BİZE AİT DÜŞÜNCELERİ Mİ YOKSA DUYGULARI MI ÖNE ÇIKARMAMIZ GEREKİYOR?
İSMET ÖZEL
.

Daha çocukluk çağımızda bize düşüncelerle (fikirlerle) duyguların (hislerin) zıtlığını öğretirler. Kimler yapar bunu? Dünya Sistemi adını verdiğimiz ve SSCB’nin tarihe gömülüşünden itibaren bütün yeryüzünü kapsayan mali hegemonyanın işleyişinden menfaat temin edenler. İsterler ki, insanlar gerektiğinde kendi ülkeleri aleyhine hükümlere ikna edilebilsin. Bu dolabın döndüğüne inandırılan kişi düşüncelerin duygulardan daha nesnel, objektif, müşahhas ve buna mukabil duyguların düşüncelerden daha öznel, sübjektif, mücerret olduğuna ikna edilmiş olur. Düşünce taraftarları bin dereden su getirerek kendi haklılıklarını ortaya çıkarır ve bu hadise karşısında duygu taraftarları kendilerini yetersiz “hisseder”. Bir ülkenin başka bir ülke tarafından yutulması söz konusu olduğunda bu mekanizma iyi işler.

Millet olarak Türkler ve ülke olarak Türkeli bu mekanizmanın bir yerinde midir, eğer bu suale cevabımız evet olacaksa Türklerin ve Türkeli’nin yerinin neresi olduğunu merak edeceğiz. Merakımız giderildiğinde Yunanlıların, Ermenilerin, Kürtlerin Türk topraklarında hak iddia etmeleri yerkürenin kaderi itibariyle sanılandan daha büyük bir önem arz edecektir. Eğer tüm yerküreyi mali hegemonyanın avı durumuna düşmüş sayıyorsak elbette irili ufaklı bütün milletlerin ve bütün ülkelerin andığımız mekanizmanın bir yerinde olduğunu akıl kârı sayacağız. Her millet ve her ülke için neresidir orası? Türklerin ve Türkeli’nin mekanizmanın tam ortasında yer tuttuğunu söylersem mübalağa etmiş olmam. Tıpkı Müslümanların dünyayı Müslim ve gayri-Müslim olarak ikiye böldüklerini söyleyenlerin mübalağa etmedikleri gibi.     

Çağımızda çeşitliliği övülen ve bu çeşitliliği daha da övmek için ona (o çeşitliliğe) zenginlik izafe edilen dünyanın ikiye bölünmesinin bir mantığı var mı? Evet, var. Mantığın ve giderek dilin kendisi icbar ediyor bize ikiye bölünmeyi. İnsanlar için bir şey ya içerdedir veya dışarda. İnsan olmak için mecburuz bölünmeğe. Bir yanımızda kafamız, diğer yanımızda bedenimiz kalacaktır. Hiçbir şey, hiçbir nesne önde veya arkada, içte veya dışta, sağda veya solda, üstte veya altta, merkezde veya kenarda yer almaksızın var olamaz. Ötesine geçilemeyen bir şeydir var olmak. İnsan var oluşunun öncesine dönemeyiz; ama bir kez var olduk mu; sonrası yine, yeniden ve tazelenerek var oluştur. Bu tıpkı irtidad edenin idam edilmesi ve kelime-i tevhit getirmenin insanın boynunu kılıçtan kurtarması gibidir.

Sizi sarıp sarmalayan şeylerin hepsinin bu muhasarayı sizi var olmaktan alıkoymak kastıyla gerçekleştirdiğini anladığınızda var olma uğraşınız başlamış demektir. Fizikî varlığımızı borçlu olduğumuz aile, manevi varlığımızı borçlu olduğumuz tahsil ve meslek hayatının sizin var oluşunuza meydan vermemek üzere bir şekilde tahkim edilmesi Dünya Sistemi dediğimiz mali hegemonyanın bir zaferidir. Siz bu zaferi hezimete çevirdiğiniz zaman var olacaksınız. Bu muvaffakiyet size hoş geldin demeği bekleyen bir hadise değildir. Yani var olmak bir imparatorluk tesis etmekten daha zordur. Hegel’e sorarsanız Napolyon çağın ruhuydu, zaferleriyle Avrupa’nın diline düşmüş kişiye “at üstündeki Geist” demekten geri durmadı. Fransız milletine bir imparatorluk armağan etti; ama asıl gücü hovardaca dağıttığı mevki ve makamlardan değil, uyguladığı kanundan geliyordu: Fransız Medeni Kanunu’nun bir diğer adı da “Code Napoleon” idi.

İnsan toplumları binlerce ve belki de milyonlarca yılı bir şekilden bir başka şekle geçerek yaşadı. Bunca yıl ne yaptık? Halen ne yapıyoruz? Yarın ne yapacağız? Bu suallerin ilk ikisinin doğru cevabını ancak din gününde öğrenebileceğiz. İhlas sahibi isek üçüncü sual cevapsız kalacak. Çünkü azgınlıktan kendimizi uzak tutmak istiyorsak cevabı biliyormuş gibi yapmayacağız. Züppeler yarın denilince heva ve heveslerinin gereğini düşünür. Çünkü onlar cevabı herkesten iyi bildiklerini sanır. Züppelerin zannları isabet kaydedecek mi? Gün gelecek Rabbimizin karşısına bu sualle çıkacağız. Bu çıkışı bize düşüncelerimiz mi, duygularımız mı sağlayacak? İşte zihnimizi açıklığa kavuşturmamız gereken husus budur! Sahiden bu mudur? Açık zihin nemize gerek? Yerküre üzerinde öldükten sonra cennete mi, cehenneme mi gideceğini umursamayan milyarlarca insan yaşıyor. Biz de onlardan biri olmaktan gocunmayabiliriz. Nasıl olsa dünya hayatında insan eliyle ayağa kaldırılmış “kültür” yeni şekiller ortaya çıkarabiliyor. Günümüzü gün etmek işimize gelebilir. İşler can sıkıcı hale gelince ikame malları, tavırları, sahte dramaları devreye sokabiliriz. Originali kadar iyi, giderek ondan daha iyi parlıyorsa taklit takıları niçin kuşanmayalım?

Bize, insan denilen bizlere sahtelikten sakınmağı İslâm öğretti. Başından beri İslâm uğruna mücadelenin sonunun gelmeyeceğini biliyoruz. Uğraşımızı idame ettirmek için ihtiyacımız olan energi bize boyun eğmekten değil, tam tersine boyun eğmemekten ulaşacaktır. Boyun eğmenin tadını ana kucağından alırız. Boyun eğmemenin de bir tadı var mıdır? Evet, baba ocağı boyun eğmemenin tadını üretir. İki tadın arasında gidip gelişle geçer hayatımız. Bünyemiz başka babaların ocağından doğan tada talip olmağı kaldıramaz. Batılılaşma macerası yabancı, daha doğrusu ecnebi babaların ocağından medet umanların idamına engel oldu. Kendi baba ocağını çıkış yolu sayan herkesi ölüm cezasına çarptırdı. Her şey bundan ibaret.

İsmet Özel, 5 Muharrem 1444 (3 Ağustos 2022)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.