Türkiye’nin Milli Menfaatleri, Dünyanın Yegâne Üstün Değerleri Demektir

Türkiye’nin Milli Menfaatleri, Dünyanın Yegâne Üstün Değerleri Demektir

Son yıllarda Türkiye’nin dış politikasında, daha önceki yılların geleneksel dış politika anlayışının dışına çıkıldığı, “ulusal çıkarlar”ın yanı sıra insani değerlerin de belirleyici olduğu söyleniyor ve bu pek çoklarınca bir marifet olarak müdafaa ediliyor. Mesela Mısır’da gerçekleşen hadiseler dolayısıyla hükümetin takip ettiği politikanın “ulusal çıkarlar”ımızın gerekleriyle değilse bile “insani değerler”in gerekleriyle tespit edildiği, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin son yıllardaki bu tavrının, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha önceki yıllar boyunca takip ettiği “pragmatist” tavrın ötesine geçtiği söyleniyor. Şu anda akademik alanda ve -hiç geri kalmazlar- strateji kuruluşlarında yığınla, istemediğiniz kadar bu dış politika dönüşümünü ele alan ve ağırlıklı olarak bu vaziyete övgüler düzen çalışmalarla karşılaşırsınız. Tabii bu konuda Dışişleri Bakanı’nın müthiş gayretlerinin payı olduğu görülebiliyor. Türkiye Cumhuriyeti dış politikası güya Türkiye’yi “bölgesinde lider” ülke yapma tutkusuyla hareket ediyor, bu yüzden de “bölgesinde” cereyan eden katliamlara sessiz kalmıyor, “ulusal çıkarlar”ı gerektirmese bile bu hadiselerin peşine düşüp kendine iş çıkarıyor. Sonra da “pragmatist” davranan Batı ülkelerinin desteğinden mahrum kalınca “değerli bir yalnızlık” içerisinde “onurlu, ahlaklı” bir şekilde çizdiği yoluna devam ediyor.

Hikâyenin üzerindeki Yeşilçam filmi kremasını sıyırdığımızda “bölgesel lider” lafının “küresel lider”in, kim bilir kaçıncı dereceden alt birimi olma hedefi olduğunu, “katliamlara sessiz kalmama” lafının bölgedeki silahlı çatışmalardan “küresel lider” adına avanta toplama olduğunu, “ulusal çıkarlar”ı göz ardı etme lafının ise düpedüz vatana ihanet olduğunu görebilmek işten bile değil. Hikâyenin sonundaki “onurlu”, “gururlu”, “değerli” ve "yalnız" Yeşilçam adamının ise bütün bu heva ü heves peşinde koşturan hükümetin her şeyi eline yüzüne bulaştırdığının ve bu vaziyete “küresel lider” tarafından iteklendiğinin remzi olarak rol aldığını söyleyebiliriz. Koşturma dediysek bunda hiçbir mecaz yok. Gerek Başbakan, gerekse Dışişleri Bakanı hakikaten yerküre üzerinde bir oraya bir buraya koşturdular. Bu gayretlerinin mükâfatının ne olduğunu ve olacağını, biz bilebilecek miyiz?

Ancak bütün mesele Yeşilçam filmi kremasından ibaret olsa, Türkiye’de yaşayan insanların buna karşı yeterince hazırlıklı olduğunu ve “Bırak bu ayakları!” diyebilecek bir teçhizatı haiz olduğunu söyleyebilirdik. Ama hikâyenin üzerinde sadece Yeşilçam filmi kreması değil, bir de Müslümanlık sosu var ki işte bu sos bütün işleri çatallaştırıyor. Bu krema ve sos bulamacı sebebiyle, millete yedirilip yutturulan şeyin ne tatlı, ne de tuzlu bir şey olamadığını anlıyoruz. Memlekette ağzının tadını bilen kalmadı.

Türkiye’nin “ulusal çıkarlar”ı denen şeyin bir tür “nemelazımcı” “pragmatist” tavrı gerektirdiği, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı öncesinde hep bu “ulusal çıkarlar”ın belirleyici olduğu lafları bambaşka bir garabet. Adalet ve Kalkınma Partisi muhaliflerinin, hâlihazırdaki politikaları “ulusal çıkarlar”a aykırı olmakla suçlaması bu garabeti besliyor. Türkiye’nin “ulusal çıkarlar”ından bahsetmek zaten Türkiye aleyhine bir şeyden bahsetmektir. Türkiye’nin varsa millî menfaatleri vardır. Yani menafi-i millî. Türkiye, 90 sene önce, 1923 Şubat’ında ınkıtaa uğramış olan Lozan görüşmelerini yeniden başlatmak üzere 1 Nisan 1923’te milletvekili seçimlerinin yenilenmesi kararının alınması suretiyle menafi-i millîyi terk etmiştir. Bu terk edişin belirgin işareti ise 13 Eylül 1921'den 26 Ağustos 1922'ye kadar süren bekleyişte görülmüştür. Bu terk ediş sonrasında o gün bugündür, Türkiye’nin millî menfaatleri, Türkiye’nin yok olmaması için atılan bazı münferit adımların haricinde -ki bunların başında Anayasa’da İstiklâl Marşı’nın zikredilmesi gelir- hiçbir resmi destek görmemiştir. Hâlbuki Türkiye’nin millî menfaatleri Türk Milleti’nin menfaatleridir ve bunlar Mekke ve Medine’nin evleviyetle geri alınması ve İslam idaresince müdafaa ve muhafazası davası etrafında şekillenen menfaatlerdir. Bugün Türkiye’nin yediyüzseksenbin kilometrekare toprağının müdafaa ve muhafazası da bu menfaatlerin idamesi için olmazsa olmaz -sine qua non- şarttır. Bu davanın, yani İslam davasının üzerinde herhangi bir insani değer tanımayacak kadar Müslümanlığımız varsa bugün “ulusal çıkar / insani değer” zıtlaşması diye televizyon ekranlarında, gazetelerde, internette ve sair yazılı, çizili, resimli, videolu sahalarda üstümüze boca edilen tartışmanın nasıl bir şey olduğunu kolayca görebiliriz.

D. Celaleddin Kavas