"NE DEDİĞİNİ BİLMEK, BİLDİĞİNİ OKUMAK" Semineri Tam Metni

 

BİRİNCİ CELSE

Oruç Özel: Selâmun aleyküm,

Biraz fazla bir ara verdik teknik birtakım aksaklıklar sebebiyle. Şimdi, "Ne Dediğini Bilmek, Bildiğini Okumak" seminerimizin ilk celsesini icra edeceğiz. İlk celsemizde altı konuşmacımız var. İlk celsemizi Genel Başkanımız Durmuş Küçükşakalak Bey yönetecekler. Öncelikle kendisini davet ediyorum. İkinci konuşmacımız İstanbul Şubemiz Başkanı Lütfi Özaydın Bey. Ben girizgahta söylemeyi unuttum, ihmal ettim; Lütfi Bey'in ikinci kitabı "İltifat Ağyaredir Dost Acı Söyler" neşrolundu. Programın aralarında kendisi kitabını da imzalayabiliyor talep eden okuyucularına. Üçüncü konuşmacımız İstanbul Şubemiz üyesi Mehmet Ali Yeşil. Dördüncü konuşmacımız İstanbul Şubemiz üyesi Bahadır Karadağ. Beşinci konuşmacımız Konya Şubemiz Sekreteri Muammer Parlar. Altıncı konuşmacımız da derneğimizin Umum Muhasibi Oruç Özel.

Durmuş Küçükşakalak: Selâmun aleyküm,

"Ne Dediğini Bilmek, Bildiğini Okumak" bir seminer başlığı. Seminer olduğu için burada malumatça zengin, konuşmacı bol olduğu için gayet muhtasar konuşmalar dinleyeceksiniz. 15'er dakikayı geçmeyecek muhtemelen çünkü süremiz yetmeyecek; ikinci celsemiz var daha. Bütün buradaki konuşmacılar "Ne Dediğini Bilmek, Bildiğini Okumak" serlevhası altında, o çerçevede kendi teksif oldukları alanla alakalı bu meseleye yaklaşacaklar. Tabii serlevhanın altında bir de soru var: Ne Dediğini Bilseydi Bildiğini Okur Muydu? Bu sual biz konuşanların da siz dinleyenlerin de aslında bir kılıç olarak üzerinde asılı duruyor veya en azından küpe olarak kulağımızda taşımamız gereken bir soru, hem konuşanlar ve hem dinleyenler olarak. "Ne Dediğini Bilseydi Bildiğini Okur Muydu?" İki manaya gelebilir: Yani o kadar saçma sapan şeyler söylüyor ki bunun böyle olduğunu bilse ağzını açmazdı, bir. İkincisi, o kadar kıymetli şey söylüyor ki kendini nakzeden, kendi aleyhine şeyler söylüyor normalde, onun öyle olduğunu bilse ağzına almazdı manasında. "Ne Dediğini Bilseydi Bildiğini Okur Muydu?" Yani ağızdan çıkanı kulağın işitmesine dair bir ikaz, bir tenkit.

 

Ben bu başlık altında sizi tarihe götürmeye çalışacağım. Türkçe ile tarih ilgisinden yola çıkarak bu konuda bir şeyler söyleyeceğim.

Şimdi, bize öğretilen bir “Türk tarihi” var; ilkokuldan başlayıp nereye kadar okuduysak veya okul dışında, mektep dışında gördüğümüz tahsil sebebiyle öğrendiğimiz bir tarih var, bir millet tarihi, Türk milleti tarihi diye öğretilen bir tarih var. Ama Türkçenin tarihinden biz bunu ayırdığımız için, öyle ayrı, yalıtılmış şeyler olarak düşündüğümüz için, filolojinin konusu olarak onu oraya havale ettiğimiz için her zaman kazık yemeye hazır halde bekliyoruz ve birileri de hemen bizi kazıklıyor. İsmet Bey'in seneler önce söylediği bir söz: Allah milletleri dilleri üzerinden yaratır. Şimdi bu sözü şu şekilde anlayabiliriz: Yani bir milletin tarihinden bahsetmek için en az bir adım öncesinde o milletin dilinden bahsedebilmemiz gerekir, en az bir adım öncesinde. Yani önce o millet olacak halkın -Allah milletleri dilleri üzerinden yaratırsa- dilinden bahsedebilmemiz gerekir ki ondan sonra o milletin tarihinden bahsedebilelim.

Biz tarih hakkında bildiğimiz hemen hemen her şeyi gâvurlardan öğrenmiş halde yaşıyoruz. Yani bugün tarihçi diye bildiğimiz insanlar hazırladıkları tezleri, eserleri gâvurlara beğendirerek o vasfa sahip olabildiler; öncesinde de böyle oldu. Gâvurların yaptığı çalışmaları Türkçeye tercüme etmek suretiyle, tarihiniz budur denilerek bir şeyler hazırlanıp konuldu önümüze. Tarih bilgileri hem ithal malı hem de dayatılmış bilgilerden oluşur. Ne yapacağız şimdi, yeniden bir tarih mi yazacağız? Hayır, ama gereke de bilir. Yazan, gerçekten Türk tarihi yazan birileri çıkarsa ne âlâ. Fakat gâvurlardan bize naklolan o bilgiler arasındaki tenakuzlardan, çelişkilerden istifade ederek, aradaki boşluklardan istifade ederek pekâlâ bir tarih algısına, hatta giderek bir tarih felsefesine pekâlâ kavuşabiliriz. Bunun için mebzul miktarda malumatı da bize sunuyorlar. Önemli olan bizim kim olduğumuz, tarihte neyi aradığımız, ne için aradığımız… Asıl mesele bunlar.

