MUKADDEME 10

Madem tersinden de olsa edebiyat tarihine birlikte dalma cehdimiz var; bu çabayı bir canipte okuyanlar ve diğer canipte yazan olarak birbirimizle konuşacaklarımızı akıldan geçirmeksizin gerçekleştiremeyiz. İnsan hayatının merkezini konuşmak kaplar. Bir an edebiyata merakımız olmadığını düşünelim; bu âli sahayı arşınlama heva vü hevesi, bu sahada gezinme merakı bizi meşgul etmese bile konuşmaksızın duramaz, çoğu sese, gerekirse o seslerin bilhassa birine kulak vermeden edemeyiz. Konuşmanın kaçınılmazlığı hayatımızdaki anlamdır. Hayattan bir şey anlıyorsak o da konuşmaktır. Anlamak konuşulan şeyin ne olduğunu anlamak değildir. Anlamağı konuşmanın kendisi sağlar. Anlamı bulduğumuz yer konuşmanın kendisine ulaştığımızda vardığımız yerdir.  

Bu sebeple seslerin güdümünde yaşama hadisesi hepimize tabiî gelir. Bu olağanlık hissi beraberinde umursamazlık getirir. Büyük bir dalgınlıkla; yaşanmağa değer bir hayatımız olup olmadığını düşünmeden yaşarız. Hayat bulduğumuz ortamdaki büyük noksanımız böyle bir şeydir. Dikkatten mahrum yaşarız. Bizden çıkan, bize ulaşan her bir sözün âlemde neye tekabül ettiğine dikkat etmeyiz. Dilenci tekraren “Allah rızası için” demektedir. Topluluk içinde teşekkür ederim demektense “Allah senden razı olsun” diyenlerin sayısı az değil. Kimin kulağı ağzından çıkanı işitiyor? Hele olur olmaz ve fütursuzca “Allah aşkına” deyiverenlerin kabuk bağlamış zihin evrenini çekmek zorunda kalanlara aşk olsun. Dikkati pek mi büyütmüş oldum? Dikkatsiz de olsa pekâlâ yaşanıyor diyecekseniz ben de size doğruya yaklaştığınızı; ama o sözünü ettiğiniz şeyin ancak bir yaşama türü olduğunu ve lâkin âlâ olmadığını, hele hiç pekâlâ olmadığını söylerim.

Allah rızasını gözetmek dünyaya gelmeden önceki ve dünyadan göçtükten sonraki âlemin kıymetine matuftur. Konuşmamız sırasında bunu kadir bilmek, kıymet bilmek şeklinde ifade ederiz. Söz konusu olan Allah rızası olmayıp da kulların birbirinden rızası veya kullardan birinin diğerlerinden rızası veyahut çoğu kulun bir tek, birkaç kuldan rızası olunca ister istemez “iktidar” sahasına giriyoruz. İktidar sahası hassaten ad koyma sahasıdır. Lâ ilâhe illallah diyen iktidarın dünyevî ve uhrevî olarak ikiye bölünmesine itirazını dile getirmiş olur. Kim (hangi isim) kral olacak? Kim neyin kralı olacak? Buraların kralının adı ne? Krala ne ad verelim? Koymağa kimin gücü yeterse bir adı koymak o adın işaret ettiği bir vasfa veya bir hususiyete atıfta bulunmağa yarar. Bugün Yahudi aleyhtarlığına maskelik eden Filistin adı Yeruşalim’e (veya Darüsselam’a) Palestina telaffuzuyla Romalılar tarafından verildi. İktidarın tezahürünü ad koyma iktidarıyla müşahede ediyoruz. Nitekim Romalılar ad koymanın gereğini yerine getirerek adını koydukları topraklarda o topraklara kendilerine göre isim vermiş olanların yaşamasını yasakladı. 

