Kendini İslâmi Bir Yükümlülükle Bağlı Saymayan, Türk Olamaz

Genel Başkanımız İsmet Özel 14 Mayıs 2011 Cumartesi günü 3.Kocaeli Kitap Fuarında "TÜRK ÖZGÜRLÜĞÜ" başlıklı bir konuşma yaptı.

İsmet Özel 14 Mayıs Kocaeli

 

Merhabalar;

Bir şey söylemek, ne söylediğinle ve kimin ne anladığıyla doğrudan doğruya irtibatlı bir şey. Biz konuşmamızın başlığını “Türk Özgürlüğü” koyduk. Fakat belli ki olmayan bir şeyden bahsedeceğiz. Ne Türk var ortalıkta, ne özgürlük! Olmayan başka şeyler de var. Fuarın üçüncü yılı ve ben üçüncü kez geliyorum bu fuarda konuşma yapmaya. İzmit denildiği zaman biz, çocukluğumuzdan beri kâğıt fabrikasını anlardık önce. Olmayan şeyler sadece “Türk” ve “Özgürlük”le mahdut değil. Şu anda Türkiye’de SEKA’nın kâğıt fabrikası yok. Ve bu Türkiye’de insanların hayatını nasıl etkilemiştir? Ne oluyor, ne bitiyor? Bunlar kavrayış alanlarının dışında tutulan şeyler. O yüzden söylediklerimle siz nasıl irtibat kuracaksınız, doğrusu çok merak ediyorum. Hiç olmazsa bu merak var.
Türk Özgürlüğü dedik. “Özgür” kelimesi yenileşen Türkçede uydurulmuş bir kelime. Neyin yerine uydurulmuş? “Hürriyet”in yerine. “Biz bu Arapça ‘hürriyet’ kelimesini söylemeyelim, kendimize ‘özgürlük’ diye bir laf uyduralım. Böylece Türkçe konuşmuş oluruz” diye insanlar kendilerince bir şeyler yapmışlar. Fakat ben onların yaptıkları şeyin işimize yarayacağını düşünüyorum. Böyle düşündüğüm için de “özgürlük” kelimesini benimsediğimi ve bunun aslında bize bir şey öğrettiğini de savunuyorum. Türkçe konuşan insanlar “özgür” kelimesinin iki sözden tertip edilmiş olduğunu anlarlar. “Öz” ve “gür” var, değil mi? Hatta biraz daha gevşek söylerseniz “özügür” olur, değil mi? Hürriyet kelimesiyle özgürlük kelimesi arasında bir mana beraberliği olmasa bile özgür kelimesini tek başına işimize yarar bir şekilde kullanabileceğimizi iddia ediyorum: özün gürlüğü. Yani insanlar özlerini gürleştirmelidirler. Böylece iyi bir şey yapmış olurlar. Özgürlük bu bakımdan aleyhimize bir şey değildir; lehimize bir şeydir. Ama “öz” nedir? İnsanın özünün olmadığını iddia eden görüşler var. Yani öz kelimesini Batı dillerindeki existence ile karşılarsanız, öz eğer böyle bir şeyse; bunun insan hayatına açıklama getirmeyen bir kavram olduğunu iddia etmek mümkün. İnsanın özü dediğimiz zaman bundan neyin anlaşılması gerektiği kolayca keşfedilebilir bir şey değil.
Ortega Y. Gasset, insanın özünün olmadığını sadece tarihinin olduğunu savunuyor. Eğer insan denen varlığı tanımak istiyorsak, onu diğer canlılardan veya varlıklardan ayırmak diye bir derdimiz varsa boşuna özünü arayıp oradan bir sonuca varmaya çalışmayalım. Ne yapalım? İnsanın tarihine bakarak insanı diğer varlıklardan ayırt etmek ve insanı tanımak, insanı öğrenmek, bilmek mümkün olabilir. Tarihi yoksa insan da yok demektir. İnsanın başka canlılar gibi, başka varlıklar gibi efradını cami ağyarını mani bir tarifi yapılamaz. Ne yapılabilinir? İnsanın nereden gelip nereye gittiği konusunda bir fikrimiz varsa, bir ifade yakalayabiliyorsak insan hakkında; o zaman bilhassa insandan bahsediyoruz demektir. Bir yerden gelip bir yere gitmeyen insana insan demiyoruz. Hâlbuki karşımıza çıkan birçok insan tarifleri var. Mesela antik çağda Platon “İnsan iki ayağı üzerinde yürüyen tüysüz bir hayvandır” demiş. Bunun üzerine Sinoplu Diogenes bir tane horozu canlı canlı bağırta bağırta yolmuş, sonra Sinop sokaklarına salıvermiş: “Bakın Platon’un insanı! Tüysüz ve iki ayağı üzerinde yürüyor!” İnsanı hayvana nispet eden birçok tarif var. “Konuşan hayvandır, aklı olan hayvandır, vs.” Bütün bunlar insanın bir özü olduğuna, insanın özü itibariyle diğer canlılardan, varlıklardan ayrılabileceğine iman etmiş olanların başvurdukları tarifler. Bunların hepsi geçersizdir. Çünkü insan, insanlığını yaşadıklarıyla bulur.
