EDEBİYAT SENİ ÇAĞIRIR

Bir pergelin başımıza açtığı işin içindeyiz. Ediyorsa edebiyat hayatımızın neresini işgal etmektedir? Edebiyat yerini terk etmez. Onun yaptığı yazan uçla yazmayan ucun arasında bir yerde meraklısını beklemektir. Edebiyat meraklısı hangi uca olan yakınlığıyla temayüz eder? Bir yanda sanatçıya saplanan uç var. Bu ucun sosyologiyle, astronomiyle, botanikle ve her şeyle, belki de elektronikle irtibatı kurulabilir. Edebiyatla bir dostluk kurulduysa acaba o ucun verdiği acıya yakınlığın doğurduğu bir şey mi bu? Yoksa yazıya dökülmüş olanın ürettiği hazdan mı dostluk çıkarıyoruz? Dostluk çıkaramadığımız yerden sanatın uç vermesini beklememiz boşunadır. Modern Batı Medeniyeti devraldıysa antik çağdan dostluğu değil rekabeti devraldı. Avrupa dostluğu meraka değmez bulduğu halde rekabeti kapitalist işleyişin ruhu saydı. Yaşadığımız günlere insanların hem millî çerçevede, hem milletler arası ilişkilerde birbirlerini tepelemesini haklı bularak geldik.

Kapitalizmin akıbeti tartışılırken insanlık olarak kötüden betere gideceğe benziyoruz. Gitmemek mümkün müdür? Mümkündür dememiz ancak müzelik sanatın itibarını kaybetmesiyle anlaşılacak. Düşerse müzelik sanat itibardan millet eliyle düşürülecektir. Çelişkiye dikkat: Millet elle tutulabilir bir nesne değil; aşk gibi mücerret bir varlıktır. Başta edebiyat olmak üzere sanatın her türlüsü bir yerinden müşahhaslığı öne çıkarır. Devasa bir sanat tarihinden söz edildiğini hep duyarız. Oysa kültürün hayırla yâd edilen kısmı iz ve miras bırakmayan kısmıdır. Ne ölçüde Birleşmiş Milletler bir mirastan, bir kültür mirasından söz ederse etsin pilotluğu dikkate değer bulan gençlerin toplumunda uçak kazaları bile akılda kalmıyor. Oysa ülkemizde şevkle ve heyecanla Mevlit okunan günlerde mevlit yazmaktan geri durmayan da çoktu; ama hiçbirinin gözü Süleyman Çelebi’nin yerinde değildi. Buradan hayırda yarışmanın rekabet olmadığını veya rekabete konu edilmeyen şeyin hayırda yarışmağa dönüştüğünü çıkarabiliriz. Tabiata can veren şeyin Darwin tarzı bir rekabet mi, yoksa Kropotkin tarzı bir dayanışma mı olduğuna karar vermemiz bizim yerküre üzerinde bulunuşumuza anlam katacaktır.               

Türk yurduna ne zaman eriştik ve eğer olduysa neler bizi Türk vatanıyla tanıştırdı? Yurt ve vatan nemize gerek? Türk toprakları müstemleke olmaktan kurtulmağı nasıl başardı? Ne oldu da divan edebiyatı kendini âşık edebiyatından ayırdı? Bu iki edebiyat sonunda niçin birbirine yaklaştı? Başlamak istiyorsan önce nerede olduğunun bilincine varmalısın. Neye başlamak niyetinde isen seni başlamağa nerede olduğuna dair kasıtlı, şuurlu bir tavır götürür. Sanatla dinin karındaşlığı buradan doğar. Kimse seni bir sanatın emekçisi veya bir dinin saliki olma mecburiyeti altına sokmadı. Görünmeyen bir mabudun çağrısı seni ya sanatın veya dinin kucağına çeker. Kim olursanız olun aynı anda ikisinin de -hem sanatın, hem dinin- bünyenize etki edeceğini düşünmeyin. Eğer seni son zamanların salgını sanattan veya dinden uzaklaştırdı diye düşünüyorsan sana ne sanatla ve ne de dinle gönülden bir münasebet kurmuş biri diyebiliriz. Gönül işini şartlar doğurmadığı için şartların değişmesi buna son veremez.

