İKİ DÜNYA SAVAŞI, SAVAŞLARIN DÜNYASI, DÜNYALARIN SAVAŞI
İSMET ÖZEL
.

Nereden geldiğimizi ve giderek niçin geldiğimizi bilmiyorsak nerede bulunduğumuzdan hiç haberimiz olmaz. Bulunduğumuz, bulunduğumuzu var saydığımız yer bulunmaktan memnun olduğumuz yer olsa gerek. Bir sebeple yerimizden memnun değilsek ne olacak? Kendimizi şuurla farkına varamadığımız bir sebeple huzursuz hissedebiliriz. Memnuniyetsizlik her türlü sıkıntının kaynağıdır. Daha kötüsüne uğramak korkusu bize can havliyle bir kaçamak aratır. Temeldeki memnuniyetsizlik giderilemez diye düşündüğümüz zaman hileli yollara sapmaktan medet umarız. Bir süre sonra hileler hayatımız olur ve hilesiz yaşama teşebbüsüne dalanların gizli veya açık düşmanı kesiliriz. Beynelmilel ilişkiler katında ilericilik sıfatını üzerine alanlar Türklerin anayurdunun Orta Asya olduğunu söylediler. Bu akla ziyan hükmü niçin birileri isabetli buldu? Ben kimsenin bu tayinden rahatlık duyduğunu sanmıyorum. Bir zamanlar Moğolların mesnetsiz dayatmalarına muhatap olmamak için kendilerine hayat sahası açma gayretinde göçebe insanları hayal edebiliriz. Hayal edilmesi kolay olan bir başka husus da bunların Müslüman oldukları için gayri-Müslimleri zorda bıraktıklarıdır. Türklerin hayat sahasına tasallut eden Katoliklerin sekiz Haçlı Seferi sonrasında Avrupa’da yaşamağa bir kez daha icbar edilmeleri hikâyenin öncesine dair çerçeveyi çiziyor.

Zihnimiz insan olma vakıasına bir yandan nereden geldiğimiz farz olunuyorsa “geliş” teranesiyle anlam yüklüyor. Oysa varoluş her şeyden önce günübirlik varoluştur. Yaşadığımız sürece ciğerlerimiz havayla dolacak. Nefes almaksızın varlığımızı teşhis edemeyiz. Demek ki, insan oluş hikâyesi halde ve istikbalde bir şekil almaktan mahrumsa üzerinde konuşulmağa değmez. Bizi halde ve istikbalde kaynaştırarak biz yapan edebiyattır. Edebe riayet etmeden insan olma yutturmacasının sonunu getiremeyiz. Dolayısıyla her ne surette olursa olsun edebiyata yapılan bize yapılmıştır. Belki bu yüzden İkinci Yeni şiirinin seferberliğe takılı kalmış Türk kafasına Alman Harbi penceresi açtığı iddiasına sahip çıktım. Dünya savaşlarının sayısının ikide donmadığı fikrine benim yazdıklarım içinde de rast gelmiş olmalısınız. Miladi 1945 sonrasında en büyük sermayeye vaziyet edenler arasında üçüncü ve dördüncü dünya savaşlarının cereyan ettiği benim zihin dünyasında gözlemlediğim bir şeydir. Başta Afrika olmak üzere hayat sahası olarak gözden çıkarılmış yerlerde ömür tüketmektense ABD gibi Batı Avrupa gibi emniyetli yerlere ulaşabilmek için hayatlarını feda etmeği göze alan insanları halen gözlemekteyiz. Kıyamet gününde hesabı dünyada geçirilen günlerin değerini bildiğimiz kadar kolay vereceğiz.