Türk tarihi yazımı yaklaşık 18nci yüzyılın başlarında başlamış bir şey. İlk defa İsveçli biyolog Linnaeus diye bir adam Türklerin Kafkaslardan geldiğini, Kafkas halklarından olduğu tezini atıyor: 1735. Arkasından 15-20 yıl sonra "Hayır, Türkler Kafkas ve Moğol halklarının bir karışımıdır." tezi sıraya giriyor. Daha sonra "Hayır, Türkler bir Moğol kavmidir." tezi ileri sürülüyor. Daha sonra bu da yetmiyor, 19ncu yüzyılın başına geldiğimizde "Türkler, Kingan Dağları / Karanlık Dağları yani Kuzey Kore'nin de kuzeyinden, Sibirya'nın şimali şarkîsinden çıkıp gelmiş bir kavimdir." Neticesine varılıyor. Batı’da bu tezlerin arka arkaya geldiğini, konularının ne olduğu gördüğümüzde aslında ne yapılmak istendiğini çok iyi anlıyoruz. Şimdi bu tezlerde rotayı takip edin: Kafkaslardan başlayıp Asya’nın en kuzey doğusuna kadar uzanan bir rota! Ama bu tezler pek şık durmuyor çünkü arkeolojik delil yok. Bunun için 19ncu yüzyılın hemen başında Orhun Kitabeleri bulununca herkesin gözü parlıyor. Bu kitabeleri çözmek için bir asra yakın bir zaman harcanıyor; 1890’lar, çok yakın bir zaman yani. Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen kitabeleri çözdüğünü, deşifre ettiğini iddia ve ilan ediyor. Fransızca olarak basıyor. Kitabın önsözünde ağızlarındaki baklayı şu şekilde çıkarıyor, diyor ki: Nihayet Muhammed dünyası soluğunun ulaşmadığı, Türk dili ve edebiyatının en eski anıtları. Tercüme ne kadar doğru bilmiyorum ama kitabın önsözündeki cümle bu. Yani asıl mesele bu: Muhammed dünyası soluğu, o neyse artık, nasıl bir tercümeyse, o soluğun ulaşmadığı Türk'e ait bir iz aramak... O rotayı takip ettiğinizde Türk'ü Avrupa'nın mümkün olduğunca uzağına atmak için bir faaliyet bu; Türk tarihi yazımı faaliyeti. Bu faaliyette bu işin tabanını, folluğunu, kuluçkalığını Moğol tarihi oluşturuyor. Çünkü Moğollar siyasî ve askerî bakımdan tarihten silineli neredeyse üç asır olmuş. 

Tarihten silinmiş Moğolların tarihi birçok tarihe yamanma konusunda çok bereketli! Moğolların bütün Asya ve Doğu Avrupa'da köken ihtiyacı olanlara köken teşkil etmek için çok ilginç faaliyetleri var. Mesela Hunlar, işte o bize yazıp elimize verdikleri “Türk tarihi” yazımı içinde başta İskitler, ondan sonra Hunlar vardır. Teoman, Mete, Atila… Buraya gelirken Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın önünden geçtik. Orada, Kara Kuvvetleri'nin kocaman ambleminde kuruluş tarihi M.Ö. 206 yazıyor. Yani Mete kurmuş Kara Kuvvetlerimizi! 2200 küsur yıllık bir Kara Kuvvetleri tarihimiz var! Türk tarihi dediğinizde kimine göre milattan 5000 yıl geriye giden, kimine göre 10000 yıl giden uçsuz bucaksız bir tarih! 16000'i okudum ben en son, M.Ö. 16000! Yani dünyanın en eski yerleşim yeri olduğu söylenen Çatalhöyük'te yatan insanlar yokken Türkler vardı! Ama Türkçe ne zaman vardı diye sorarsanız işin tadı kaçar, rengi değişiverir. Türk’e tarih uydurmanın ucu bucağı yokken Türkçenin tarihine dair kimsenin vereceği hiçbir cevabın olmadığını görürsünüz. En eski yazılı kaynak sadece Orhun Kitabeleri gösterilebiliyor. Yani bu adamlar asırlarca, bin yıllarca konuşmadan yaşamış şeyler! Yani muhtemel tarihe göre konuşmadan yaşamış bir kavim bu Türkler! Dili yok çünkü diline dair ilk izi siz Orhun Kitabelerinde, 8nci yüzyılda bulabiliyorsunuz, o da ne kadar Türklere aitse? O da çok büyük bir soru işaretidir. Yani yine bir atılan kazıktır tahminimce, okumalarıma dayanarak söylüyorum. Çünkü aynı alfabeyle, Runik alfabe deniyor ona, aynı alfabeyle İskandinav ülkelerinde yazılmış 3500 civarında taş, anıt var. Sadece birkaç karakter değişik; ama aynı alfabeyle yazılmış 3500 civarında İskandinav ülkelerinde anıt var. Onun için Norveçli bir dil bilimci Orhun Kitabelerini okuduğunu iddia edip bizim önümüze koyabiliyor. Orhun kitabelerinden sonra yine bu Türkler susuş kumkumasına tutulup 3 asırlık konuşup yazmamışlar! Çünkü 11nci asrın ortasında Türklere ait ikinci eser zikrediliyor: Divân-ı Lügat-it Türk. Yani arada 3 asırlık bir boşluk var! Türklerin yaşayıp yaşamadığını, Türkçenin mevcut olup olmadığını anlayamayacağımız bir 3 asır: 8 ile 11inci Hristiyan asırları arası. O arada zikrettikleri Uygurlara ait eserlerin çoğunun Çinceden, bir kısmının Sanskritçeden Uygurcaya tercüme edilen eserler olduğunu biraz araştırıp karıştıran hemen öğrenir.

Şimdi Moğollar Türk tarihi yazımında çok büyük bir altlık oluşturdu dedim. Tarihte iki Moğol yayılması var: Birincisi Hunlar zamanında idi. Hunlar bütün Asya olmasa da çoğu kısmını ve Doğu Avrupa'yı, işte Avrupa Hunları diyoruz, buraları zapt etmiş insanlardı ve 6ncı yüzyılda bunlar ortadan kalktı. İkinci yayılma ise; 12nci yüzyıla geldiğimizde, 12nci yüzyılın sonunda Cengiz diye bir adam çıktı. Bu adam Hindistan hariç bütün Asya, Çin dâhil bütün Asya, Doğu Avrupa, bugün Macaristan, Finlandiya'ya kadar o hat, buraları zapt etti. Kimlerle zapt etti? Bugün Moğolistan'ın nüfusuna bakarsanız üç milyon Moğol var. O günkü nüfusa çevirirseniz elinizde yüz bin Moğol kalır. O nüfustan ordu çıkaracak olursanız elinizde 5-10 bin askerlik bir orduyla o koca coğrafya zapturapt altına alınamaz. Cengiz Han oğullarına miras bıraktığı o geniş, tarihin gördüğü en geniş devlet sınırları -devlet denir mi, o ayrı çünkü bir haraç imparatorluğudur-, tarihin gördüğü en geniş sınırlara ulaşmış Cengiz Han oğullarına o toprakları ve bir milyonun üzerinde askeri olan bir ordu bıraktığı söylenir. Moğolların şöyle kötü bir huyu var. Şimdi Türkçede çok güzel yerleşmiş bir şey; Moğolların yaptığı işe biz işgal demiyoruz, işgal geçici bir süre yapılır. Fetih demiyoruz, bir yeri İslâm'a açtıkları, orayı dâr'ül-İslâm kıldıkları vaki değil. İstila diyoruz, Moğol istilası. Çekirge sürüleri de mesela istila ediyorlar, orada yenecek ne varsa yiyip târumar ediyorlar. Moğollar yaptığı şey için biz istila tabirini kullanıyoruz. Moğollar bunu yapıyorlar. Askerî düzenleri de şu şekilde: Her on yetişkin erkekten birini asker olarak alıyorlar. Bir bölgeye gönderilen askerlerin yanında aileleri, çoluk, çocuk ve hayvanlarıyla birlikte gidiyorlar, istila ediyorlar. Cengiz öldükten sonra onun topraklarında dört devlet kuruluyor. Bunlar da yine Cumhurbaşkanlığının forsunda 16 büyük Türk devleti falan diye yer bulan -bunların 12'si, 13 tanesi süzme Moğol'dur- devletler. Cengiz öldüğünde Cengiz'in toprakları dörde bölünüyor dört oğlu arasında: Altınorda, İlhanlılar, Çağatay ve Kubilay Devletleri olmak üzere. Bizi ilgilendiren İlhanlılar. Çünkü yanı başımızda. Bu topraklar 13ncü asrın başında başlayıp neredeyse sonuna kadar 80 küsur sene boyunca Moğol istilasında kalıyor. O birçok işin yapıldığı, bu toprakların İslâm toprağı haline geldiği 13ncü asırda aynı zamanda bir Moğol belasıyla uğraşılıyor. 

Ne oluyor? İlhanlılar 13ncü yüzyılın sonunda ortadan kalktığında bu topraklara maile gelen o askerler çekip gitmiyor. O insanlar burada kalıyor. Birçok belge bunu tasdik ediyor; 5-6 tümen Moğol askeri buraya geldiğini söylüyor. Her tümenin 10000 askerden oluştuğunu düşünürsek ailelerini de sayıya dahil edersek yaklaşık bir nüfusa ulaşırız. Bunların en az 40000 ile en fazla 100000 çadır ahalisi olduğuna dair muhtelif rivayetler bulursunuz. Moğolların istila şekli bu. Bu topraklarda yerleştikleri karargah kurdukları yerler de belli. Mesela bugün Şırnak'ın en kalabalık aşireti Tatar aşireti. Soy isimleri Tatar, gözleri çekik çekik, kendi aralarında Kürtçe konuşuyor bu adamlar ve sorduğunuzda biz bin yıldır bu topraklardayız diyorlar. Yani öyle Kırım Harbi'nden sonra Türkiye'ye gelmiş Tatarlar değil. Bu adamlar bu topraklarda iki asır yaşadılar. Ne zamana kadar? 13ncü asırdan 15nci asrın başına kadar: Timur gelinceye kadar, 1402 Ankara Savaşı. Bu savaşta Yıldırım Bayezid'in yenilmesinin en önemli sebeplerinden birisi, daha doğrusu baş sebep olarak Yıldırım saflarında bulunan 30-35 bin Tatar'ın saf değiştirerek Timur saflarına geçmesi gösterilir. Timur bu topraklardan ayrılırken o 30-35 bin Tatar -ailelerini de hesaba katarsanız yaklaşık olarak en az 100000 kişi- bu topraklardan Timur'la birlikte Orta Asya’ya gitti. Bugünkü Özbekistan'dı merkezleri zaten, o bölgeye gittiler.

Timur’la birlikte giden Tatarlar iki asır bu topraklarda kaldı. Yani 5-6 nesil bu topraklarda doğdu öldü. Bu adamlar Türkçe öğrendi çünkü bunlar burada yaşarken Yunus çoktan şiirlerini söylemiş, öbür âleme göçmüştü. Yani Türkçe diye bir dil artık vardı. Şiiriyle ispat edilebilir, konuşulabilir, yazılabilir bir dildi. Şairler meramını Arapça ve Farsça ifade edebilirken Yunus Emreden sonra Türkçe ifade edebilir hale geldiler. Bu topraklarda Müslümanlaşan Moğol kalıntıları oraya giderken hiç mi bir şey götürmediler? Çok şey götürdüler. En başta Türkçe kelimeler götürdüler. Şimdi sözlüklere bakarsanız; etimolojik sözlüklere, “Öztürkçe” dedikleri bazı kelimelerin karşılığında Çağatayca yazar, bazısında Soğutça yazar, işte Sanskritçe yazar falan… Hint yarımadasını 3 asır boyunca Babürşahlar yani Timur’un torunları yönetti. Biz de işte böyle her şeyi birbirinden kopuk anladığımız için; tarih başkadır, filoloji başkadır diyerek, arasındaki bağlardan azade bir şekilde düşünmeye zorlanıyoruz. Yani tarihin dille, dilin din ve toprakla, toprağın insanla bağını keşfetmeden bir şeyler öğrendiğimizi zannediyoruz. Biz bağ kuramadan yaşayan, düşünen insanlar haline getirildiğimiz için bunu anlayamıyoruz. Kur'an-ı Kerim kökenli bir kelime olarak akıl bağ demektir, yular. Yani bir deveyi veya hayvanı bir yere bağlamaya yarayan o alete akıl denir. Yani akıl bir şeyle bir şeyin alakasını kurmaya yarayan şeydir. Alâka da zaten akılla ses benzerliği olduğu için yapışan şey, "alaka". Yani bizim aklımızı aldılar. Aslında elimizden o yuları almış oldular. Hiçbir şeyle hiçbir şeyin bağlantısını kuramıyoruz. Çağatayca’dan Türkçeye geçti denilen kelimeler tam tersi Türkçeden Çağatayca’ya taşınmış, yaklaşık o yüz bin kişiyle taşınmış kelimelerdir. Yani henüz Çağatayca yokken Türkçe doğmuştu. Çağatayca diye bir dilden ancak 15nci asırda bahsedebiliyoruz. İlk defa Çağatayca bir eser yazabilen Ali Şîr Nevaî 15inci asrın ikinci yarısında yaşamış şair. Eğer oralarda bir şey, Türkçeye benzer bir dil konuşulabiliyorsa bunun sebebini buralarda aramak gerekir.

Çünkü şunu da düşünün: Moğolcadan Türkçeye geçmiş 80-100 civarında bir kelime gösterebiliyorlar. Onun da çoğu ağız yani yöresel. Ki tahminimce o yöreler Moğolların yerleştiği yerler. Biz ona Tatar diyoruz gerçi, Moğol batılı ağız; biz Tatar dedik her zaman onlara. Tatarların yerleştiği bölgeler (gerek İlhanlılar zamanında, gerekse Kırım Harbi akabinde) aslında o ağız olarak söylenen bölgeler. Bir kısmı da Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumu'ndan sonra bizim başımıza sarılmış Moğolca kelimelerdir. Mesela "ulus" gibi. Yani siz bu topraklarda 100 sene değil 90 sene önce içinde ulus geçen bir cümle kursanız "Ne diyor bu salak?" diye yüzünüze bakarlardı. Hele hele fiil, Moğolcadan Türkçeye geçmiş tek bir fiil gösterilemiyor. Ama Azericede 20 fiilin Moğolcadan geçtiği, Kırgızca, Kazakça 100 küsur fiilin Moğolcadan geçtiği gösteriliyor. Hatta Kazakçada 1500 kök kelimeden türetilmiş 15000'in üzerinde kelimenin Moğolcadan Kazakçaya geçtiğini makalelerden bakabilirsiniz. Yani Türkiye Türkçesi diye bir şey yoktur. Türkçe diye bir şey vardır. Orta Asya'da Müslümanlığı kadar Türkçe ’ye benzer dil konuşan kavimler var. Onun da dediğim gibi Moğolların o yayılmasıyla ve İslâm’ın yayılmasıyla çok büyük bir alakası var. Oradan buraya değil buradan oraya göç edenlerin, iki asır bu topraklarda kalmış ve Müslümanlaşmış insanların göç etmesiyle çok sıkı alakası vardır.

Tarihin gördüğü en geniş sınırlara ulaşan, sayıca en kalabalık istilacılar topluluğu ne oldu? Moğol teşkilatlanmaları tarihten silinince Rus topraklarında kalan istilacılar Rus oldu, Fin topraklarında kalanlar Finli oldu, Macar topraklarında kalanlar Macar oldu, Hint topraklarında kalanlar Hintli oldu, Çin topraklarında kalanlar Çinli oldu, Türk topraklarında kalanlar da elbette Türk oldu… Değilse bugün 300-400 milyonluk bir Moğolistan’dan bahsedebilmemiz gerekirdi. Ama bugün Moğolistan’ın 3 milyona ulaşmayan nüfusu var. DNA tahlillerine merak duyanlar araştırırsa nerede ne kadar istilacı kaldığını bulabilir. Şimdi, bugün Macarlara Türk asıllı diyorlar, Orta Asya kökenli ya! Finliler Türk asıllı! Bulgarlar Türk asıllı… Bunların hepsinin kaynağı Moğol yayılmasıdır. Macarcada bugün 2000'e yakın Türkçe kökenli kelime olduğu söyleniyor. Bunlar Orta Asya'dan getirdikleri kelimeler değil. O topraklar bir buçuk asır Türk toprağı olarak kaldığı için o kelimeler mevcut. Yani bunları göz ardı ederek Türkçeden, Türkçenin mahiyetine dair bir şey anlamamızın imkânı yok. Ben çok konuştum.

İsmet Özel: İkinci celse var daha.

Durmuş Küçükşakalak: İkinci celse var.

İsmet Özel: Beş tane daha adam var.

Durmuş Küçükşakalak: Beş tane daha adam var. Evet, ben şimdi süre kalırsa Bahadır Karadağ'a "Efradını Câmi Ağyarını Mâni" bir konuşma yapması için mikrofonu tevdi ediyorum.

Bahadır Karadağ: Selâmun aleyküm,

İsokrates, Sokrates değil, İsokrates'in bir belagat okulu var. Bir grup talebe İsokrates'in okuluna kayıt yaptırmak üzere müracaat ediyor. İsokrates de onlarla mülakat yapıyor. İçlerinden bir tanesi çok geveze, durmadan, yerli yersiz konuşuyor. İsokrates tabi vaziyeti fark edince gence diyor ki sen diğerlerinin ödediği ücretin iki mislini ödeyeceksin. Çocuk şaşırıyor tabi, niye diye sorunca, İsokartes de diyor ki: çünkü sana sadece konuşmayı değil susmayı da öğretmiş olacağız.