Edebiyat şahsa, bir şahsın kendini bilmesine mahsus bir çağrı olduğu için bir okura bir kalem sahibini zorla sevdiremezsiniz. Bu sebeple edebiyatın en büyük düşmanı edebiyat dersleridir. Öyle sanılsa bile müzeler ve sanat galerileri sergilenen sanata rütbe kazandırmaz. Tiyatrolar her gün bizi taciz eden hayatın dramatik örgüsüne tasallut eder. Bu işlerin böyle oluşu bütün sanat faaliyetlerine husumet duymamıza sebep olmalı mı? Sırlar içinde sırlar vardır. Bundandır ki, büyük sanat eserleri kendilerini çok farklı tabakalardan insanlara sevdirecek özellikler taşır. Sanat riyasızca ona yaklaştığımız takdirde elimizin boş kalmayacağı bir şey, kıyısı köşesi belli bir şeydir. Avutur, teselli eder sanat. Bu münasebetle insan kimliğinin gereği olan şeye temas edelim: İnsanlığını bir başına tadabilirsin. İnsan demek başına buyruk demektir. Anarşizmden ayrıldığımız nokta zulme bir sebebe binaen razı oluşumuzdur. İnce eleyip sık dokuyacak olursak gündelik hayatımızın her ânı zulmü bir yanıyla mazur görmemize varır. Emir alma ve emir verme işinin insan hayatı bakımından meşru bir tarafı olmalıdır. Ya yoksa? İşte o zaman bizi bir kavga bekliyor demektir. Ne yapıp edip baş eğmez karakterimizi dışa vurmalıyız. Türkler olarak önce görünürde müstemleke olmayışımızın fiyatını öğrenelim. Dünya Sistemi hikâyesini yürürlükte kılan Düvel-i Muazzama Türklere istiklâl hakkı tanımağı ne karşılığında kabul etti? Lozan görüşmeleri sırasında bir hahamın “Siz Türklerin istiklâlini tanıyın onları kısa süre içinde törelerinden koparmak işi bizim elimizden gelir.” mealinde bir vaat sunduğu doğru mudur? 

Bu suale müracaat edişimin sebebi Sabancı firmasının 12 Eylül 1980 harekâtı akabinde ham maddesi petrol yan ürünü olan pet şişe üretmeğe başlamasıdır. Yani karşımıza pet şişe felâketi olarak çıkan bu habis faaliyet çevrecilerin Türkiye Cumhuriyeti sınırları dâhilinde mutlak zafer kazandıkları günlere denk gelir. Çevreciliğin ne olduğunu bilmeden yaptığınız çevrecilik çevre düşmanlarının işine gelir. Aynı şey çevreciliğe düşmanlık duyanların da işine gelir. Bilelim ki çevrecilik ABD hâkim sınıfının tutunduğu bir can simididir. 1960’lı yılların sonlarında ABD kurulu düzeni ölümcül bir tehlikenin eşiğindeydi. Üç çatışmanın kendi sınırlarının ötesinde bir uzlaşma alanına dalmasına ramak kalmıştı. 1) Üniversitede ders veren kesim ile sıradan ABD vatandaşı arasındaki çatışma. 2) Afro-Amerikalılarla Beyazlar arasındaki çatışma. 3) Emek verenlerle sermayesinin getirisiyle geçinenler arasındaki çatışma. Bu üç çatışma kendi başlarına kaldıklarında ABD kurulu düzenine zarar verecek etkinlik gösteremiyordu. Ne zamanki her üçü her bir diğerin içinde anlam kazanır oldu o zaman pek gözde sayılan ABD tarihi bir atık durumuna düşecekti.

ABD hâkim çevreleri yılların tecrübesinden bir ilerici hareketi söndürmek için karşı güç üretmenin fayda vermeyeceğini, insanları ileri hareketi gereksiz kılacak daha ileri bir harekete ikna etmenin istenilen çözümü getireceğini öğrenmişlerdi. Böyle de oldu. Tabiatın zaafa düşürülmesine dikkat çekmek, mutlak hakikat peşinde olanları, zenci-beyaz zıtlığını, emek ile sermaye kapışmasını gölgeledi, zaafa uğrattı. Modernite bilhassa XIV. Hıristiyan asrından bu yana böyle bir taktikle dünyayı sarıp sarmalamıştı. “Şehrin iğrenç kalabalığı” günü birlik menfaat uğruna asli değerlerin ayaklar altına alınmasına ses çıkarmadı, giderek ezenlere kol kanat gerdi. Yerküre üzerinde bir cemaat var ki kıyametin koptuğunu gözüyle görse bile elindeki son hurma fidanını dikmekte ısrarlıdır. Allah’tan ümit kesilmeyişinin vardığı yer orasıdır. Bu da yücelmekle, edebiyatın çağrısına uymakla olur. Edebiyatı kendi yetersiz seviyene çağırmakla değil.

İsmet Özel, 12 Zilkade 1441 (3 Temmuz 2020)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.