"Yes, Prime Minister!"

YES, PRIME MINISTER!

2000 yılıydı, elinde Zaman gazetesi olan arkadaşla gazetedeki bir finans ilanı üzerine konuşuyorduk. O sıralar gazetenin desteğine muhtaç olan bu banka kendini tanıtırken bilhassa “finans” kelimesini kullanıyordu. Finans ve banka isimlerinin özde aynı şeye hizmet edip etmediğini tartışıyorduk. O günlerde aradaki “sanal fark” hakikaten bir nifak doğuruyordu.

2000’lere kadar bazı özel “finans” teşebbüsleri bağlantıları ve sermaye hacimleri bakımından henüz kendilerine sağlam dayanaklar bulmuş değillerdi. Öte yandan “finans” kavramının şu tuhaf ülkemizin Müslümanları gözünde “faizsiz yatırım” olarak zannedilmesinin rantını toplamaktan geri durmuyorlardı. Türkiye içindeki bazı odaklardan güvenoyunu almadan ve uluslararası arena için gereken asgarî altyapıyı kurmadan kendilerine “bank” demeleri mümkün değildi zaten. Bu “pre-bank”lar tek tek insanlardan bir şeyler kazandıkları sürece “finans” adını kullanmaya, “helal” mührüyle iş yapıyorum görüntüsü vermeye devam ettiler. Ne zamanki palazlandılar o zaman “bank” oldular bir gecede. Bugün bunları konuşmak için çok geç bir vakit olabilir. Böyle şeyleri çoktan aşanların, unutanların, duymak istemeyenlerin yani “müşteri”lerin sayısı on milyonları buluyor çünkü. Adı ister “katılım ortaklığı” olsun ister başka bir şey, hem tek tek insanların günlük ekmeğine ipotek, hem de Wall Street direktifleriyle milletlerin (?) politikalarına tecavüz sürüyor.

Bunları WIEF’in (World Islamic Economic Forum) geçenlerde dokuzuncusunu düzenlediği forum yüzünden anlatıyoruz. Bu seneki toplantı aynı zamanda forumun amacının ayan beyan ortaya çıktığı bir etkinlik oldu. Mesele malum; Katar, BAE, İran, S. Arabistan, Malezya ve Endonezya gibi ülkelerin (kendilerince) aslan payını aldığı (eski tabirle) petro-dolarların artık İngiltere’de toplanması ve İngiltere vezaretinde yeni anlamlar kazanarak sirkülâsyona sokulması hazırlıkları dile getiriliyor. İngiltere, Arap sermayesine ve türevlerine açık bir davette bulunuyor, Müslümanları “şeriate uygun bankacılık ve borsacılık (sukuk)” faaliyetine girişmeye çağırıyor. Dünyada ekonomik kriz adı verilen “örtülü düzenleme” sürecinin bu yeni sermaye akışıyla sona erdirileceğini umuyor belki İngiliz vezirler. Dünyada üretim fazlası gayrimenkulden doğan krize karşı menkul ve sanal değerler transferi yoluna gidiyor. Katılımın genişliğine bakılırsa çağrı yerini bulmuş görünüyor. Forumda David Cameron’ın selamına “aleykümselâm” diyenler yedikleri her haltın önüne “İslamî” sıfatı getirerek gemilerini yürüten kimseler. İslâm’ı “menkul” ve “sanal” olanla bitiştiren bu yüzleri öteden beri tanıyoruz, biliyoruz.

Petro-dolara yönelik hiçbir devlet politikası olmayan Türkiye Cumhuriyeti, ilk defa 50’lerde Menderes döneminde petrol sermayesini gündemine alır gibi olmuştu. Sonra 80’lerde ve 90’larda tekrar gündeme geldi ama statüko yine bu hususta bir strateji geliştirilmesine imkân vermedi. Olan oldu, dağ gibi yığılan paralarıyla Ka’be’nin yanı başına “Sauron’un Gözü”nü dikecek kadar küstahlaşanlar yeni bir utanç sayfası açma noktasına geldi. Bugün Londra merkezli (ki Londra da ABD hesabına gardiyanlık etmeye gayret eden bir başka Sauron Kulesi’dir) bir “İslâmî sermaye” merkezi oluşturulmak isteniyor. Türk yetkililer ise bu konuda WIEF forumunun yapıldığı hafta “atak yaparak” sürece dâhil olmak istedi. Aracı CEO’lar da Arap sermayesinin ABD ve Avrupa ile ilişkilerini muhafaza ederek önümüzdeki dönem Türkiye’ye akmasına çalışacaklarmış. Bizde yakın zamana kadar hep ideolojik düzlemde ele alınan Arap sermayesi yetkililerin tahmin ettiği kadar nakit / bono / tahvil akıtırsa boğazımızda esaslı bir tünel daha açılmış olacak anlaşılan. Yani 80’lerde Özal’la birlikte Müslümanların uluslararası ekonomiye duyduğu alaka, yurtdışına ekonomi tahsili kılıfıyla gönderilenler, bazı fıkıhçılarımızın fetva ve ictihad maksadıyla senelerce ekonomi ve finans konularına ısınması bir netice vermiş görünüyor: Sukuk iyidir! Yani İslâmî bono, İslâmî tahvil, İslâmî bilmemne. Görünen o ki yirminci yüzyılda “İslam ve ekonomi” adı altında üretilen lafların çoğu geldiği yere, çöpe gitti.

Petro-dolarların petrolü çıkaran ülkelerde hiçbir işe yaramayacağı veya buna müsaade edilmeyeceği en başından beri biliniyordu. O yüzden kökü bir bahçede, meyve veren dalları bir başka bahçede kalan bir ağaç misali gelişti petrolcülerin hikayesi. Ağaca suyu veren ile meyveyi toplayan hep farklı kimselerdi. Petrol gelirleri 60larda OPEC eliyle bir havuzda toplandığında artık “para” denemeyecek kadar astronomik meblağlar söz konusu oldu ve bu da birikimin hep Batı’ya ve Uzakdoğu’ya pompalanması sonucunu doğurdu. Bu paraların neleri finanse etmek ve nelerin üstünü örtmek için kullanıldığı konusu ise asla konuşulmadı. Bunların yanı sıra Avrupa’daki görece Alman hâkimiyetine bir set çekilmesi ve asıl meselemiz olan Müslümanların katillerine kendi elleriyle taze kan pompalaması gerçeği de konuşulmayacak.

Türkiye’de eskiden meşhur bir dizi olan “Emret Bakanım”ın yeni versiyonunda da bir süredir benzer şeyler cereyan ediyor. Dizinin ilk versiyonundan beri “Kumranistan” adında bir Müslüman ülke vardır, ötekidir. İslam’ı Arap’a, Arap’ı petrole, petrolü paragözlülüğe, paragözlülüğü cehalete, cehaleti tekrar İslam’a eşitleyerek giden bir bakışın uydurmalarından biridir. Yine de politik dalaverelerle oradan gelecek “milyar euro”ların hayali kurulur, Kumran parasının İngiliz politikasının elini içeride ve AB’ye karşı nasıl güçlendireceğinin hikâyesi sık sık vurgulanır dizide vs vs. Onlar kendi yazdıkları senaryoları oynayadursunlar, şu “prime minister’a aleykümselâm diyenler”in hikâyesini kim yazacak acaba?

Muhammed Sarı