Konuşmak insan hayatının merkezinde olan bir şey. Biz üslub-ı beyan ayniyle insan demişiz. Konuşmak aynı zamanda ahlaki bir şey. Susmayı biliyorsanız konuşmayı bildiğiniz söylenemez, ama konuşmayı öğrenen susmayı da öğrenir. İnsan dilinin altında saklıdır buyruluyor hadis-i şerifte. Benim konuşmamın başlığı efradını cami ağyarını mani. Bizim gayemiz bizden olanları bir araya getirmek, bizden olmayanları içimize sokmamaktır. Yani biz insanlara “Türk mü gavur mu, Türk mü Amerikalı mı” diye bakıyoruz. Ayrımcıyız biz. Çünkü kendimizi bilmek istiyoruz. Antik Yunan tapınağında “gnoti seuton” yani kendini bil yazılıydı. Yine hadis-i şerifte kendini bilen rabbini bilir deniliyor. Kendimizi bilebilmemiz için ağyarı bilmemiz lazım. Bizim ağyarımız kimdir? Bizim biz olmayanımız, bizim anti'miz kimdir? Hem bir öteki olmayacak hem de kendimizi bileceğiz, tanıyacağız. Böyle bir şey mümkün değildir.  

İsmet Özel İsokrates için şunu yazmıştı: “İsokrates (aman ha Sokrates zannetmeyin) yüksek bir toplum hayatının soy sop hatırına değil lisânın hidayet veren gücü yüzünden temin edildiğini savundu. Böylece bu topraklarda bir önceki hali ne olursa olsun İslâm dairesine giren her kes hidayet veren gücün Kur’an gücü olduğu gerçeğini kavramakta ne zorlandı, ne de gecikti” Bu iktibası yaptığım yazının serlevhası "bayrağımızdaki kızıllık şehit kanı değildir veya şerefi Türklükte arayıp bulamayan sanır ki Türk'e İsokrates'ten ziyade Mete Han yakındır". İsteyenler Dil ile İkrar kitabına bakabilir. 

İsokrates'in felsefe tarihindeki yerini bir kaç cümleyle izah etmeye çalışayım. Platon diyaloglarından bildiğiniz üzere iki cenah var. Birisi sofistler diğeri onların karşısında Platon Aristoteles gibi filozoflar. Sofistler hakikat diye bir şey yoktur; her şeyin ölçüsü insandır diyorlar. Bu meyanda lisan eğitimini esas kabul ediyorlar. Filozoflar ise ulaşılması gereken bir hakikat vardır, diğer başka her şey yanılsamadır diyorlar. İşte İsokrates iki tarafa da mensub değil. Çünkü o lisanın hidayet veren gücüne inanıyor. Yani hem belağat esas, hem de ahlaki bir kaygısı var. İnsan ölçüye tabi olması gereken bir varlık, ölçü olabilecek bir varlık değil sofistlerin dediği gibi. Fakat filozofların dediği gibi akıl yoluyla ve giderek mantığa varan akli kaidelerle hakikate ulaşabilecek bir varlık da değil. İşte İsokrates'i Türk'e yakın kılan bu. Lisanın hidayet veren gücünü benimseyen bir zihinle, Allah kelamını her şeyin üstünde tutan Îlây-ı Kelimetullâh’ı benimsemiş zihin birbirine yakındır. 

Bilginin lisanla kopmaz bir bağı vardır. İsmet Bey dil, lisan ve lügat arasında bir ayrımdan bahsediyor. Bunun çok faydalı bir sınıflandırma olduğu kanaatindeyim naçizane. Bu ayrımdan biraz bahsetmek istiyorum. Dil develan etmek dolaşmak demek. Aramızda dolaşan bir şey. Beşer yönümüzle alakalı bir şey. Konuşmayı mümkün kılan organa da o sebepten dil diyoruz. Fakat lisan bunun daha yukarısında bir şey. Lisan artık manayı tazammun eden bir seviye. Onun için mesela lisan-ı hal diyoruz. Bu ikisinin de üstünde lügat var. Hem dili hem lisanı kapsayan bir şey. Hem ses olarak hem mana olarak neyin nasıl söyleneceğinin düzene girdiği bir seviye. Lügatın logosla bir ilgisi olabileceğini düşünüyorum. Tıpkı namus nomos ilişkisi gibi. İkisi de söz, konuşma anlamına geliyor. Lugat kelimesinin kökü legeyun, logos kelimesinin kökü legein. Bunu dernek üyelerimizden Vedat Ersarı söylemişti bana, bu muhtemel bağlantıyı. Logos kavramı Antik Yunan için çok merkezi bir kavram. Bunu düzene girmiş sözler gibi düşünebiliriz. Akıl anlamı da buradan bu düzenlemeden geliyor. Mesela psikologi, ruh üzerine söylenmiş sözler. Bu sözleri düzenleyen sahaya psikologi deniyor. Epistemologi, bilgi hakkında konuşmak. Bilgiye dair söylenmiş şeyleri derleyen toplayan saha. Bu manada lügat da düzenleyici bir şey. 

Lügatin Mütercim Asım'ın Okyanusu’ndaki tanımı şöyle: “Şol asvâttan ibârettir ki onlar ile her kavm ve taife yanî her sınıf insânı garaz ve merâmlarından tabîr ederler, Arabî ve Fârîsî ve Türkî gibi” Vankulu ise şöyle diyor: “Şol lafzdır ki onunla her kavm kendi murâdından tabîr eder” Gördüğümüz gibi lügat seviyesinde işin içinde meram var, murad var. Bir topluluğun meramı muradı söz konusu. Biz Allah milletleri dilleri üzerinden yaratır diyoruz. Yani tekellüm edilen lisanın neye matuf olduğu, neyi murad ettiği lügatin içerisinde olan bir şey. 

