İSMET ÖZEL KİTAPLARI
Bir karşılaştırma yapma zaruretiyle karşı karşıyayız. Bugün artık bir inşaya yönelik bir metin ile bir direnişin kaçınılmazlığını vurgulayan metni karşılaştırmamız zaruridir. Bugün diyorum. Ne gün? Dolar zengini olmanın modasının geçtiği gün. Karşılaştırmağa konu olan metinlerin ilki yüzyıllar boyunca Türk toplumuyla teması kesilmemiş Mevlid; ikincisi de Türk toplumuyla temas kurarsa bütün sahtekârların çanına ot tıkayacak İstiklâl Marşı’dır. Mevlid’i kaleme Küçük Asya’daki Türk varlığının teşekkül devrinde Süleyman Çelebi almış. Türk ordusunun talebi üzerine düzenlenen yarışmanın birinciliğine altında Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı lâyık görülmüş. Ne yaptı da Süleyman Çelebi’nin fetret devrinde yazdığı Mevlid Türk milletine dokunabildi? Bu suali altında Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı ile alâkalandırmak ne kadar isabetli olabilir? Eğer Akif’e Türklükten başka bir sıfat yakıştırarak İstiklal Marşı’nı söze konu edersek bir rahatsızlık hissederiz. Baytar mektebinden mezun bir Arnavut’un Türk istiklâline marş hediye etmesi bazı kulakları tırmalayabilir. O Arnavut ki, ısrarlı çabalarıyla mektep yıllarında birincilik sırasını her nedense kapmış gayri-Müslimlerin tahtını ellerinden almıştır. Buna hayret etme safdilliğinde bulunmayın. İnsan neyi mesele olarak önüne almışsa onun halli tereyağından kıl çeker gibi olmayacaktır. Beethoven “Benim gözlerimle işittiğimi siz kulaklarınızla göreceksiniz” demişti. İnsan kimliği gözle işitip kulakla görmedikçe olgunluğa ermez. Dünya tarihi gözü görme, kulağı işitme olayına rapt etme tutkunlarıyla bu tutkunluğu küçümseyerek alaya alanlar arasında cereyan eden vakıalarla tıka basa doludur. Göndermede bulunduğumuz vakıalar bazen katlanılması imkânsızmış gibi görünen âfetler, bazen alelâde bayramlar gibi tezahür eder.
Dikine giderek varlık keyfiyeti kazanan bir şey varsa o da Türk varlığıdır. Bu yüzden nasibinde toplum sorumluluğu bulunmayanlar Türk toplumunun klasiklerini bilmez ve giderek onları yok sanır. Vardır diyecek olsa bu klasiklerin kadınların ve erkeklerin toplumda beklenen yerleriyle uyumlu olmadığı kanaati hepsini zor durumda bırakacaktır. Kılıcın kuşanılmadığı bugünde kılıç ehli erkekler, selâmetin hiçbir şekilde hissedilmediği Türk vatanının sâlim kalmasından sorumlu kadınlar kimlik bunalımının zorluklarıyla boğuşuyor. Yunus Emre edebiyat sahasıyla yetinmeyip Türk varlığının numunesi sayılacak bir başarının âbidesi mevkiini işgal etti. Bizim karşılaştırmanın bir yakasına yerleştirdiğimiz Süleyman Çelebi siyasi dolapları tesirsiz bırakacak bir toplum olayını su yüzüne çıkardı. Mevlid bir muştuydu. Mevlid’i hem dokunulur, hem de dokunucu kılan muştu veren vasfıdır.
Hangi muştuyu veriyordu Mevlid? Resul-ü Ekrem’in doğumunu mu muştuluyordu? Buna ne katiyetle evet, ne de katiyetle hayır dememiz mümkün olabilirdi. Süleyman Çelebi’nin Mevlidinden alınan muştu Türklüğün muştusuydu. Yani biz Türkler Mevlid ile anamızdan bir kez daha doğuyorduk. Allah’ın milletleri dil üzerinden yarattığı gerçeğini akıldan çıkarmayalım. Türk toplumunu okur-yazarların belki de tamamının hâfız olduğu bir toplum olarak düşünün. Toplumun tamamı okur-yazarlıkla donatılmış da değildi. Yani Kur’an dili ile günlük işlerin çevrilmesinde işe yarayan dil aynı değildi. Bunların ikisine de haksızlık etme taraftarı bir tek Türk bulmak da mümkün değildi. Türklerin okur-yazarları bir toprağı vatan kılmanın gereğini yerine getirdi. Temas edilen toplumların baskın kelimeleri Türkçe olarak bilinmeğe başlandı. Türkçe denildiğinde Kur’an âyetlerinden ve Hâdis-i Şeriflerden terekküp etmiş bir itikat dilini anlarız. Âyetler ve Hadisler Türkçenin nereden kalkıp nereye vardığını anlamamızda bize kılavuzluk edecektir. Ana, ata, dede, nene, kedi, öküz gibi kelimeler dilimize Gotça’dan girmiş. Irgat kelimesinin Grekçe ergatesden, fırtına kelimesinin Latince kader, kısmet anlamında fortunadan geldiğine kimse dikkat etmez. Yani Türkçe hiçbir dönemde yabancı diller boyunduruğuna girmiş değildir. Bilakis Türkçenin tezahürü Türk olmayan; ama her nasılsa toplu yaşayışın mütecanis konumları kabullenmiş kavimlerin dillerinin imecesi neticesidir.