Yasaklılar başlarına gelen şeye bir isim vermekle kalmadı, adlandırmalarının yeni bir iktidar bölgesi teşkil ettiği icadında bulundu. Yani diaspora adı verdikleri şeyin insanlık hallerinden birinin adı olduğu fikrini sair kavimlere kabul ettirebilecek bir kültürel iktidar alanını işgale muvaffak oldu. Böylece biz sair insanlar mazlumların muvaffakiyeti kavramıyla tanıştık ve ona iyi gözle bakar olduk. Giderek her muvaffak olanın bilmediğimiz müktesep haklar dağarının bulunabileceğine inandık. Bu inançla Yavuz Sultan Selim Filistin’den geçerken Romalıların koyduğu yasağı kaldırdı. Doğru mu yaptı? Daha önce (takriben on dört asır önce) yapılan, yapılanlar doğru muydu peki? Bu sualler bizi iyiliğin, doğruluğun, faydanın insan varlığımızı Allah’ın rızasına mı, kulların rızasına mı açmamızda bulunabileceği meselesine götürür. 

Kulların rızasını gözetmek mektep çocuklarının “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” cümlesini haykırmalarında sakınca bulan fikri besliyor. Besili –Obez mi deseydik?- fikrin vardığı yer neresi? Şurası: Fiilen “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” demekten imtina etmek, bilkuvve “Varlığım ABD varlığına armağan olsun” demiş olmanın üstünü örtüyor. Bu oyun üstümüzü kat be kat örten adlandırma oyunudur. Dünyevî iktidarın koyduğu kanunlar üstümüze en kalın örtüyü çekiyor. Her kimin tarifine kanun metinlerinde rastlanılıyorsa o kimse şahsına münhasır nesi varsa kaybediyor. Umumiyetle sanata, hususen edebiyata kaçılıyorsa bu silinme tehlikesinden salim kalmak için kaçılıyor. En süratli kaçış yolunu ise şiir açıyor.                   

Bütün insan münasebetleri isim yakıştırma sanatının icraat sahasında cereyan eder. Herkes isim yakıştırma sanatının üstesinden gelebilir mi? Bu suali cevaplandırma denemeleri insan münasebetlerini her gün biraz daha karmaşıklaştırır. Doğru adlandırma bir fasit daire teşkil etmeksizin, yani bir açılım sağlamak üzere yapılır. Biz insanlar hem önceden verilmiş isimleri kovalarız ve hem de gerek verildiği sırada olsun, gerekse henüz verilmemiş olsun bütün isimler biz insanları kovalar. Yani konuşan insan ve konuşmadan bir şey anlayan insanlık her hangi bir ölçüye medar olmaksızın merkezdedir. Bu yaklaşım gereğince bir eylem, bir aksiyon olarak Türk toprağı haline gelmek Adana’yı bir başkaları sebebiyle değil, olsa olsa Adanalılar sebebiyle ilgilendirebilir. Yani kim olursak olalım Adana’yı Türk toprağı saymamız, Adana’ya Türk toprağı adı vermemiz ancak Adanalıyım diyen herkesin kendini, kendi varlığını Türk toprağı seviyesine çıkarmağı kabul etmesi halinde mümkündür. Bu istidlâl Türk toprağının her parçası için; Diyarbakır, Trabzon, Kayseri, Ardahan, Tekirdağ için de geçerlidir. 

Geçerlidir; ama yürürlükte midir? Geçerli olması bir şey, yürürlükte olması başka bir şey. İnsan münasebetlerinin şekil âlemine tanıdığı, şekil âleminin ehil unsurlarına tanıdığı ruhsat göz önüne alınan, el altında tutulan her ne ise onu yürürlüğe koyar ve/veya geçerli kılar. Birçok kesif şey insan hal ve hareketlerinin idamesi bakımından yürürlükte olduğu halde insan ilişkilerine yön verme itibariyle geçersiz kalabilir. Kimi lâtif şey her bakımdan geçerli olduğu halde hiçbir surette yürürlüğe girmeyebilir. Türk şairi olmak çağlar boyu ve bilhassa Yunus Emre’den bu yana yürürlüktedir. Bu sebeple Türk milletinin çobanından padişahına kadar şair olduğunu söylüyoruz. Oysa her çağda Türk hayatı canlılığını muhafaza edebildiyse ancak şair Türkleri geçerli saydığında muhafaza edebilmiştir. İstiklâl Marşı’nı şiir, binaenaleyh onu kaleme alanı şair sayıp saymamak bu bahiste öğretici olacaktır.

İsmet Özel, 14 Aralık 2018


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.