TUZ KOKARSA ÇARESİ NE?
İSMET ÖZEL
.

Benim gençliğimin denk geldiği 60’lı yıllarda sosyalist bakış açısına sahip kimseler Türkiye’nin meselelerinin hal yoluna konması bahsi açılınca eleştirilerini “Et kokarsa tuzlanır; tuz kokarsa çaresi ne?” suali çerçevesinde yürütürlerdi. Yani onlara göre muvakkat çözümlerle bir yere varılamazdı. Köklü tedbirler alınmadıkça Türkiye’de zorlukları aşmanın bir yolu yoktu. “Sosyalist bakış açısına sahip kimseler” dedim; çünkü bu kimselere göre sıkıntı Gayri Safi Millî Hasılanın adil dağıtılmayışından doğuyordu; dolayısıyla Türkiye’nin Batılılaşmasında bir yanlışlık yoktu. Yanlışlık aranıyorsa “tepeden inmecilikte” aranmalıydı. Yanlışlık Türk halkının başına önce fes, daha sonra fötr şapka takmasında değildi. Bunu yapmağa halkın zorlanması, icbar edilmesiydi. Ne olacaktı peki? Halk fes giymek, şapka takmak, Latin alfabesi kullanmak için yöneticileri sıkıştıracak, nümayiş mi yapacaktı?

Etin kokmasını istemiyorsak onu tuzlamamız doğrudur. Ne var ki, tuzun kokması gibi bir kavrama Türkçe konuşan her insan yabancıdır. Eğer bir kişi tuzun koktuğunu dile getiriyorsa elde hiçbir geçici tedbirin kalmadığını ifade etmek istiyordur. Düşünelim: Türkiye’nin tuzunun koktuğu ifade edildikten sonra yarım yüzyıldan fazla zaman geçti. Geçen bu son elli yılda Türkiye hiçbir köklü tedbirle karşı karşıya gelmedi. Yüzeyde kalan tedbirlerle vakit geçiriyoruz. “Yüzeyde kalan tedbir” ibaresi de yerine oturmuyor. İşin içinde her gün biraz daha derine uzanan bir yanlışlık var. Yanlışlık Türk hâkimiyeti altındaymış gibi görünen topraklarda Dünya Sistemi’ne intibakın hızlanmasıdır. Büyük şehirler gökdelenlerden geçilmiyor. Trenlerin değil, otomobillerin geçmesi için tüneller açılıyor. Uyuşturucu ticareti ve ustalıklı veya ustalıksız her türlü dolandırıcılık almış başını gidiyor. İş kazaları ve tabiî afetlerin önünün alınamayışı da acınacak durumun vahametini artırıyor. Bütün bunlar niçin? Bütün bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yabancı tehdit karşısında çaresiz kalması ve teklif edilen her türlü çözümü kabullenmesi için.

Sporun herhangi bir dalında şampiyon olmak değil, savaşa hazır olmak bir milletin istiklâlinin vazgeçilmez şartıdır. Eğer I. Cihan Harbi sonrasında ordu direnmemiş olsaydı, biz bugün bir müstemleke halkı olacaktık. Aranızda “Keşke olsaydık; o zaman aramızda bir yabancı dili bütün incelikleriyle bilen bir zümre olurdu” diyenleriniz olabilir. Nitekim vardır. Bozukluk yeni değil. Ben böyle düşündüğünü ifade eden ve lisansüstü çalışmasına emek veren insanlarla karşılaştım. Diploma sahibi nice insan I. Cihan Harbi sonrasında Türk topraklarının parça bölük imtiyaz alanlarına bölünmesini rahatsızlıkla karşılıyor ve Türk vatanının gelişmiş ülkelerden, harbin galibi düvel-i muazzama arasından birinin müstemlekesi konumuna geçmesi fikrini taşıyordu. Bu cümlenin hakikati ifade ettiğini Batılılaşmış “aydın” kimselerin İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurmuş olmaları ispat eder. Bize, Cumhuriyetin ilânından sonra dünyaya gelmiş olanlara bunun bir utanç vesilesi olduğu öğretilmedi. Yakın tarihimizin utanç vesilesi olarak “mütareke basını”nı bilirdik. Bugün gazetelerde mütareke basınını kınayanları kınayan yazılar yayınlanabiliyor. Akademik çevrelerde 1838 İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşmasını yok sayıp Tanzimat Fermanı’nı “Magna Carta” gibi görenler de var. Türkiye’de tuz kokmadıysa bunlar niçin var?         