Gerçek karşılaştırma andığımız iki metin arasında değil, her iki metni de ortaya çıkmağa zorlayan şartlar arasında olmalıdır. Türk toplumu hiçbir çağda Müslümanlığından şikâyetçi olmamıştır. Olsaydı Türklerin bir Duraklama Devrinden söz açamazdık. Mekteplerde bize Osmanlı devletinin bir yükseliş, bir duraklama ve son olarak bir çöküş devri olduğunu öğrettiler. Biz de bu sıralamayı bütün büyük güçlerin yaşadığı bir ömür süreciymiş gibi algıladık. Böyle algılamak hoşumuza gidiyordu. Çünkü işin içinde “büyük güç” sayılmanın kabartısı vardı. Oysa gerçek Osmanlı’ya atfedilen serencamın genelleştirilemeyeceğinde idi. Tarih bize Osmanlı devletinden başka bir imparatorlukta bu derecede uzun süren bir duraklama devri olduğunu göstermiyordu.
Duraklama Devrimiz modern çağda bile hayranlık uyandırabilecek askeri başarılarla doludur. Askeri başarılarımız devletin ömrünü uzatmağa kâfi gelmedi. Duraklama Devrini her gün biraz daha uzatan Türklerin dinlerine bağlılığı olmuştur. Bu bir İslâm ırkının muafiyetinin tezahürü idi. Devlet, Saray, yüksek makamlar Batı’dan bir ihsan bekleyerek Türk milletinin karşılık beklemeksizin yaptığı fedakârlıkları önce istismara, sonra suiistimale uğrattı. Winston Churchill’in “Biz Çanakkale’de Türklerle değil Allah’la savaştık” dediği doğruysa serhaddini iman dolu göğsüyle çizen Türk askerinden söz açmamız son derecede gerçekçidir.
İlkelerimizle isabet kaydedememişsek yaptığımız işlerin isabetli sonuçlara ulaşması imkânsızdır. İsabetli ilkeyi Che Guevara’nin “Gerçekçi ol imkânsızı iste” tavsiyesinde bulabiliriz. Niçin öyleyse ilkedeki isabet isabetli sonuçla buluşamadı? Dikkat edin: İsabetli ilke isabetli sonuç doğurur demedim. Dediğim “ilkeniz isabetli değilse sonuçtan bir isabet bekleyemeyeceğiniz” idi. Avrupa’dan Yeni Dünyalara göç edenler beraberlerinde kapitalizmi götürdü. XV. Hıristiyan asrından itibaren Avrupa’nın elinde Avrupalı olmayanı yok etmekten daha etkili silâh yoktu. Eğer Yeniçerilik ortadan kaldırılmamış olsaydı başımıza gelenlerin bildiğimiz istikamet dışında akacağını tahmin etmek için dahi olmağa gerek yok. Modern orduları örnek alarak güçleneceğini zann edenler başlarına neyin geldiğine hayret etmeden yola devam ettiler. Cumhuriyet idarecilerinin şiarı “durmayalım, düşeriz” idi. Oysa başından beri Türkler dikine giderek isabetli ilkeye uğramışlardı. Feodalleşmenin arifesindeki Bizans tarihin çöplüğüne gönderildi. Ortaya kapitalist olmayan, kendine mahsus ölçülerle işleyen, toprakta özel mülkiyeti, sosyal düzendeki asayişi İslâm’a bağlılıkta arayan bir toplum düzeni çıktı. Bu düzenin ortaya çıkmasında evde, camide okunan Mevlid ’in payı birinci derecedendi. Türkler muştulamağı ve muştulanmağı seviyorlardı.
