ÖZÜN GEÇMİŞİ VAR MIDIR? (I)
İSMET ÖZEL
.

Eğer bir kimse hal tercümesini bizzat kendisi yazmışsa bu yazılana Avrupa dillerinde “otobiyografi” deniyor. Öz Türkçecilik cereyanı kelimeye “özgeçmiş” karşılığı getirmiş. Doğru mu yapmış? Hayır, insanın bir özü olduğu yanılgısına kapıldığı için yanlış yapmış. Bütün diğer yaratılmışların bir özü olduğu halde insanın niçin bir özü yok? Bu sualin cevabında bir hikâye yatıyor. (Masal demek bana daha mı çok yaraşırdı?) Bir insan hikâyesini kendi imal edebilir mi? Giderek uydurabilir mi? Evet. Bir insan kendi hikâyesini çevresinden ödünç alabilir mi? Evet. İkisini de birlikte yapabilir; yani hikâyesinin bir kısmını ödünç alıp diğer kısmını imal edebilir mi? Bu sualin de cevabı evet. Kısacası insan varlığı insan ömrü içinde üretilmiş, imal edilmiş bir şeydir. İnsan elinden çıkma oluşu insan varlığını her bakımdan değişime müsait duruma getirmiştir.

İnsan kendi elinden çıkmadır. Batı Medeniyetinin zihnimize uyguladığı ambargo sebebiyle “İnsan kendi elinden çıkmadır” cümlesinin insan kendini yaratır anlamına geldiğini zannedenler telâfi edilmez bir yanlışa düşmüşlerdir. İnsanın kendi elinden çıkışı din gününde işlediği hayrın ve şerrin hesabını her insan tekinin vereceği demeğe gelir. Allah istemediği takdirde insan da isteyemiyor. O halde insan yaptığından dolayı niçin mesuliyet altında? “Agâh olunuz” diyor Rasulü ekrem. Biz Müslümanlar agâh olmalıyız ki, Rabbimizin rahmetinin gazabını aştığını fark edebilelim. İnsanlığın şerefinden nasibini alanlar iki türlüdür: Birinci kısım kalü belâda verdiği söze sadık kalanlar, ikinci kısım hatasının kal-ü belâda inkârcı olmaktan geldiğini öğrenenler. Her iki kısım da bilenler zümresini oluşturur. Buna mukabil bilenlere zıt giden bilmeyen insan topluluğu yeryüzünde çoğunluğu teşkil eder. Dünya hayatında rahat nefes alınacak zamanlar hangileridir? Bunlar bilmeyenlerin bilenlere itaati kabul ettiği zamanlardır. Bugün bu zamanların çok uzağında bulunmaktan acı çekiyoruz. Dünya hâkimiyeti mukabilinde ruhunu şeytana satmış olanlar bütün geçim vasıtalarını denetimleri altında tutuyor. “Allah’a itaatte ölmek Allah’a ma’siyetteki hayattan hayırlıdır” diyenler insanlık içinde adeta buharlaştı.

İnsanın buluğ çağından itibaren emir ve nehiylere muhatap olması onun hesaba çekilir kimliğinin kendi elinden çıktığının delilidir. Buluğ çağı insan oluşa zemin temin eden çağdır. Demek ki “insan oluş” tabiriyle ifade ettiğimiz şey bir zeminden yükselir. Yani yükselmeden insan olamayız. Neresidir yükseldiğimiz, yani şeref bulduğumuz yer? İhtiyaç duyduğumuz şey seviyesinde kalmak bizi tatmin ediyorsa servetimiz veya işgal ettiğimiz makam ne olursa olsun henüz “şereflilik” derecesini ele geçirmemişizdir. Şereflilik derecesi insanoğlunun ihtiyaç kavramını değerden mahrum bırakmasıyla kazanılır. Toplumları ileri gitmiş-geri kalmış olarak tasnif etmek ihtiyacı kutsallaştırmanın bir sonucu olmuştur. Dünyanın süsü sizi aldatmasın. Kapitalizm hâlâ doğuş şartları içindedir. İleri oldukları vehmiyle hareket eden ülkeler tıpkı müstemlekeciliğin en azgın günlerinde yaşıyormuşçasına geri kaldığına hükmettikleri ülkelere ellerinden gelen bütün kötülüğü yapıyor. Kötülüğe uğrayanlar maruz kaldıkları hareketlere müstahak olduklarını ispattan geri durmuyor.