 İnsanın, insan hayatına mahsus bir macerası yoksa onun insanlığından bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla insan sadece bir yerden gelip bir yere giden bir yaratıktır. Bu insanlar arasında Türklerin de olması lazım. İşte önce bunu anlamamız lazım; Türk nedir, kimdir? Eğer insan dediğimiz şey tarihi olan bir şeyse Türk’ün kim olduğunu, ne olduğunu tarihinden çıkarabileceğiz. Ama bir de bu Türk’ün özgürlüğünden bahsedeceğiz, özünün gürlüğünden. Biraz önce dediğim gibi özgür kelimesi, hürriyet kelimesini tercüme etme gayretiyle doğmuş olan bir kelime. Hürriyet kelimesi ise medeniyet, istiklâl gibi Arapça dil kurallarına uygun olarak Türkler tarafından telaffuz edilmiş bir kelimedir. Hür kelimesi Arapçada var fakat hür kelimesinden hürriyet yapmak, Avrupalılaşma sürecine girmiş olan Türklerin uğraştıkları bir şey oldu. Eğer Türkiye’de Türkiye’ye mahsus bir kültür gözetilmiş olsaydı zaten Türkçe olan bir kelimeyi tekrar Türkçeleştirmemiz mantıksız olurdu. Biz bunu hep yaptık ve böylece bir lisandan mahrum olduk. Mesela medeniyet kelimesini “Medine”den türetenin adını da biliyoruz; Ziya Gökalp. Ziya Gökalp medeniyet kelimesini teklif eden adamdır, Fransızca civilization kelimesine karşılık olmak üzere. Kültüre karşılık olmak üzere de hars kelimesini teklif etmiştir. Ama hars benimsenmemiş, dışarıda tutulmuş. Medeniyet birçok insanın “Başka ne diyeceğiz ki” diye akıl yürüttüğü bir şey olmuştur. Biz nasıl hürriyet kelimesinin Türkçe olduğunu fark etmeden özgür kelimesini uydurduysak medeniyet kelimesini de “Arapçadır” diye beğenmeyip “uygarlık” demeyi tercih ettik. Bu uygarlık kelimesi de uydurma üstüne uydurma. Çünkü bu Türk kavimleri arasında en gelişmiş olan, işini daha ince iş haline getirmiş olan kavim Uygurlardır diye düşünüyorlar. Aslında Uygurluk demek istemişler, bakmışlar ki bu sırıtacak onun için uygarlık demişler. Bizim her şeyimiz bu bakımdan derme çatma durumdadır.
 Bugün burada üçüncü defa fuar yapılıyor. Demek ki devam edip gidecek. Ne zamana kadar bilmiyorum. Ama bütün bu uyduruk kaydırık işleri yapan insanlar gönül rahatlığıyla bu işleri yaptılar. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin ömrünün çok fazla sürmeyeceğine inanıyorlardı. Dolayısıyla yaptıkları yanlarına kâr kalacaktı. Şimdiye kadar biz böyle bir hayata rıza göstermiş olarak yaşadık. Bizim mesela takvimdeki aylarımız da aynı şekilde birilerinin keyiflerine göre olmuş şeylerdir. Biz bugün Ocak, Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran ,Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım, Aralık diye ayları sıralıyoruz, mekteplerde çocuklara öğretiyoruz. Takvim olarak da asıyoruz duvarlarımıza. Ama biz bu adlandırmayı yapmadan önce Teşrinievvel, Teşrinisani, Kânunuevvel, Kânunusani şeklinde aylar vardı. Birincikanun, İkincikanun ,Birinciteşrin ,İkinciteşrin diye de adlandırılıyordu bunlar. Cumhuriyet’ten sonra bunu yine bir şekilde alafranga hale getirmek için bir şeyler uydurdular. Sanki o ayda ekim yapılıyormuş gibi Ekim ayı oldu. Kasım mıdır, kesim midir anlaşılmıyor Kasım ayı oldu. Ocak başında geçirilen ay diye Ocak ayını benimsediler. Ama Kasım’la Ocak ayı arasında bir ay daha var ona da isim bulmak lazımdı.  Bulamamışlar ona da Aralık demişler, ikisinin arasında kalıyor diye. Yani hiçbir manası yok.
Birileri bizim dünyamızı kendi millî hedeflerine göre şekillendiriyor, bunlar Türk değil! Çünkü bir insanın Türk olup olmadığını Türkiye’ye yaptığıyla ölçeriz. Bir insan Türkiye’ye ne yaptıysa ona bakarız. İyi bir şey yaptıysa “Türk’tür” deriz. Kötü bir şey yaptıysa “Türk olamaz” deriz. Ben böyle bir ölçü getiriyorum. Bir insanın Türk olup olmadığı Türkiye’ye yaptığıyla anlaşılır diyorum.  Bu manada “Herkes alıyor, ben aldım da fazla mı oluyor?” diye rüşvet alan ya da hayatını rüşvetle geçiren insanın Türk olması benim gözümde imkânsızdır. Türklük hayvanî bir vasıf değildir, Türklük insanî bir vasıftır. Nasıl insan özü itibariyle değil tarihi itibariyle insansa Türk de ahlakî pozisyonu itibariyle Türk’tür. Bir Türk kızı nasıl olur? Ahlakına bakarsınız. Bir Türk erkeği nasıl olur? Ahlakına bakarsınız. Böyle Türk olmaz dersiniz, onları dışarıda bırakırsınız. Onun için Türk özgürlüğü dediğimiz zaman aslında gâvurların anladığı şeyden başka bir şey anlamak mecburiyetindeyiz. Çünkü Türk, birinci derecede ahlakî tutum, tavır, yaklaşım olarak doğmuş olan bir şeydir. Türk’ten bahsettiğimizde kâfirle çatışmayı göze alan insandan bahsediyoruz demektir. Kâfirle çatışmayı göze almayan bir insan Müslüman olabilir ama Türk olamaz. “Kâfirle iyi geçinmek gereklidir” diyen insan Türklükten çıkmış olur. İnsanın özü yok, tarihi var dedik. Yani tarihi, onun özü yerine geçiyor. Aksi halde insanı hayvan türlerinden biri saymamız gerekiyor. Katırların hiç tarihi yok mesela. Bilebildiğimiz hayvanlar arasında en tarihsiz hayvan katırdır. Çünkü katırın çocuğu olmaz. Katıra “Baban kim?” diye sormuşlar “Dayım attır” demiş. Çünkü erkek merkep ve dişi at çiftleştikleri zaman çoğu zaman katır olur. Nadiren erkek at ve dişi merkepten de katır olduğuna dair kayıtlar var ama bu pek rastlanan bir şey değil. Umumiyetle merkep babadır, kısrak anadır. Onun için katıra sormuşlar “Baban kim?” diye, “Merkep” diyememiş, “Dayım attır” demiş. En tarihsiz olan yaratık, tarihi olmayan yaratık katır. Çünkü katırlar doğdukları zaman fiziki olarak dişilik ve erkeklik emareleri gösterir fakat katırlar kısırdır. Demiş ya adamın birisi “Biz sülalecek kısırız. Benim babam da kısırdı, dedem de kısırdı.”