Türklerin başlarına gelen felâketlerle övünmeğe hevesleri yoktu. İstiklâl Marşı’nın Türk milletine çok hareketli siyaset oyununa rağmen bir türlü dokunamayışında milletin başına gelenlerle bir alış-veriş söz konusuydu. Millet olarak ne medeniyetin tek dişi kalmış canavar manzarası arz ettiğinde, ne de ezanların şahadetlerinin dinimizin temeli olduğu fikrinde birleşiyoruz. Birleşmiş olsaydık Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İslâm Cumhuriyeti olduğunu ilk fırsatta dünyaya ilân edebilirdik. Böyle algılanmamızdan memnunuz çünkü bunun bir getirisi olacağı fikrine yabancı durmuyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dünya kamuoyunda (ve hele de halkı Müslüman beldelerde) müspet bir izlenimi var mı? Yoktur ve bu intibaın verilemeyişinden zarar gördüğümüz korkusunu taşıyanlar devletin karar mevkilerini işgalden haz duyuyor. Nereye kadar gidilecek? Al sancağın yüksek itibarı ancak onun bir İslâm Cumhuriyeti yaftasına liyakat kesp etmesine bağlıdır. Tanımlanmasına kimsenin güç yetiremediği laiklik 1923’te ilân edilen Cumhuriyet’in Anayasa’sına 1937 yılında girebildi. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. 1928’de İnönü’nün Meclis başkanlığına 120 arkadaşıyla birlikte verdiği önergeyle Anayasa’dan yeni düzenin İslâm Cumhuriyeti olacağını ima eden lâfız kaldırılmış ve yılın sonuna doğru Türk yazısı yasaklanmıştı.
Saltanatı ve Hilâfeti Büyük Millet Meclisi uhdesine devretmiş bir Cumhuriyetin övünülecek, güvenilecek nesi vardı? Modernlik tarihi göstermişti ki, çapı dünya siyasetine yön vermeğe yetmeyecek kadar dar kalmış devletler bazı toplum alanlarının yenileştirilmesinde başı çekme cesaretinde bulunabiliyordu. Muhtaç Türkiye Cumhuriyeti böyle bir tecrübe alanı olabilir miydi? Hayır, olamazdı. Silâh zoruyla Kamu İktisadi Teşebbüslerinde işçi olarak çalıştırılan, aynı silâhların gölgesi altında maden ve kömür ocaklarına inen Türkler kendilerine bile yaramayan işlerden dolayı kime, neyin örnekliğini yapacaklardı? Türklerin kendilerine mahsus bir demokrasi tecrübesi geçirme ihtimali bile Dünya Sistemi lortlarını korkutmağa yetti. Yani Milâdî 29 Ekim 1923 gününde ilân edilen Cumhuriyet miadını 27 Mayıs 1960’da doldurdu.
Nasıl Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i bir muştulama metni idiyse Mehmed Akif’in İstiklâl Marşı da bir direniş çağrısıydı. Millet olarak henüz bu çağrıya kulak vermiş değiliz. Verenleri kınamağı ve mümkünse onları cezalandırmağı kendi üstünde bir vazife gibi gören insanlarla iç içe yaşıyoruz. Bu bir bölünme mi? Millî varlığımız İstiklâl Marşı’nı yücelten ve aşağılayan zümreler, kişiler, öbekler, cemaatler, makamlar arasında bir çatlamağa mı sebep olacak? Hiç öyle görünmüyor. Millî eğitim gibi gösterilen tahsil düzeni verdiği sonuçlar itibariyle toplumda bir tedirginlik ve korku uyandırmıyor. Kimleriz biz Türkler? Türk diye Küçük Asya’yı Türkleştirmiş insanları mı kast ediyoruz? Doğrusu bu olmalıydı. Türkçe yabancı diller boyunduruğu altına girmekten doğmuş bir dil midir? Yoksa gündelik ihtiyaçları karşılamaya yarayan beyanları Aruz vezni ile kaynaştırmağı bir iletişim aracı haline getirenler mi Türkçeyi Türk vatanında kurdu ve geliştirdi?
Türkiye’de laikler ve Aleviler bir yanda, anti-laikler ve Sünnîler karşı yanda mevzilendiler mi? Hayır, hiç öyle olmadı. Laiklik Cumhuriyet’in kurucu ilkeleri arasında yer almış değildir. Laiklik inkılaplara isyan ile cevap vermekten uzak insanların suskunluğundan cesaret bulan nev-zuhur bir vakıadır. Neden Kürtler ve Türkler birbirlerine cephe almadı? Lozan’da Kürtlere azınlık statüsü bahşetmek isteyenlere yeni düzenin bir İslâm devleti olacağı görüşüyle karşı çıkıldı. Bütün bunlardan anlayacağımız din olgusunun devleti kurtarmağa yarayan bir aygıt sayılmasıdır. Türkler dikine giderek Batı karşısında edindikleri imtiyazları Batı Medeniyetinin suyundan giderek kaybettiler. Devlet işleri İslâm şeriatına sıkı sıkıya bağlılıktan uzak durarak halledildi. Bunun en kolay anlaşılabilir kısmı devlet gözünde Bektaşi dedelerinin yerini Mevlevi dedelerin almasıdır. Müslümanlığın üstünde bir hedefi varmış numarasını topluma yutturanlar hem mevki, hem makam ve hem de servet sahibi olmanın rahatlığına erdi.
İsmet Özel, 13 Zilhicce 1442 (23 Temmuz 2021)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün


