İslamiyetin Modern Sanat Ve Kültür İle İlişkisi (2002)

İsmet Özel’in Konrad Adenauer Vakfı’nda Yaptığı Konuşma (2002)

Günlerden bir gün papanın telefonu çalar ve hattın öbür ucunda Tanrı vardır.

Tanrı papaya der ki;

“Bir yanlış yaptığımı düşünüyorum. Bugüne kadar çok fazla din yarattım, bu insanların bir çok meselelerle yüz yüze gelmelerine sebep oldu, pek sevimli sonuçlar da doğmadı. O yüzden bundan sonra tek bir din üzerinde düşünmeye başladım.”

Bunun üzerine papa çok heyecanlanır, der ki;

“Çok harika bir şey, benim şimdiye kadar işitmek istediğim sözler bunlardı hep”. Tanrı bunun üzerine;

“Bu kadar heyecanlanma Mekke’den telefon ediyorum” der.

İslamiyet’ten söz ederken hele İslamiyet’in modern kültür ile ilişkisi, modern sanat ile ilişkisi söz konusu olduğunda hepimizde bir önyargı belirir çoğu zaman. Modernleşme ile İslamiyet’in bir bakıma zıt kutuplar oluşturduğunu; biri alanını genişlettikçe diğerinin daralttığını düşünmeye eğilimliyizdir, böyle bir önyargı vardır. Öncelikle bu önyargının geçersiz olduğu bir platformda konuşmamız gerektiğini düşünüyorum.

Yani İslamiyet ve modern kültür birbiri karşısında duran iki unsur değildir, bunu anlamak için İslamiyet’in dünya kültürü içindeki yerine bakmak lazım. Dünyada kültürler bakımından bir doğu-batı ayrımı yapıldığı doğrudur. Fakat bu doğu-batı ayrımı acaba neleri içerir. Batı dediğimiz zaman neyi kastederiz ve kastetmemiz gerekir? Doğu, dediğimiz zaman neyi kastederiz ve kastetmemiz gerekir? Bunu zamana ve bölgeye uygun, zaman ve bölge sınırları içinde bir yere oturtmamız lazım. Doğu dediğimiz zaman bir coğrafyayı değil; bilhassa bir anlayış tarzı, bir zihniyet belirlenimi olarak bir vakıayı anlamamız lazım.

Bu anlamda Hint ve Çin gerçekten doğudur. Oysa İslamiyet, Hint ve Çin kültüründen, düşüncesinden ve davranış tarzından çok farklı bir yapıyı arz eder. Dolayısıyla “batı” kavramı içine İslamiyet’i almak zorundayız.

Bunun üç sebebi var. Birincisi İslamiyet bir Akdeniz havzasının kültürel verimidir. Hereodot tarihinde, Arapların cinsel ilişkide bulunduktan sonra bütün vücutlarını yıkadıkları yazılıdır. Bu Hereodot zamanında olmuş bir şey yahut Hereodot’un kaydedeceği kadar eski bir şey. Bugün, biz Türkiye’de bu Arapça gusül denilen, yıkanma anlamına gelen hadiseyi Müslüman olmanın çok önemli bir unsuru sayarız, yani Türkler Arap olmadıkları halde Müslüman inancı ve davranışı benimsemişlerse bu gusle çok önemli yer verirler.