Şimdi bazı misaller vermek istiyorum. Türkçede serbest kelimesi var. Köken olarak baksanız Farsçadır. Ser baş demek, Best bağlı demek. Ama Farsçada böyle bir kelime yok, varsa da bizim kullandığımız anlamda değil. Yine fena kelimesi, Arapçada kötü anlamına gelmiyor. Biz fani olanı kötü bildiğimiz için fena demişiz. Mesela tuhaf kelimesi Arapçada hediye demek. Bizim kullandığımız anlamı yok Arapçada. Onlar acib, garip falan diyorlar. Mektep kelimesi, yine Sınıf Bilinci’nin geçen sayısından öğrendiğimiz mektup kelimesi, Araplar risale diyorlar mektup için. Tahsil kelimesi, kaza kelimesi böyle çoğaltabileceğimiz bir sürü kelime var. Demek ki bu kelimeler lisânen Arabî denilebilecek olsalar bile lügat olarak Türkçe kelimelerdir. 

Aynı durum batı dilleri için de geçerli. İngilizce false friend, yanlış arkadaş denilen, Fransızca faus ami denilen bir şey var. Birden fazla batı dili öğrenecekler için böyle yanlış arkadaş listeleri yapıyorlar ki karıştırmasın insanlar diye. Her dilin kendi arasında böyle listeleri mevcut. Mesela apology kelimesi, İngilizcede özür anlamında kullanılır. Oysa Fransızca’da aynı kelime savunma yapmak, hatta bir şeyi övmek, desteklemek demek. Özür beyan etmek gibi bir anlamı yok. Mesela parent İngilizce’de ebeveyn demek ama pariente İspanyolca akraba demek. Mesela massive İngilizce’de çok büyük anlamına geliyor. Ama Almanca’da katı nesneler için kullanılıyor. İngilizce’de böyle bir anlamı yok. Hatta Rusça bile var. Rusçada familye soyadı demek. Böyle pek çok kelime mevcut.

1928 Hristiyan yılında gerçekleşen Harf İnkılabıyla yazımızı elimizden aldıkları için bugün bir lügatimiz yok. Elimizden aldıkları yazı Türk yazısıydı. Türk harflerine Arap harfleri diyenler işte fena kelimesine, kaza kelimesine, tuhaf kelimesine Arapça diyenler gibidir. Aynı zihni derekededirler. Lügatimiz olmadığı için, logosumuz yani aklımız, akıl düzenimiz elimizde değil. Onun için akılsız yaşıyoruz bugün. Bu sebepten yazımızı geri aldığımız zaman her şeyimizi geri alacağımızı söylüyoruz. 

Bu söylediğim şeylerin en doğrusunu bilen Allah’tır deyip beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.

Durmuş Küçükşakalak: Biz de teşekkür ederiz. "Muhammed Cümleye Dindir İmandır", Lütfi Özaydın, buyurun.

Lütfi Özaydın: Sallu alâ rasûlinâ muhammed. Sallu alâ şefîi zünûbinâ muhammed. Sallu alâ tabîbi kulûbinâ muhammed. Şimdi camide vaaz edecek zannettiniz değil mi? Evet, camiye, cemaate, özellik Cuma namazına erken gidenler, vaiz efendilerin söze böyle başladıklarını bilirler. Bu neyi ifade ediyor bizim için? İşte bu bizim mızrağımız. “Sallu alâ Muhammed”. Teravih namazına gidenler de, iki namaz arasında ne söylerler? “Sallu alâ Muhammed” derler. Bizim memleketimizden başka yoktur namaza, sünnet namazlara "Allahümme salli alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ muhammed" diye başlama ve başlatma başka bir yerde yoktur. Bu bize mahsus bir şeydir. İşte "Muhammed Cümleye Dindir İmandır" budur.

Burada Rasûl-ü Ekremle başladı bu iş demektir bu. Rasûl-ü Ekreme Allahü telâlâ vahyetti ve ilk Allahü teâlâya ve vahye muhatap o oldu ve ondan sonra bu devam etti manasına geliyor bu salavatımız. Dolayısıyla bir kimse peygamberimiz gibi, Rasûl-ü Ekrem gibi "Lâ ilâhe ilallâh" demiyorsa merduttur. Çünkü "Lâ ilâhe ilallâh"ı bir Hristiyan da söyleyebilir. Lâ ilâhe ilallâh yani Allah'tan başka ilah yoktur ama bu Allah üçten müteşekkildir diyebilir. Veya bir Yahudi de Allah birdir ama o Yahova'dır o da bizim Allah'ımızdır, sizi ilgilendirmez diyebilir. İşin aslı nedir? İşin aslı "Muhammedün rasûlullâh". Yani sen peygamber efendimiz gibi "Lâ ilâhe ilallâh" demiyorsan o merduttur. Ve Kur'an-ı Kerim'i peygamberimiz gibi anlamıyorsan yine merduttur. Neden? Çünkü vahiy ona indi, sen diyorsun ki biz artık bu devirde bunu böyle anlamalıyız; merduttur, reddedilmiş bir şeydir, peygamberimizin önüne geçmiş bir şeydir. لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪. Allah ve rasûlünün önüne geçmiştir o insan.

İşte salâtu selâm okuyoruz. Salâtu selâmla biz en başa onu getirdiğimizi onu takip ettiğimizi söylüyoruz. Namaza böyle başlıyoruz, düğünde, törende, her duamızın başında salavat getiriyoruz biz onun yolundayız ve onun yaptığı gibi işlerimizi yapmak istiyoruz demeyi kasd ediyoruz. Ki bunu da biraz izah edeceğim.

Türkler, Ehl-i Sünnet Müslümanlar, fırka-i nâciye ve diğer bir ismi sevâd-ı âzâm yani ana kitle. Ve bunun dışında ayrılan, bundan ayrılanlar fırkadır; eEhl-i sünnet bir fırka değil. Ehl-i sünnet İslâm'ın ana damarıdır, ana yoludur, sırat-ı müstakimdir ve bunu zayi ederek, ana yoldan saparak başka yollar edinenlere de bunlara biz ehl-i bidat ve'ddalalet diyoruz, yani sapmış ve dine bir şeyler katmış, din uydurmuş insanlar diye biz bunlardan bahsediyoruz.

