MUKADDEME 11

Birisi çıksa da yüzüme karşı edebiyat tarihini tersinden yazmak sana mı kalmış deseydi hazdan mest olurdum. Yetişme çağlarımda kendimi bu tarz meşguliyetlere dalacak vaziyette bulunmağa asla ayarlamadım. Böyle şeyler gençliğimde aklıma gelmezdi. Zira üzerinde yaşadığım toprakların şerefsizlik limanı olabileceği düşüncesi bana çok uzaktı. Zaman içinde gerçi celladıma gülümserken diye bir kitap yazdım; ama birlikte yaşadığım insanların zebani kılığı benimsemekten zevk alabileceğine hiç ihtimal vermezdim. Beni hep bu düşüncesizlik sarmaladığı için orta yaşlarımda, giderek ihtiyarlığımın ilk yıllarında şimdi vardığım yaşın benim için uzlet yaşı olacağını hayal ediyordum.

Bende bir yolunu bulup kaytaracak kadar bile hal kalmamışken edebiyat tarihini tersinden yazmak yine üstüme kaldı çünkü Türklüğe karşı çıkmanın bilhassa İslâm düşmanlığı anlamına geldiği, Türk’e savaş açan kim olursa bunu İslâm’la savaşın ilk şartı saydığı fikri eline kalem tutuşturulan herkese ters geliyor. Terslik benden değil, onlardan, bilhassa devletten geliyor. Dolayısıyla edebiyat tarihini tersinden yazmağı keyfe keder bir meşguliyet olarak seçmiş değilim. Bunun zaruret olduğuna benden başka inanan kalmadı. Vardı, lâkin kalmadı. Bir millet canını korumasını biliyorsa o milletin hayatında zaruri olan her şey edebiyatın gücünün hissedildiği sahada doğar. Millet sadece neyin zaruri, kaçınılmaz, vazgeçilmez olduğunu edebiyattan ve edebiyatla öğrenmekle kalmaz; zaruretin de, kaçınılmazlığın da, vazgeçilmezliğin de neye taalluk ettiğini edebiyattan ve edebiyatla öğrenir.

Milletlik Türklere nasıl nasip oldu? Türkler bir millet olma vasfına Allah’a askerlik etme haricinde neyle kavuştu? Türk milleti var; çünkü Allah’ın askerleri var. Dünyada orduya peygamber ocağı diyen bir başka millet veya kavim gösterin. Cihadı yok sayın başka hiçbir şeyin Türkleri bir araya getirmeyeceğini cihan bilir. Zaten cihana da bunun böyle olduğunu biz öğrettik. Türklerin dili de, edebiyatı da onların askerî güçlerini nereden aldıklarını gösteren şeylerdir. Bu aziz millet İstanbul’u fethettikten sonra her yükseltiye bir cami dikti. Fethin üzerinden çok geçmedi ki İstanbul’a ister denizden, isterse karadan yanaşanın gözüne ilk kubbe ve minare çarpar oldu. Minareli kubbenin silueti dünyanın her yerinde İstanbul’u akla getirdi. Bu minval üzere olan biten neler ise hepsinin Yunus Emre ile alâkasının dolaysızlığı bugün Türk devletinin hatırda tutulmasıyla İstiklâl Marşı’nın şiir, Mehmet Akif’in şair sayılma dolaysızlığı aynı çizgidedir.

Gelin görün ki, bunlara ehemmiyet atfeden bir topluma, bir halka, bir millete mensup değiliz. Şiirin yükselttiği millet gün geldi kapitalizmin ağına düştü. Sonunda kapitalizm İstanbul’un siluetini de yok etti. İstanbul’un başına gelen her şey (fuhuşlu, kumarlı, alkollü, uyuşturuculu, köprülü, kanallı, Marmaraylı, hava limanlı, gökdelenli finans) İstanbul’un hiçbir şartla Türklere bırakılmaması fikrinin ve planının tatbikatından ibarettir. 

Dolmuşu kapitalizmin sonu denebilecek 1929 buhranı yüzünden biz Türkler icat ettik. Çar naçar dolmuşa bol bol biniyoruz; ama biz çok önceden Hristiyan 1826 yılında yeniçeriliğin kaldırılışıyla birlikte kapitalizmin dolduruşuna gelmiştik. Banknotların üzerinde Türkiye Cumhuriyet yazıyor. “i” sesi çıkarmağa birilerinin nefesi yetmemiş. Bir yetersizliktir gidiyor. TL amblemindeki istavroza itiraz etmeyen o balık toplumu, o mızmız halk, o haramzadelikte teselli arayan millet adem ile maluldür. Âkif Paşa’nın kulakları çınlasın. Bu arada ben de kendi kulaklarımı çınlatacağım. Zira benim de ister istemez mensup olduğum bu yığın, bu insan kalabalığı edebiyatla ne olan bağına, ne de olması gereken bağına ihtimam gösteriyor. Oysa böylesi bir bağ hem dikkat, hem de rikkat gerektiriyor. Benim edebiyat tarihini tersinden yazmağa kalkışmamın gerekçesi burada. Evet, girişimim bir kalkışmadır. Kimin umurunda? Şuuruna vardığım şey gerek manzum ve gerekse mensur olarak yazdıklarımın hiç okunmamış ve halen hiç okunmamakta olduğudur.