Bunu belirtmekteki amacım İslam kültürünün aslında doğrudan doğruya bölgeye ilişkin bir çok vasfı öne çıkardığı, bölge ile kayıtlı bir karakter sahibi olduğudur. Akdeniz havzasında olmamız bizim İslamiyet’in batı olarak anlaşılmasında çok önemli bir etken. İkincisi mantık ya da akıl düzenidir. Hatırlayacağınız gibi Bertrand Russell’ın Çin’e gittiği zaman Aristoteles’in öğrettiği mantığın üç temel ilkesini Çinlilere anlatmakta zorluk çekmiş demek de doğru değil, hiçbir şekilde anlatamamış. Çinliler bu mantık hadisesiyle irtibat kuramamış. a özdeş a, a=non a değildir ve üçüncü halin imkansızlığı: bunu Çinliler hiçbir zaman anlamamışlar. Foucault’nun yazdıklarından biliyoruz ki, Çinlilerin olaya bakış tarzı çok farklıdır. M. Foucault “Kelimeler ve Şeyler” adlı kitabında bir hayvan tasnifi verir bize. İşte Çinlilerin yaptığı, uçanlar, kanatlı olup ta uçmayanlar, gibi bir tasnif vardır hayvanlar için. Biz bu tasnifi anlamıyoruz. Ama yüzyıllar boyunca İslam medreselerinde mantık kitabı olarak Aristoteles mantığının önemli bir metni Isagog okutuldu. İslam medreseleri onu İsagücü adıyla okuttular ve İslam düşünme tarzı, zihin işleyiş biçimi Batı ile ortak temellere sahiptir. Müslümanların hangi olaylara hangi akıl kalıplarıyla baktıkları meselesi herhangi bir Akdeniz ülkesinden ve Avrupa, dolayısıyla kuzey ülkelerinden, farklı olamamıştır yüzyıllar boyunca. Akdeniz havzasında olmanın, aynı mantık düzenine sahip olmanın kazandırdığı özellikleri belirttikten sonra üçüncü olarak modern dünyanın oluşumunu zikretmemiz gerekir.

Modern dünyanın oluşumunda İslamiyet ve batı çıkarlarını koruma bakımından çoğu zaman karşıt ve çatışmalı bir konumda olsalar bile her zaman alış veriş durumdadırlar. Yani modernleşme dediğimiz olgu İslamiyet’in mevcudiyetini dışarıda bıraktığımız zaman asla anlaşılamayacak bir şeydir. Sebebi çok basit, yine Akdeniz havzasında Avrupa’nın Müslümanlar tarafından kuşatılmış olması ve her modernleşme atılımında Müslümanların Avrupa’yla alışveriş içinde olması bu bütünlüğü sağlamaktadır. Yani aydınlanma çağı dahil olmak üzere Avrupa’daki her aykırılığın İslamiyet’te bir karşılığı vardır. Hıristiyan ortaçağının Arap mütercimlere ya da Arapçaya çevrilmiş klasik eserlere ne kadar borçlu olduğu herkes tarafından bilinir, yani Hıristiyan ortaçağ zaten İslam kültürüyle bir iletişim içindedir; ama akabinde ortaçağdan çıkılırken yani daha özgürlükçü daha liberal, daha hümanist bir kültüre doğru adım atılırken Avrupa’nın müttefiki her zaman İslamiyet olmuştur, Müslümanlar olmasa bile. İbn-i Rüştçülüğün Avrupa’da Oxford’ta ve Sorbonne’da ne kadar etkili olduğunu söylemeye gerek yok. Aquinum’lu Saint Thomas’ın İbni Sina’yla olan, Descartes’ın Gazali’yle olan ilişkisi göz önüne alındığında düşünsel planda modern açılım büyük ölçüde islami düşünceyle bağlantılı olarak yürümüştür.

Ayrıca önce Hz. Muhammed’i bir sahtekar olarak gören Volter’in, İslamiyet hakkında bilgiler edindikçe Hz. Muhammed’in getirdiği mesajın bir şekilde aydınlanma düşüncesinin ufkuna paralel bir konumda olduğunu anlamış olması da dikkate değer bir şeydir. Aslında bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum. Çünkü bu türden vurgular çoğu zaman bir savunmacı ya da özür dilemeci bir tavrın uzantısı olmuştur.

Benim söylemek istediğim sadece bir irtibattan ibarettir. Uzun yıllar biz İslam medeniyetinin modern dünyanın oluşumuna katkısını sadece bir nakil görevi üstlenmiş olmakla tanıdık yani bize okul kitaplarında özellikle öğrettiler ki Araplar antik çağın, düşünsel metinlerini sadece Rönesans ve sonrasına taşımakla yetinmişlerdir. Oysa, Arapça metinlere baktığımız zaman antikitenin düşünsel metinlerinin Arapçaya tercümesi sırasında Müslüman düşünürlerin Grek düşünürlerini İslamlaştırarak okuyucularına sunduklarını görürüz.

