NİÇİN BİZZAT KENDİMİZ YAZMADIK KENDİ ALIN YAZIMIZI VEYA YAZMIYORUZ?
İSMET ÖZEL
.

Okumakta olduğunuz yazının başında bulunan ve soru işareti ile biten cümlenin bir sual cümlesi olup olmadığını düşünmeniz mümkündür. Çünkü düşünebilirsiniz ki, mekteplerde tatbik edilen dilbilgisi gereği sonunda soru işareti bulunan her sözü sual kabul etmek size göre yerinde bir tutum değildir. Suali sual kılan şeyin soranın ulaşmak istediği bilgi olduğu fikrinde iseniz size sualmiş gibi yöneltilen şeyin içinin doldurulmuş olup olmadığına dikkat edeceksiniz. İçi doldurulmuş soru ne kadar sual kıyafetine bürünmüş olursa olsun onu gerçek bir sual saymamız bizi aldatabilir. Herhangi bir sorunun içi bir veya birkaç kanaatle doldurulur. Eğer boş bulunup içi doldurulmuş sorulara cevap yetiştirmeğe kalkarsanız soruyu tertip edenin tuzağına düşmüş olursunuz. Tuzağa düşmenin felâketle sonuçlanması şart değil. Ne yapıp edip tuzağın başınıza açtığı zorluklarla baş edebilirsiniz. Yine de sonuç ruhunuzun zedelenmesine varır. Tuzağı etkisiz hale getirmiş olsanız da, tuzağa düşme hadisesi sizi az veya çok incitecektir.

İslâm’ı hayatınızın merkezine aldıysanız ilk öğreneceğiniz şey dünyaya safa sürmeğe değil, incinmeğe, daha açıkçası acı çekmeğe geldiğiniz olacaktır. Beşeriyete mensup olan herkes bebeklikten çocukluğa geçerken önce iki ayağı üzerinde yürüme ve onu takiben konuşma marifeti edinir. Niçin böyle olur? Çünkü beşerin bir ferdi olmak demek önce direnmeğe ve atılım yapmağa elverişli bir donanım sahibi olmak demektir. Sonrası dile bırakılmıştır. Dilin düşünceyle ilişkisi hayatımıza biçim verir. Yürümeği ve konuşmayı öğrenirken acılarla baş etmeği de öğreniriz. Buluğ çağı hesap vermeği ciddiye aldığımız ve almamızı bize ikaz eden çağdır. O çağda içinde yer aldığımız kalabalığın değerleriyle ister istemez hesaplaşırız. Dünyanın aldığı şekil kendimizi uyduracağımız şekil midir, yoksa dünya bizim değerlerimize karşı şimdiye kadar olduğundan daha mı duyarlı olacaktır? Yani buluğ çağı dediğimizde esas hakkında fikir edinme çağını kast etmiş oluruz.

Edinebilir miyiz esas hakkında fikir? Eğer bedenimiz geleceğimizi, yani buluğ çağından itibaren yaşayacağımız hayatı tayin eden bir değişim geçirdiyse iş işten geçmiştir. İş işten geçmiştir deyivermek bir baştan savmacılık değilse kurgumuzu bir daha gözden geçireceğiz. Sahiden iş işten geçmiş midir? Elimizde “verili” olanla ne hesap göreceksek görmeliyiz iddiasını hazır bulunduruyoruz. Bu iddianın buluğ çağımızla çekilip çevrilmiş olmadığına akıl erdirmemiz de buluğ çağımızın bir hususiyetidir. Kaç yaş yaşamışsak yaşayalım her sabah yeniden doğuyoruz. Yani hangi görece parlak döneme açık olursa olsun buluğ çağı bir dönüm noktası değildir. İnsanın ömrünün son ânına kadar tekrar doğma fırsatı kullanabilen yegâne yaratık olduğunu akıldan çıkarmamak lâzım. Allah’a kul olmanın ve ne istenecekse onu Allah’tan istemenin bereketine sığınarak her mesafeyi kat edebiliriz.