Din günü dünyada günler geçirmenin beyhude olmadığını bize öğreten gündür. Neler yapmış olursak olalım hepsinin hesabını Allah’a vereceğiz. Zihnimizi hesap verme kavramından uzak tutarsak aleyhimizdeki bütün işlerin kabahatini ötekine, çevreye, kendimizden başkasına yükleyebiliriz. Hıristiyanların XXI. asrında bu önceki çağlardan daha da kolay. Kolaylık tarihin modern olarak adlandırılan kısmını I. Cihan harbiyle başlatmamızdan geliyor. Neden böyle? İnsan yeteneklerinin dünyayı paylaşmada en yetkin durumda olduğu farz edilen bir dönem yaşandı. Eğer Almanlara karşı savaşa girerlerse Türklerle meskûn toprakların en irice kısmını kendilerine tahsis edecekleri yalanıyla İtalyanları savaşa İngilizler soktu. Sevr anlaşmasının çizdiği harita bu hükmün delilidir. Altı ayda sonunu getireceklerini sandıkları savaş dört yıl devam etti. İtalyanlar kazık yediklerini fark edince tek kurşun atmadan Türk topraklarını terk etti. Dünya savaşının ikincisinin geleceği ilk altı ayda telâffuz edilmeğe başlandı. Önce Çarlık, Kayser, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları haritadan silindi. Geriye kalan zihinlerden silinecek olan fiilî hükümranlıkların yerine talip hayalî hükümranlıkların ihtimaliydi.

İki dünya savaşı cephelerde ve cephe gerisinde büyük yıkımlar üretmekle kalmadı, beyaz erkekleri eşcinseller ve feministler payandasıyla beyaz ırkın yurt bildiği toprak parçalarının savaş yıkımından uzak tutulması kararına götürdü. Aradan yetmiş altı yıl geçmesine rağmen bu gün bu karar yeni bir kavimler göçü sergilenmesine yol açtı. Media kapağı imtiyazlı bölgelere atma derdiyle canından geçen insanların haberleriyle çalkalanıyor. Her iki dünya savaşına dünyaların savaşı adını takmak gereği vardır. Türkler sadece başlarına gelenle ilgilenerek birincisine seferberlik dediler. İkincisinin adı Türk lügatine Alman Harbi olarak kaydedildi. Bir çeşit otokrasiye son veren I. Cihan Harbi idi. Savaşı kaybeden aristokrasisini de kaybediyordu. Niçin Benelux devletleri ve niçin İsveç ve Norveç taçlarını olsun tahtlarını olsun koruyabilmişlerdi? Niçin Britanya’nın kraliyet ailesi diğerlerinden yukarıda algılanıyordu? Feodalizmin gücü mü sağlıyordu bunu? Tam tersine feodalizme en kolay ve en çabuk sırt çeviren, bu demektir ki, şehir hayatının ahlâkına en hızlı intibak eden Britanyalı aristokratlar oldu. Adada en çok sual edilen ferdin yıllık gelirinin ne kadara vardığı idi. Bir dönem aile fertlerinin şahsi serveti meselelerin hallinde en büyük rolü oynamıştı.

Bugün kemiyeti ve keyfiyeti meçhul kapitalist reflekslere cevap verip vermemek, cevap verme tercihinde bulunulduysa cevabın kökeni ve cinsi hayatımızın kalitesini ifade ediyor. Bu da en çok para birikimine yön veren insanların tercihlerine bağlanmış. XX. Hıristiyan yüzyılının ilk yarısı iki cihan harbini yaşattı bize. O canavarlıkların bir daha kimsenin karşısına çıkmayacağı en büyük bir ihtimal. Kapital sahiplerinin daha kıyıcı yöntemlere başvurduğunu gün be gün müşahede ediyoruz. Kıyıma uğrasak bile elimizden hiçbir karşı şeyin gelmeyeceği bilgisi içimize işlemiş. Birikmiş sermayenin kendini muhafaza etmek için elinden ne geliyorsa yapacağını biliyoruz. Başta sanal dünyanın bir ihtiyaç haline geldiği yalanı olmak üzere Pandemi bahane edilerek devreye sokulan şeylerin dokunulmaz birilerinin planlamasıyla devreye girdiği gözden saklanamıyor.