Şimdi peki nasıl böyle oldu? Ehl-i sünnet ve'l-cemaat Rasûl-ü Ekrem'i olduğu gibi takip etti, onun bırakmış olduğu işi götürdü. Ama peygamber efendimiz ne bırakmıştı? Rasûl-ü Ekrem ne bırakmıştı bize? İrtihal ettiğinde bayılıp, uyuyup, uyanıp sorduğu bir şey vardı, biliyoruz değil mi? Usame ordusu. Rasûl-ü Ekrem orduyu hazırladı, rahatsız, ölüm döşeğinde ve devamlı orduyu soruyor, ordu ne oldu? Seferler tamam mı? Hazırlıklar tamamlandı mı? Ve burada bir şey bıraktı. Ve biz işte buraya dayanarak "Sallu alâ Muhammed" diyoruz. Ve onun için namaza başlarken de biz böyle diyoruz. Yani Rasûl-ü Ekrem'in bıraktığı yerden işe devam edeceğimizi söylüyoruz. Ehl-i sünnetin farkı bu. Yani dinimizi zayi etmedik, ehl-i sünnet dinini, itikadını zayi etmedi, kendilerine din uydurarak, yeni davalar edinerek varlığını devam ettirmedi. Rasûl-ü Ekrem'in sünnetine tabi olarak onun bıraktığı gibi dini yaşamaya ve uygulamaya ve tebliğ etmeye çalıştı. Ve dikkat edin bu fırkadan hiç birinin, Ehl-i Sünnetten ayrılan bu fırkaların kafirlerle cihad ettiği, kafirlere karşı, küfre karşı, zulme karşı tavır aldığı görülmüş bir şey değil. Dolayısıyla gerçek niyetleri açığa çıkıyor. Yani cepheden kaçarak yani kafirle mücadeleyi terke ederek, geri durarak kafirlere yardımcı olmak. Bu maksadıla düşünceler ortaya çıkarıyorlar: İmam masum mudur değil midir? Yok, Kur'an-ı Kerim mahluk mudur değil midir? Kimin değirmenine su taşınıyor acaba? Ve bunları görüyoruz, Haçlı Seferleri oldu, Haçlı Savaşları oldu; Moğollar işgal etti. Ehl-i sünnetin haricindeki fırkalar, kendilerini başka isimlerle anan fırkalar daima yardımcı oldular onlara.

Şimdi, biraz acele etmek istiyorum, süremiz kısa. Günümüzde modernist Müslümanlık da var. Bu da bir ehl-i bidat fırka olarak ağa babalarını aratmıyor. Yani her daim kafirlerle iş tutmaya hazır bir durumda, müsteşriklerin kendilerine öğrettikleri şeyleri tekrarlıyorlar ve İslâm'ı bir şeye, bir şeylere uydurma çabası. İşte bahsettikleri şeyleri, uğraştıkları şeyleri veya itiraz ettikleri şeyleri bir gözden geçirelim. Yani, kadının mirasçılığı meselesini dillerine dolarlar, bunu değiştirmeye çalışırlar. İşte, kadının şahitliği konusunu dile getirirler. Sirkat cezasını, hırsızlık cezasını dile getirirler. Namazla ilgili değişik fikirleri vardır. Yani ehl-i bidatın geçmişte yaptığı şeyleri tekrar ediyorlar. Yeni şeyler getirmiyorlar . Ağa babalarının fikirlerini, düşüncelerini devam ettiriyorlar. Bundan dolayı Ehl-i sünnet ve'l-cemaatten olarak Muhammed cümleye dindir imandır diyoruz, onunla da, Rasûlullâh'ın takip ettiği yolu takip etmiyorsak İslâm iddiası boş bir iddiadır diyoruz ki başka bir şair de her ne kadar bunu Rasûl-ü Ekrem'e değil de Cenâb-ı Hakk'ı kasd etse bile, atfettse bile: "Seni sevmek benim dînim îmânım / İlâhi dîn-ü-îmândan ayırma" demiş. Rasûl-ü Ekrem'e ve onun için söylediğini düşünüyorum.

Benim konuşmalarımı dinleyenler hatıralarımdan çok bahsettiğimi de bilirler. Babaannem yüz dört yaşında vefat etti 1984 senesinde, Hristiyan takvimine göre. Yüz dört yaşındaydı. Onun bir sandık odası vardı ve orada sakladığı bazı şeyler vardı ve benden de onu korumaya çalışırdı. Çünkü ben çok meraklıyım, onu tehdit ediyorum senin sandığını açacağım diye o da bekliyor başında falan. Yatağının altında uzunca bir şeyi sakladığını biliyorum. Ama bir türlü buna, nüfuz edemedim yani yakalayamadım, . Sonra evde olmadığı bir zamandı galiba ben açtım baktım, böyle uzunca bir şey yani iki metre civarında vardı boyu, beze sarılmış. Bir de baktım mızrak . Dedemin mızrağı... Babaannemin yatağının altında mızrağın ne işi var yani? Fakat mızrakla tanışmam ilk o zaman değil. Beş yaşında Kur'an-ı Kerim öğrettiler, altı yaşında hatmettim. Çok sevindim hatmettiğime, bunu söylemiştim bir daha. Çünkü Kur'an-ı Kerim bitti, artık daha okumayacağım ya, yani çocuk aklıyla. Halbuki bitmemiş başka şeyler çıktı. Ondan sonra tekrar hatime başlattılar. Orada da önümde bir Mızraklı İlmihal var. Gene mızrak karşıma çıktı. Yani daha önceden mızrak karşımda duruyordu. Ya ben de ya bu mızraklı, neden Mızraklı İlmihal diye ben merak ederdim. Sonra bakarken içerisinde, sabahleyin kerahat vaktinin ölçüsünü hepimiz biliriz değil mi? Bir mızrak boyu, güneşin bir mızrak boyu yükselmesi. Ya burada mızrağın ne işi var? Yani bu da çok enteresan. Derken o ilmihalin içerisinde Rasûl-ü Ekrem'in gazadayken, seferdeyken, namaz kıldırırken veya bayram namazlarında ki bayram namazları sahrada kılınır, İslâm fıkhına göre öyledir, açık alanda kılınır ve tek saf halinde kılınır. Rasûl-ü Ekrem'in mızrağını oraya götürdüğünü veya kendisi almasa bile mutlaka birisine tembih ettiğini mızrağı yanına al diye ve mızrağı karşısına sütre olarak koyduğunu, ona karşı namaz kıldığını öğrendim. Biz de biliyoruz değil mi bunu? Hepimiz biliyoruzdur inşallah.