Yani Sokrates hiçbir zaman Arapçaya yapılan tercümelerde bir politeist sapık değildir. Her zaman sanki gizlice İslamiyet’i benimsemiş bir şahsiyet gibi sunulur metinlerde ve hatta ahlaki ilkeler bakımından politeist özellikler göz ardı edilir, bir bakıma sansür edilir. Modern dünyaya geçilirken tercümeler büyük ölçüde İslami süzgecin etkisi altında kalmış sayılabilir.

Bütün bunlar geride kalmış meseleler ve günümüzü çok fazla etki altında bırakmıyor. Sonuçta, modern Avrupa’da modern kültür doğdu ve bu modern kültür bütün dünyaya olduğu kadar İslam topraklarına da hakim oldu bir bakıma.

Burada İslamiyet’in modern yapıyla olan ilişkisine dikkatle bakmamız gerekiyor. Ernest Gellner’in “Muslim Society” adlı kitabında, yedinci sayfada şöyle deniyor: “Eğer Araplar Poitiers’de savaşı kazansalardı, Avrupa’yı fethe ve İslamlaştırmaya devam etselerdi ne olacağını hayal etmek hoşuma gider. Hiç şüphe yok ki şimdi hepimiz Ibn Weber’in yazdığı “harici etik ve kapitalizmin ruhu” adlı esere, yazar bize modern rasyonel ruhun ve onun ticarette ve bürokratik örgütlenmede dışa vurumunun ancak kuzey Avrupa’daki 16. yy. Neo harici püritanizm sonucu ortaya çıkışını gösterdiği için, hayran olacaktı.

Bu eser bize bilhassa eğer Avrupa Hıristiyan kalsaydı bu inancın dünyaya olan barok, manipülatif, himaye dayanaklı, yarı animistik ve nizamsız bakışındaki kökleşmiş yatkınlığı yüzünden modern örgütsel rasyonalitenin doğmayacağını kanıtlayacaktı”.

Böyle bir şey olmadı tabi. Yani Poitiers Müslümanlar durduruldu ve başka bir süreç başladı. Ama Max Weber’in tezi “eğer Avrupa İslamlaşmış olsaydı yine de geçerli olacaktı” diye savunuyor Ernest Gellner. Bu düşündürücü bir husus. Neden? Çünkü biraz önce Doğu-Batı ayrımını zihniyet, mentalite itibariyle yaptık. Yani doğuda Hint’te ve Çin’de batıda olmayan bir akıl düzeni olduğu ve bu akıl düzenine bağlı bir davranış tarzı olduğunu söyledik.
Şimdi ise batı kavramını ancak kapitalizm hesaba katılarak içi doldurulan bir kavram haline getirmek mecburiyetinde kalıyoruz.

Yani eğer bugün dünyada batı dediğimiz şey bir anlamda sermaye hakimiyeti olarak anlaşılıyorsa İslamiyetin işte bu planda önemli bir katkısı söz konusu olabilir. Çünkü kapitalizmin doğuşuyla birlikte, anti kapitalist bir davranış geliştirme ancak İslamiyetin mevcudiyetini hesaba katarak güçlü hale gelebilirdi. Nitekim bu garip bir şekilde Ortadoğu’da özellikle son yıllarda kendini gösterdi. Bildiğiniz gibi Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra bir şekilde anti kapitalist ya da marksist eğilimli davranış biçimi birden yeşile boyandı ve anti emperyalist tavır bir şekilde marksist görünüm altındayken İslami manzarayı benimsemek zorunda kaldı. Ama esas nokta bence batı kültürü gelişirken kendi içinden muhalefet unsuru olarak doğan anlayışın her zaman adı konulmasa bile, İslamla bağlantılı olarak yürümüş olmasıdır. Protestanlığın doğuşunun hemen akabinde Luther’in bir şekilde Türklükle suçlandığını hatırlamak lazım.