Sanırım, umarım bu hükmü beyan edişimin nedenini merak ediyorsunuz. Kitaplarıma para veren müşteriler var; ama gönlünü kitaplarıma veren okuyucular yok. Okunmamaktan şikâyetle ah ü vah mı ediyorum? Yoksa “fishing for compliment” politikası mı gütmekteyim? Hayır, her iki suale de yine kendim, yine kendi kendime hayır cevabı vermek zorundayım. Okunmamak başından beri şikâyetime konu olmadı. Daha doğrusu okunmamak aldığım edebiyat ve şiir terbiyesi uyarınca yadırgı verici değildi. Ne gençliğimde, ne orta yaşlılığımda, ne de ihtiyarlığımda yazıya geçirdiklerime ilgi duyanlara dalkavukluk etmeme gerek vardı. Daha ilginci yazdıklarımı okuyormuş gibi yapanlardan duyduğum rahatsızlık şöhretimin bir parçasıdır. En başından yazma imkânı ele geçirişimi okunmayışıma borçluyum.      

Bu eğlenceli bahse avdet etmeden milletin kendini var ettiği toprakla millî marş arasındaki modern irtibata nazar atfetmeliyiz. Bilinsin ki, yerküre üzerinde şu üç milletten başka Fransızlardan, Almanlardan, Türklerden başka vatanını millî marşına sığdıran millet yoktur. Türkler tarihte iki kez vatan ehli olma kabiliyeti gösterdi. Buna rağmen vatan ehli kendi toprağında üvey evlat muamelesi gördü. Çağlar boyu herhangi bir Türk’ün, Türklerden herhangi birinin yaptım oldu dayatmasından başka ne gördüğü mevzu bahis olmaz. Biz Türklerin mevsuk bir siyaset hayatı, bir mevsuk edebiyat hayatı var mı? Varsa ben size bunların, bu ikisinin birbiriyle İstiklal Marşının bulunduğu yerde kesiştiği haberini vereyim. Türk milletinin ümidi hâlâ o kesişme noktasında yatmaktadır. İstiklâl Marşı nerede bulunuyor? Onu arayan nerede bulur? Eğer İstiklâl Marşının bulunduğu yer ona ihtiyaç duyulan yer ise ihtiyaç sahibi onu nerede bulacağını biliyordur.  

Sakarya Meydan Muharebesi Türk zaferiyle sonuçlanır sonuçlanmaz İstiklâl Marşı rafa kaldırıldı. Ona ihtiyaç duymuş olanlar dahi ihtiyacın giderildiği hissine kapıldı. Dolayısıyla İstiklâl Marşı bir yandan “marginalisé” edilirken diğer yandan İstiklâl Marşını karşısına alanlara karşı bir şey yapmak kimsenin aklına gelmedi. Hâlâ gelmiyor. Nedir bu İstiklâl Marşı? İstiklâl Marşına manzume diyecek olur iseniz Mehmet Akif’e de manzumeci, yani bir tür, belki de yeni bir tür zanaatkâr demiş olursunuz.  Yok, eğer İstiklâl Marşı şiirse onu mutlaka bir sanatkâr, üstelik büyük bir şair, (Batılı bir ölçüye göre) altın bir şair yazmıştır. Şiirin sanatların en yücesi oluşu şairi bıçak sırtı bir mevkie getiriyor. Bir şaire zangoç diyenin kendisi ne?

Bana cumhuriyetin ilânı akabinde hükmünü yürüten inkılâpların gölgesinde geçirdiğim çocukluğum sırasında sanat ile zanaat arasındaki farkı öğrettiler. Kimler öğretti bu farkı bana? Elbette mektepte öğrendim. Memleketimizin alaylı zümresi çoktan tebahhur ettiği için ne öğrendiysem karganın fındık getirdiği, sıçanın onu yiyip bitirdiği tahsil hayatımda öğrendim. Öğrenmeğe halen doyamadığım şimdiki yaşımda otuzlarımın üçüncüsünü sürmekteyim. Otuzlarımın ilkinde Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni iki kez, ikinci otuzumun ilk senesinde üçüncü kez bıraktım. 

İktisat imtihanından boş kâğıt verip çıktım, bu bir. Akabinde durumu Dekana arz eden Tavaslı arkadaşım diğer derslerin imtihanına girsin, onu hallederiz cevabını aldı. Böylesi bir uzlaşma teklifini reddettim, bu iki. Meraka değer tahsilime Hacettepe Üniversitesi’nde devam etmekte iken Rahşan Affı çıktı. Böylece SBF’ye dönme hakkım doğdu. Bıraktığım yerden başlama imkânına sahiptim. Yine yeni bir kast-ı mahsusla dönmedim, bu üç. Niçin zikrettim bütün bunları? Çünkü şiir yazmış oluşum hayatıma kendi elimle bir değer eklememi ifade etmiyor. Hayatımın değerini Dünya Sistemi’nin vizesine talip olmayışımla edindim. Daha açıkçası şeref diye vize damgası yeme alçaklığını hakir görme tavrımı bildim. Buradan sanat ile zanaat arasındaki farka eklenebiliriz.

İsmet Özel, 21 Aralık 2018


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.