek için Turgut Cansever’den bir anekdot nakletti: “Kendisi mimarlıkla ilgili bir toplantı için ABD’de iken bir tebliğ sunuluyor. ABD’de evsiz insanların ev bark sahibi olmaları için yapılan bir projeyi bu projenin mimarlarından biri anlatıyormuş. Amerikan yönetimi hiç evi olmayanlar için bir bütçe ayırarak bunlar mütevazı ama sıhhatli evler yaparak bir şehir kurmuş. Evler teslim edilmiş. Evlerin teslim edilmesinden altı ay sonra bu şehir boşaltılmış olarak kalsa iyi; kapı tokmaklarına varana kadar götürülebilecek her şey sökülüp götürülmüş. Bunun üzerine Turgut Cansever söz alarak ‘Benim geldiğim ülkede kendisinin olmayan arazi üzerinde malzemesinin tamamını kendisi tedarik ederek ve bizzat o inşaatta fiilen çalışarak evlerini yapan insanlar var. Üstelik bu insanlar kendilerinin olmayan arazilerin üzerine ev yaptıkları için evlerini yıkmaya gelen devlet yetkilileriyle de çarpışırlar.’ Demiş. Amerikalı mimar demiş ki ‘Bana o adamlardan üçyüz tane getir, dünyayı fethederiz’ Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak üç yüz üyeyi hedefliyorduk. Dünyayı fethetmek için değil, Türkiye’nin düştüğü aymazlıktan kurtulmak için. Türkiye’nin içinde bulunduğu bir aymazlık var. Kırkbir mısralık bir metin var elimizde. Bu metin dünyadaki milli marşlar arasında hususi yeri olan bir metindir. Dünyada her ülkenin bir milli marşı var. Ama bunlar içinde sadece üçü: Fransız Milli Marşı, Alman Milli Marşı ve İstiklâl Marşı. Bunlar, yaşadıkları toplumla, o toplumun geleceği arasında kenetlenme sağlayan marşlardır, metinlerdir.”

Genel Başkanımız konuşmanın ardından sadece "OF NOT BEING A JEW" kitabının yeni baskısını imzaladı.

12 Nisan 2014, Ankara