Ve hemen Luther de bundan telaşa kapılıp Türkler aleyhine bir kitap yazdı. Ama işin özünde Türklükle protestanlık arasında bir paradoksal bağdaşıklık vardı. Çünkü 14. Asırdan itibaren İtalyan site devletlerinin, bankacılık, muhasebe ve diğer paraya ilişkin maharetler yoluyla kapitalizm kurmaya başlamasının akabinde dünya sisteminin merkezinin Hollanda’ya taşınması süreci içinde dünyanın bir bölgesinde yani Osmanlı İmparatorluğu’nun hakim olduğu yerde kapitalist olmayan bir hayat tarzı varlığını koruyabilmişti ve hatırlarsanız Voltaire “Candide” adlı eserinde “bahçemizi ekelim” derken gösterdiği bahçe Türkiye’de bir bahçedir. Yani ekilebilecek bahçe sadece Osmanlı yahut İslam hükümdarlığı altındaki alanda kalmıştır. Bununla şunu anlatmaya çalışıyorum. Müslümanlar kapitalizmin boy attığı dönemde, kapitalist olmayan bir yaşama biçimini sürdürmüş olma başarısına sahiptir. Bu bakımdan da batıda gelişmiş olan sanat, resimden şiire, heykelden ki İslam da heykel asla düşünülemez, heykelden müziğe kadar bir çeşit birey zenginliği, bireyin toplumsal kurumlar tarafından ezilmekten kurtulması, ezilmekten salim kılınması iddiası, özlemi ile oluşmuşluğu yüzünden İslamla kandaş durumdadır, yani bir çeşit batıda gelişen sanat, batı elmasının kurdu olarak yaşamıştır.

Türkiye’de ve İslam dünyasında da bu vakanın garip bir farklı tezahürünü görüyoruz. Batıda nasıl sanat İslamiyetin gizli müttefiki olmuş ise, doğuda da, eğer bu gene bir önceki tasnifimizin dışında söylüyoruz burada artık, Avrupa’nın doğusu, batısı olarak anlıyoruz. İslam dünyasında da yenileşme ile İslamlaşma at başı gitmiştir. Bu çok garip, çok tuhaf. Çok girif bir hadise. İstanbul’da derlermiş ki eskiden ilim Aksaray’a inmez. Bu şu demek. İslam bilginleri Fatih’te otururlar Fatih dersahamlarından bilgi almayan insan adamdan sayılmaz. İslami manada ilim Fatih’tedir, ama Aksaray’a inmez. Oysa tanzimattan sonra yeni açılan modern mekteplerde, yani medrese dışı okullarda, İslama ilişkin bilgilerin verilmeye başlanması Osmanlı toplumunda İslamcılık tezini doğurmuştur. Çünkü artık o Aksaray’a inmeyen ilim, daha sıradan isterseniz bunu etimolojik aslına bağlı olarak söyleyelim, laik zümre tarafından benimsenmiş olması yüzünden bir çeşit İslami öneri modernleşme yüzünden topluma aşılanmıştır. Yani bu çok garip, çok ters bir şey gibi görünüyor, fakat bu süreç günümüze her değişim zamanında su yüzüne çıkarak devam etmiştir. İşin bir yönü bu olmakla beraber maddi ilişkiler ve bir bakıma görünüm itibariyle batı kültürü İslamiyete duyarsız yanıyla yaygınlık kazanmış ve egemenlik sahibi olmuştur. Ama bu türden bir yaygınlık sürekli olarak yani başında bir karşı çıkış, bir itiraz imkanını da getirmiştir. Bu itiraz imkanı her zaman İslamla desteklenmiştir.

Bir başka noktayı vurgulamadan geçmemeliyiz. Bu söyleyeceğim gerek Türkiye’de gerekse başka İslam ülkelerinde olan bir şeydir. Modernleşme etkinlikleri İslami önyargıların pekiştirilmesi suretiyle yürürlüğe konmuştur.

Bu nedenle özellikle Arap ülkelerinde çok güçlü bir İslam modernizmi doğdu. Bunlar “asr-ı saadet” dediğimiz Peygamber zamanına dönmek teziyle, bir şekilde batıda başarı kazanmış modernitenin İslamın asıl kaynaklarıyla çelişki halinde olmadığını kanıtlama çabasına girdiler.