I. Cihan Harbi öyle bir zihin bulantısı türetti ki, bunun böyle olduğu hepimiz için tımarhane müdavimi olma tehlikesi geçtikten yani II. Cihan Harbi sona erdikten sonra dile getirildi. Alman Harbi bir tür deli olmanın hayat garantisi olduğuna hepimizi ikna etti. Bir tür deli sözünü apaçık gerçekleri yok sayarak rahatını soyutlamalarda aramak anlamında kullanıyorum. Savaşa aktör, seyirci, müstahdem, memur, müdür olarak şahit olmamız gönlümüzü ferahlatacak hiçbir neticeye ulaşmadı. Ulaşmasına da imkân yok. İmkân dediğimiz şey ihtimallerden biridir. Ortada sadece iki ihtimal varsa imkânı bu iki ihtimalden biri saymaktan başka çaremiz yok. İhtimaller ikiden fazla ise işimiz kolaylaşır. İhtimallerin çoğalması imkânların çoğalması demektir. Panik her türlü sonuca gebedir. Şu hikâyeye kulak verin: Ne olmuşsa Nasreddin Hoca’nın heybesi kaybolmuş. Bu duruma çok sinirlenen hoca çevresindekilere: “Çabuk heybemi bulun, yoksa ben ne yapacağımı gayet iyi biliyorum” demiş. Çevresindekiler Hoca’nın elinde hepsine zarar verebilecek kozlar bulunduğu endişesi ve korkusuyla heybeyi bulup getirmişler. Heybe bulununca her şey süt limanlık mı olmuş? Hayır, çevresindekilerin içini heybe bulunmasaydı neler olacağı merakı kemirmekteymiş. “Kuzum Hoca” demişler, “heybeni bulamasaydık ne yapacaktın?” “Ne mi yapacaktım?” diye cevap vermiş hoca. “Evdeki yıpranmış kilim parçasından kendime yeni bir heybe çıkaracaktım”.

Hikâyenin böyle sona erişi beni tatminsizliğe sürüklüyor. Molla Nasreddin’nin cevabı zekâdan nasibini her nasılsa almış ve fakat okuyucu olarak bizler meşguliyetimize sebep olacak fazladan bir şeyler bekliyoruz. Pearl-Harbor’da pilot mahalline Koreli zabitlerin zincirlenişinden veya Amerikan askerlerinin Dien Bien Fu’da Fransızlara yardım eli uzatmaktan imtina edişlerinden beklediklerimiz gibi. Modernlik üç aşağı beş yukarı bir yığın tatminsizliğin art arda gelişini yansıtıyor. İnsanlığın tatminsizlikte bir avuntu aradıkları Herakleitos’un “Her şeyin başı savaştır” demesinden anlaşılıyor. Aklın mükemmeli fark edeceğine ümit bağlamanın deneyi başarıyla tamamladığına inanmaktan farkı yok. Modernlik her sekmesinde bir tatminsizliği belirgin kılıyor.

Hayvanlarına yeni otlaklar bulabilmek için yer değiştiren göçebelerin şehirleri yağmalamağa varan akınlarıyla “sınıf” savaşını veya kartallarla leyleklerin savaşıyla et yiyen (et de yiyebilen) karıncaların bir bölgeyi istilâsıyla aynı kategoriye sığdırabilir misiniz? Hoca ile talebesi arasındaki ilişki öğretmenle öğrencisi arasındaki ilişkiyi andırıyor mu? Bilim ve felsefe tuhaf paslaşmaları dışa vuran bir oyunu yüzyıllar boyu başımızdan eksik etmedi. Şimdilerde bu ikisinden birinin nerede başlayıp nerede bittiğini kimse bilmiyor. Bu bilgisizlik adeta bir bilgi türü olarak karşımıza çıktı. XX. Hıristiyan asrının ilk çeyreğinde göğsünü bilimsellik havasıyla şişirenler hüsrana uğradı. Heidegger felsefenin çılgınlık olduğu hükmüne vardı. Wolfgang Pauli öğrencilerinden birinin yazdıklarına bakıp “Yanlış bile değil” demişti. Bu gün medya kendilerine cahil bile diyemeyeceğimiz kimselerin beyanlarıyla dolup taşıyor. Eğer aralarından gerçekten yanlış diyebileceklerimizi yazanlar çıkarsa bu yazılan yanlışlar da hiç vakit geçirmeden yasaklanıyor.

Bilgilenmenin doğrusundan geçtim, yanlışına bile ulaşmanın imkân dışına itildiği günümüz ortamında oyunun zevkini çıkaran bir oyun öneriyorum. Kendimizle kandırmacalar arasına bir set çekilemiyorsa kendimizi mahdut kalışımızın oyalayıcı tarafına bırakabilme hüneri gösterelim. Göstermeği deneyelim. Bakalım altından kalkabilecek miyiz?

İsmet Özel, 22 Zilkâde 1442 (2 Temmuz 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.