O halde Rabbim Allah, kitabım Kur’an diyen Müslümanlara iş düşüyor. Ne yapacağız? İşe umumu itibarıyla İslâm’ın ve bilhassa Kur’an-ı Kerîm’in insanlar nezdinde sansüre uğradığını fark etmekle başlayabiliriz. Müslüman çoğunluğu gütme derdine düşmüş olanlar kendileri için en verimli yolun İslâm’ı içten yıkmak olduğunu vakitlice gördüler. Osmanlı devleti duraklama devrini geride bıraktıktan sonra İslâm’a karşı İslâm her çağdan daha kolay kullanıldı. Bilhassa Kırım Savaşı münasebetiyle Müslümanlara kâfirlerin necis olduğu hükmü unutturuldu. Böylece necasetten taharet kavramına yabancı kalmak hiçbir Müslümanı tedirgin etmez oldu. Eğer milletin kurtuluşunu bir iğnenin deliğinden geçmede arıyorsak birer fert olarak halat olma hevesinden uzak durmamız gerekiyor. Batılılaşma belâsına uğradığımızdan beri halatlaşmış isek bu halimizle ne işe yarayacağımıza akıl yormaktan başka çaremiz yok. Aklımızı başımıza alalım: Kur’an ve Sünnet bir bütündür. Bu bütünlük her birimizi özle tanıştırır. Her ikisinin bütünlüğü Müslüman’a özlük sağlar. Diğer taraftan dünya hayatı her Müslümanın özlü olduğu fikrini yıpratıyor. Kur’an ve Sünnet bütünlüğü fikrine varmış kişi sahip olduğu özü bir geçmiş üzerinden doğrulamaz. Doğrulama sayıların hükümranlığı altında bir sürelik yürür ve fakat insanlık lehine doğrulama her devirde doğrudanlıkla gerçekleşir.

Doğrudanlığı sanatta ve sanatla buluyoruz. Avrupa’da sanat can taşıyan nesi varsa hepsini Müslümanların hayal gücünden, meselâ 1001 gece masallarından devşirdi. Sanat yeni bir yol açabilme gücü gösterebilir. Sayılar üzerinden denenen doğrulamanın sonunu I. Cihan Harbi getirdi. Türkler bu vakıayı bir fırsata çeviremedi. Çünkü ellerinde yüksek tabaka olarak III. Selim saltanatından itibaren acımasızca tatbik edilen batılaşmacı “münevver” tabakadan başkası yoktu. Türkler Cumhuriyet’in ilk yüz yılını yüksek tabakanın kendi içindeki didişmesiyle geçirdi. Türklere yeni bir yüzyıl hediye edecek bir “müttefik” iktidarın fark edilmediği bu zamanda elimizde dua etmekten başka bir imkân yok. Allah’tan geldiysek Allah’a gideceğiz. Dikkatinizden kaçmasın ki, Batı Medeniyetinden hiçbir hayır gelmeyeceği tezahürünün arkasından II. Cihan Harbi geldi. Bunu Alman Harbi diye adlandıran Türk milleti büyük sıkıntılar çekti. Yani gün be gün Allah’tan geldiğini inkâr ederek bir hâkimiyet türünü pekiştirenler nereye ulaşacaklarını bilmeden “ilerliyor”. 

Batı Medeniyeti varoluş şartlarına ters düşmeksizin ilerliyor. Batı Medeniyetini var eden keşfettiği toprak parçalarında tatbik ettiği müstemlekecilikti ve sermaye teraküm ve temerküz tavrından hâlâ taviz vermiyor. Dünya Sistemi’nin merkezini Atlantik Okyanusunun bir kıyısından diğerine taşıması bir alan kaymasına sebep oldu. Yeniçağın başlangıcında uç veren Türk düşmanlığı Batılı olmayan her şeye düşmanlık şekline dönüştü. Bu dönüşüm vakıası “The West and the rest” şiarına can vermiş gibi görünüyor; ama hiç öyle değil. Yani insanlığın kurtuluşunu Dünya Sistemi’nin son bulmasıyla sağlanacağı fikrine bel bağlayanlar post-modern olarak anılmanın paçayı modernlikten sıyırmağa yarayacağına inananların yanlışına düşmüşlerdir. Post-modernlik modernliğe meşruiyet vaat eden bir fikri yaklaşımdır. Dünya Sistemi’ne son verme eğilimi de modernleşmede hem hayır, hem de şer görenlerin şerden ayrılabilecekleri avuntusundan doğmuştur. Oysa kâfirlerin necis olduğunu umursamayanlar kendi üzerlerindeki kirlere bir veya birçok mazeret aramaktan ileri gidemezler.

İsmet Özel, 18 Safer 1444 (14 Eylül 2022)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.