Türkiye’de ise mesele biraz daha farklı oldu. Modernleşme çabaları, geleneksel kültür karşısına tüm İslami eğilimleri koymak şeklinde ortaya çıktı. Geleneksel kültürde, Osmanlının geleneksel kültüründe yeniçeri diye bir asker vardı. Bu Hıristiyan çocuklarının İslamlaştırılması sonucunda elde edilen bir güçtü. Fakat yeniçeri kelimesi katışıksız Türkçe. “Yeni asker” demek, “asker” Arapça. Yeniçerinin yerine konan ordunun adı Asakir-i Mansure-i Muhammedi’ye, yani katışıksız Türkçe deyim yerine çok ağdalı bir Arapça ve üstelik de dini notasyonu olan bir terim konulmuştur. Bu hep böyle olmuştur. Yeni ve yenileşme yandaşı olan insanlar, asıl İslamî savunduklarını vurgulayarak o yenileşmeyi gerçekleştirmişlerdir ve burada da Müslümanların asli inançlarına müracaat etmişler, oradan kuvvet almışlardır, mesela İslam’da çok basit olarak “ululü emre itaat” diye bir ilke vardır. Yani devlet başkanına itaat. Dolayısıyla merkezden periferiye, doğru gerçekleşen Osmanlı modernleşmesinde halkı yeni davranışlara, yeni fikirlere intibak ettirmek için kullanılan bu ilkenin kuvvetinden başka birşey değildir.

Yani “eğer Müslümansan, Müslümanlıktan çıkacaksın”. Böyle bir tez gelişti. Ve gerçekten de sonuç verdi, Tanzimat’tan sonra. Biliyorsunuz Tanzimat’ın halk tarafından yorumu “gavura, gavur denmeyecek” şeklindeydi. Bir şekilde geleneksel ilkelere bağlılık, geleneksel ilkelerin artık muhafaza edilmemesini güçlendiren bir yöntem olagelmiştir.

Günümüze geldiğimizde bu ilişkinin, İslam’la, modern kültür ve sanat ilişkisinin, yine sahip olduğumuz ön yargıdan bağımsız bir ölçüyle ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Yani, modern kültür ve sanata ilişkin düşüncelerimiz eğer İslami bir bakış açısı içinde göz önüne alınırsa dışarıdan bir eleştiri; batı medeniyetine, kültürüne ya da emperyalist yapısına ne derseniz deyin dışarıdan, uzaktan bir hücum ya da karşı duruş özelliği taşımak yerine, tam tersine batı medeniyetinin iç dinamiğine ilişkin, iç bakışına ilişkin bir yaklaşım olmak zorundadır.

Yani günümüzde İslam dünyası ve batı diye iki ayrı olgudan söz etmek olsa olsa politik bir manevranın mazereti olabilir.

Çünkü hadisenin gerçek cereyan tarzı bakımından böyle bir ikilem yoktur. Yani dünyadaki özellikle İslam ülkelerindeki turizmin bir çeşit kolonyalizm olduğunu batıda mı, batılı olarak mı, savunmak durumundayız; yoksa Müslüman, yalıtılmış bir Müslüman dünyanın bireyi olarak mı savunmak durumundayız?

İnsan haklarının bahsedildiği yerde bunun belli bir normun bütün toplumlara bu toplum ister Bavyera’da olsun ister Fas’ta olsun dayatılması olarak anlamayı İslami bir bakış açısı olarak mı göreceğiz yoksa batının ekseninden doğan bir yaklaşım olarak mı göreceğiz? Bence ikincisi, yani bugün dünya meselelerini, küreselleşme de dahil olmak üzere bu meselelerden ikincil derecede etkileneceğini düşündüğümüz bir yabancıyla muhatap olduğumuzu sanarak ele almak imkanı elimizden alınmıştır. İslamiyet dediğimiz zaman da doğrudan doğruya batı medeniyetinin eksenine ilişkin bir şeyden bahsediyor olmamız lazım. Bu bilhassa Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlığın İbrahimi kökleri yüzünden böyle olduğu kadar, sürecin bu üçünü aynı düzeye getirmesi bakımından da böyledir. Bugün dindar bir Yahudi, dindar bir Hıristiyan, dindar bir Müslüman küreselleşme karşısında birbirlerinden farklı tavırlar gösteremeyecek konuma itilmişlerdir.

Sanatın da bu anlamda mahalli bir renk olma özelliğini kaybettiğini düşünmemiz lazım. Yani eğer günümüzde sanat, hangi şubesi olursa olsun (müzik, resim, edebiyat) bir mahalli renk yansıtmak yoluyla bir bildiri sunmaya gayret ediyorsa, bu dünyadaki yapının eleştirisinden vazgeçtiğini de dolayısıyla sanat olmaktan imtina ettiğini de göstermiş olur.