İnsan hayatı boyunca kat edilen her mesafe karşılaşacağımız soruların doldurulmasına yarar. Okumakta olduğunuz yazının başlığına bakalım: Niçin Bizzat Kendimiz Yazmadık Kendi Alınyazımızı Veya Yazmıyoruz? Bu suale bir karşılık yetiştirmeğe yeltendiyseniz işe insanın alın yazısı olduğu gerçeğinden hareketle başlayacaksınız. Yani sizin için sualin doldurulmuş olmasında bir mahzur yoktur. Doldurulmanın farkına varmışsanız muhatabınızı bir karşı sualle sıkıştırabilirsiniz: Beni niçin insanın alın yazısı olduğu kanaatini kabule zorluyorsunuz? Tuhaflık şurada: Kâinatı çekip çeviren bir ulu kudretin varlığını reddetseniz bile insanın alın yazısını reddedemezsiniz. Çünkü kim olursanız olun annenizi ve babanızı (doğumunuzun başlangıcı tüp bebek olsa bile) kendiniz seçmediniz. Giderek hangi ortama doğacağınızın ve hangi ortamda yetişkin hale geleceğinizin seçimi de size bırakılmış değildir. Hem fert olarak ve hem de mensup olduğunuz kavim bakımından tarihin yükü sırtınızdadır. Fransız milletine bir imparatorluk armağan eden Napolyon Bonapart bir kahraman mıydı, yoksa Avrupa medeniyetine hayranlık duyan insanların zaaflarını hem istismar, hem suiistimal eden bir cambaz mı? Bu bahsi aydınlığa kavuşturabilecek iki Alman çıkıyor karşımıza. İlkine Beethoven diyelim. Anılan şahsın bir kahraman olduğu görüşüyle yola çıkıp Eroica’ yı yani 3. Senfonisini besteliyor. Çok geçmeden onun cambazlığının kahramanlığı önüne geçtiğini fark ediyor ve senfoninin ithaf kısmını yırtıp çöpe atıyor. Daha sonra “Wellington’un Zaferi” ni yazdığı malumatımız dâhilinde. İkincisi Goethe’dir. Onun Napolyon’un huzurunda bir sanıkmışçasına fikirlerini dile getirdiğini biliyoruz. Sonuç? İmparatorun tepkisi: “Voilâ l’homme” . Fransızca ifadeyi “İnsan dediğin budur” diye tercüme edebiliriz. Napolyon tarafından takdir edilmeği bir kazanç sayıp saymamak da bizim karakterimizle alâkalı bir husus.

Toplum içindeki yerimiz neresi olursa olsun hepimiz hak ettiği kazançla ömrünü idame ettirmekle önüne çıkan fırsatı kazanca dönüştürmek arasında bir tercihte bulunuruz. Ne yönde ilerlersek ilerleyelim o bizim kaderimizdir. Yine de kaderimizin bizi cennetlik veya cehennemlik kılmayacağını akılda tutmalıyız. Ömrümüzü Allah’tan korkmak ve Allah’tan ümit etmek arasında geçirmeği vazgeçilemeyecek bir veri saymamız gerekiyor. Eyyamcılık geleneğimiz içinde kınanmıştır. Türk milletinin kaderini eyyamcı olmayanların şekillendirdiği dikkate değerdir. Eyyamcı olmaktan kurtulmanın yolu doldurulmuş suallere cevaptan imtina edişimizden geçiyor. Bu aynı zamanda tüyü bitmemiş yetim hakkı yemekten imtina anlamına gelir. Şeriatı esas alan devlet yetişkin olmayan çocuklara düşen malları idare etmek üzere vasi tayin eder. İşte onların tercihleri bir kavmin ahlâk seviyesini yansıtır. Hangi ekrana yansıtır? Cevap verebilir misiniz?

İsmet Özel, 21 Zilhicce 1443 (20 Temmuz 2022)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.