Türk hâkimiyetinin geçerli olduğu topraklarda Osmanlı gücünü hissedilmez kılan akımın milliyetçilik olduğu iddia edilir. Bu iddia nereye kadar savunulabilir? Gelin meseleye biraz daha yakından bakalım: Modern milliyetçilik fikri millî pazar fikrinin tabiî uzantısıdır. Yani bir etnik zümrenin kendi üzerindeki yabancı baskıyı reddetmesiyle milliyetçilik başlar. Giderek üstünlüğünü kabul ettirmek isteyen bir tür milliyetçiliğin diğer milliyetçilikleri körüklediğini ifade edebiliriz. Yetkenin hükmünü yürütmesinde millî pazar gerçeğinin rolünü hatırdan çıkarmayalım. Bu yüzden milliyetçilik bahsinde söylediklerim Osmanlı İmparatorluğu gerçeğiyle örtüşmez. Müstemlekecilik sebebiyle “yükselen” Batı, bir dönem Osmanlı topraklarında hangi işleri çevireceği konusunu “Şark Meselesi” ibaresi altında dondurdu. Hadiseler siyasi iniş ve çıkışlar paralelinde seyretti. Önce Türklerin yenilebilir olduğunu göstermekle tatmin olan Batı sonradan Türklerin Avrupa’dan kovulması fikriyle teskin olabildi. Türk hâkimiyetinden ilk toprak koparan bazı Grekler hevesle yeni yurtlarına göç ettiler. Fakat bu macera çok uzun sürmedi. Yunanistan’da bekledikleri kazancı bulamayanlar eski kârlarına kavuşabilmek uğruna Türklerin hâkimiyeti altındaki topraklara geri döndü.

Milliyetçiliği kapitalizmin ömrünü uzatma politikasıyla açıklamak sadece Avrupa’daki milletler bakımından doğrudur. Türk milleti diyar-ı Rûm’un Dar-ül İslâm’a dönüşmesi suretiyle doğmuştur. Türkler için millî olan her şey aynı zamanda dinîdir. Bu sebeple Cumhuriyet idaresi hem Ramazan bayramını, hem de Kurban bayramını resmi tatil kabul etmek zorunda kalmıştır. “Madem devrimciyiz diyoruz, o halde Ramazan ve Kurban bayramlarında tatil yapmayalım” görüşü Türkçeyi bir edebiyat dili olarak tanınmaz hale getirme eyleminde öncülük etmiş bulunan Nurullah Ataç’a mahsustur. Gelin görün ki edebiyat Türk hâkimiyeti altındaki topraklarda başat duruma geçtiği için değil, siyasi erk uydurmacıların tekelinde bulunduğu için toplum öztürkçeciliğe direnmekten vazgeçmiştir.   1961 Anayasası’nda yer alan “uydurma” kelimelere direnmemiş bir toplumda yaşıyoruz.

Eskiden soyut, somut demez onların yerine mücerret, müşahhas kelimelerini kullanırdık. Bu kelimeleri kullananlar ne dediklerini fark edecek kadar Arapçaya vâkıf idiler. Türkçede soymak diye bir mastar var. Bu yüzden konmaktan konut yaptığımız gibi soymaktan soyut yapmamızda bir mahzur görülmedi. Türkçede kof veya kaplama olmayan anlamında bir som kelimesi var; ama sommak diye bir mastar yok. Olmayıversin, biz yine öztürkçecilik adına somut demekte ısrar ediyoruz diyecek olursanız cehaletin yolunu genişletmiş olursunuz. Biz her gün biraz daha dar kafalı, her gün biraz daha geniş mezhepli olmakla rahatını bozmayan kimseler topluluğuyuz. Sağlıklı mıyız?

İsmet Özel, 24 Safer 1446 (28 Ağustos 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.