İsmet Özel Kocaeli Salon
İnsanın tarihi, insanı insan yapar. Onun için Türk’ün nereden gelip nereye gittiğini tespit edebilirsek o zaman bir Türk özgürlüğünden bahsedebileceğiz. Ama burada bilhassa lisan mühim. Şimdi dil diyoruz, bu uyduruk lisan furyası içinde lisan kelimesini kullanmak yerine dil kelimesini kullanmak istiyoruz. Onun yerine geçeceğini sanıyoruz. Hâlbuki bu olmaz. Türkçede dil başka bir şeydir. Türkçede dil lisandan daha küçük bir şeydir. Onun için mesela kuşdili deriz, çiçeklerin dili deriz, hatta musikinin dili deriz. Dil lisandan daha küçük bir şeydir ve dil kelimesi Türkçede Türk lisanında bir başka manaya daha sahiptir ki bu da dilin neye tekabül ettiğini öğretir bize. Dil casus demektir. Eski metinlerde “Aralarına dil soktu” gibi cümlelere rastlıyoruz. Biz lisan dolayısıyla bir millî özellik ya da millî şekil  yakalayabiliyoruz. Ne dedik, özgürlük hürriyet kelimesinin tercüme edilmiş şekli ve biz kimin ne dediğini bilmeden yaşayan insanlar olduk. Bunu geride bırakmamız gerekiyor. Biz eğer Türk özgürlüğünden bahsedeceksek önce Türk’ün ne olduğunu anlayabilmemiz lazım. Anladığımız zaman ona yakışan özgürlüğün de, yani özünü nasıl gürleştireceğinin de formülünü bulabiliriz.
Bizim lisanımızda özgürlük, hürriyet kelimelerinin yanına mesela “serbestî” ya da “serbestlik” gibi bir şeyi koyabiliyorsunuz, değil mi? Daha hür olan insanın daha serbest olduğunu, daha özgür olan insanın daha serbest olduğunu kafanızda canlandırabiliyorsunuz. Ama aslına  baktığımızda serbest kelimesinin bir birleşik ifade olduğunu anlayabiliyoruz. İki kelimeden meydana gelmiş. Birisi “ser” baş demek. Öbürü “best” ne demek? Bağlamak. Türk özgürlüğünden bahsederken Türklerin serbestliğinden de bahsedeceksiniz. Türkler ancak başlarını bağladıklarını zaman özgür olabiliyorlar. Serbest  başı bağlı demek. Bu lisanımızda  bilinen bir şey. Şöyle deriz biz: baş başa bağlı, baş da şeriata bağlı. Türk hayatında serbestlik başı bağlılık demektir. Gayrimüslim Türk olmaz. Bir insanın serbestçe hareket edebilmesi için şer’i esaslara tabi olması şartı Türk hayatında getirilmiştir. “Filancaya serbest, filancaya değil“ dediğin zaman “O Müslüman’dır, o serbest çünkü başı bağlı o.” Yani onun hareketlerinin nereye kadar gideceği konusunda dinen kaideler barizdir, sabittir. Serbest olmak bu demektir. Serbest demek başı şeriatla bağlı demektir. Türk özgürlüğü dediğiniz zaman helal haram ayrımı yapan insanların doğru hareketi demiş olursunuz. Türkler  helal haram ayrımını yapabilecek kadar yüksek zihnî vasfa sahip. Yani deli değil ya da “çılgın” değil! Helal haram ayrımı yapacak kadar zihni bir sağlamlığı var ve bu sebepten dolayı serbest. Onun serbestliği, başkalarının da hayatına yani Müslüman olmayanların da hayatına şekil verme hakkını ona kazandırıyor. Bu, bu topraklarda yüzyıllar boyunca yaşanmış bir şeydir. Bizim Türk toplumunda, Türklerin sözünün geçtiği, Türklerin duruma el koydukları, Türklerin hakkının yenmediği toplumda polis, jandarma yoktur. Biz bu teşkilatları Avrupalılaşmaya karar verdikten sonra kurduk. Bizim polisimiz, jandarmamız olmaz. Çünkü Müslümanların yaşadığı yerde aklı başında her Müslüman helal haram ayrımı yaparak toplum hayatının nasıl akacağına dair öngörüleri salar. Bu o kadar uzak bir geçmişte de değil. Benim çocukluğumda da –ben 1944 doğumluyum- çocuklar toplumun çocuklarıydı. Yani yedi yaşında sigara içen bir çocuğa tokadı herhangi bir büyük yapıştırabilirdi. Ve babası gelip “Sen benim oğluma niye tokat atıyorsun” diyemezdi. Şimdi biz Türk özgürlüğünden mahrum bir hayatı yaşıyoruz.
Biz yüzyıllar boyunca “bütün” fikrini esas alarak yaşadık. Hepimiz birbirimize ait olmayı en tabii şey sayıyorduk. Bu o kadar geçmiş bir şey değildir. Bir kadın evinin penceresini böyle yukarı doğru açardı. Yana doğru açmazdı. Çünkü pencereler öyleydi, İspanyol pencereler değildi, yana açılmazlardı, yukarı açılır kapanırlardı. Kadın pencereyi açar ve orada oynayan çocukları tanımadığı halde “Şuradan bana yarım kilo filanca şey al” der ve parayı atardı. Bu çok normal bir hayattı. Biz başka türlü yaşamayı bilmeyen bir toplumduk. Herkes birbirine aitti, herkes birbirine karşı sorumluydu. Çok yakın tarihimizde “Sülün Osman” diye bir şahsiyet vardı. Dolandırıcılığıyla meşhur, İstanbul’da yaşıyordu. Bu adam yetmişli yıllarda bir radyo konuşmasında dolandırıcılığa nasıl başladığını anlatıyordu. Galata Köprüsü’nü falan satıyordu Anadolu’dan gelen saf köylülere. Fatih’te bir ev kiralamak istemiş. Evi görmek üzere ev sahibiyle birlikte evdeler. Sülün Osman’ın durgun bir hali varmış. Sülün Osman’ın müstakbel ev sahibi “Niye bu kadar keyifsizsin?” diye sormuş. “Ya hu demiş, acilen bana 25 lira lazım. Birisi borcunu geri istiyor.” Bu konuşmanın cereyan ettiği zaman 25 lira bir maaşın yarısı. En çok para alan memur 40 lira alıyor. Ev sahibi diyor ki “Ben vereyim sana bu 25 lirayı, niye bu kadar canını sıkıyorsun? Bana borçlan.”  Sülün Osman hayretle adamın yüzüne bakıyor. “Hakikaten verir misin?” diyor. “Tabii, sen benim kiracım olacaksın. Ben evimi sana emanet ediyorum. Evimi emanet ettiğim adama 25 lira borç vermez miyim?” diyor. Sülün Osman alıyor 25 lirayı ve bir daha adamı hiç görmüyor tabii. Ve diyor ki “Bu memlekette böyle insanlar olduktan sonra ben aç kalmam. Herkes dolandırıcı değil, ama hepimizde o ev sahibinin ahlakını esas sayan bir damar var. Biz bir yerden geliyoruz, bir yere doğru gitmeliyiz. Eğer Türk kalabilirsek oraya gideceğiz. Geldiğimiz istikamette bir yere gideceğiz.
Konuşmamı bitirmeden önce şunu söyleyeyim. Türk nasıl bir şeydir? Selçuklu Türkleri Mekke ve Medine’yi toprakları arasına katmadılar. Fakat dünyaya ilan ettiler: “Bu iki şehre herhangi bir şekilde zarar veren kim olursa cezasını ben vereceğim” Türklük böyle bir şeydir ve Türk özgürlüğü bir yükü üzerine almak demektir. Bir yükü üzerine almamış olan Türk, İslâmî bir sorumluluğu üzerine almamış bir insan, Türk olamaz. Türk olmak için şu mecburiyet vardır; Bir İslâmî yükümlülükle kendini bağlı saymak. Serbest ancak o zaman olabilir. Türklerin özgür olması demek, Allah’ın emirlerinin bekçiliğinin kendi uhdelerinde olduğunu beyan etmeleri demektir. Bunu hissetmek yetmez. Bir yerde Allah’ın emirlerine karşı savaş açılmışsa o bütün Türklere karşı açılmış bir savaş demektir. Türk özgürlüğü bu savaşa girmekle başlar, başka türlü Türk özgürlüğü yoktur. Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.
14 Mayıs 2011, Kocaeli
Eşref Edip - Mehmet Akif'in Hayatı

Marş Kürsüden okunuyor

Ondan sonra – ufak bir müzakereyi müteakip – Maarif Vekili kürsüye çıkarak büyük bir heyecanla İstiklal Marşını okuyor. Marşın her mısraı, her kıt’ası sürekli alkışlarla karşılanıyor. Meclisi büyük bir heyecan kaplıyor. Abdülgafur Efendi dua ediyor, büyük meclis amin han oluyor.