Yani şimdi Genel Başkanımızın da söylediği bir şey vardı, değil mi? Mızrakla alaklı, mihrap, mihrabın kelime anlamı nedir? Harp aleti. Arapçadaki harp aletinin ismi ne, mızrağın ismi ne? Harbe. Mihrap, harbe ve mızrak. Bizim namazımızın ve Rasûl-ü Ekrem'in mızrakla ve Türkiye'de Türk milletinin mızrakla bir alakası mutlaka var. Sonra bir bilgi daha söyleyeyim ki bunu da biliriz, ilmihallerimizde yazar. Sütre edinmek babı vardır fıkıh kitaplarında, bu sütrenin ki namazda önümüzden geçmesinler diye biz bunu kullanıyoruz, işte secde yerimize koruz ki kimse önümüzden geçmesin. Sütrenin şu vasıfta olması lazım, yani öyle karton kutudan, bez çuvaldan sütre olmaz. Sütrenin vasfı şu olacak: alıp birisine vurduğun zaman adamı yere indirecek. Peki bu hükmü niye vermişler? Mutlaka Rasûl-ü Ekrem'in o mızrağı taşıyıp, o mızrağa karşı namaz kılmasından dolayı böyle bir hüküm verilmiş. Bu mızrakla alakalı olarak Rasûl-ü Ekrem'in nasıl saf tuttuğunu, nasıl saf tutturduğunu biliyoruz değil mi? Yani peygamberimiz hiç kimsenin rükuunu şöyle yapmasına, secdesini böyle yapmasına veyahut da Kur'an-ı Kerim'i şöyle okumasına, böyle okumasına müdahale etmezdi çok aşırı bir şey olmadığı müddetçe. Öfkelendiği, kızdığı bir şey vardı. Hatta gidip oradaki bozukluğu düzeltmiştir: saflar bozuk olduğu zaman peygamberimiz öfkelenirdi. Giderdi, o safı düzeltirdi, adam gibi safı oluyorsanız olun derdi ve yerine öyle geçip namaza devam ederdi Rasûl-ü Ekrem. Ve sahrada namaz tek saf halinde kılınır. Şimdi, bu, mızrak var, Rasûl-ü Ekrem de bir ordu komutanı gibi safları düzeltiliyor ve öyle namaza duruyor bunu iyi anlamak lazım. 

Bu meyanda size Hilyetü'l-Evliyâ'dan bir nakil, bir hadis nakledeceğim. Hilyetü'l-Evliyâ'dan bunları söylememizin, almamızın sebebi şu: Hilyetü'l-Evliyâ mutasavvıfların okudukları bir kitap, yani evliyaları, velileri anlatıyor, onların hayatlarını anlatıyor. Orada Müslümanların vasıflarını anlatıyor. Ve şöyle bir rivayet var: Abdullah bin Amr -bu Amr bin As'ın oğlu- Kâb'a soruyor -Yahudilikten Müslüman olan Kâb, hidayet edip Müslüman olan Kâb-: Bana Muhammed ümmetinin sıfatlarından bahset, herhalde Tevrat'taki Muhammed ümmetinin vasıflarından bahset diyor. O da "Ahmet ve ümmeti çok şükrederler, her hayır ve şerde Allah'a şükrederler, Allah'a hamd-ü senâyı çok ederler, her yerde Allah'ı zikrederler, onların yalvarışları oğul arısının kayadaki uğultusu gibidir. Namazda melekler gibi saf yaparlar. Savaşta da namazlardaki gibi saf halinde dururlar. Allah yolunda savaştıkları zaman önlerinde ve arkalarında da melekler sivri ve keskin mızraklarla savaşırlar. Eliyle işaret ederek şu beyaz çiçeklerin sapındaki yaprakları gölgelediği gibi Allah yolunda bir safta bir araya geldiklerinde Allah onlara gölge olur. Harpten hiçbir zaman geri kalmazlar." Tasavvuf kitabında böyle bir şey yazıyor. Yani şimdi tasavvuf böyle, bizim tasavvufumuz Hint mistisizmi gibi böyle bir şey değil.

Bir mevzu daha zikredeyim, vaktimiz de epey geçiyor. Gençliğimde herhalde Fuat Köprülü'nün İlk Mutasavvıflar kitabında okuduğum bir şeydi, Anadolu'ya gelen dervişlerin bellerinde tahta kılıçlarla geldiğinin yazıldığını gördüm, okudum orada. Birkaç kişiye sordum niye böyle tahtadan kılıç? Kimse doğru dürüst cevap vermedi. Ama sonradan anladım. Yani şöyle bir cümleyi okuyunca: Dâr'ül-harbe yani küfür diyarına Müslümanların girmesi, orada yaşaması, orada seyahat etmesi caiz değildir ancak ve ancak gaza ve cihadla alakalı bir konu ise çıkabilirsin. Peki dervişler tahta kılıcı niye taşıyorlar? Yani benim niyetim gaza ve cihad, hile-i şer’iye yapıyorlar, hîle-yi şeriye... Ben ancak gaza ve cihad niyetiyle burada bulunuyorum, beni kınamayın, bana şeriat cezası tatbik etmeyin. Çünkü cezalandırılabilirler. Yani gavur memleketinde ne geziyorsun, niye oradan buraya geliyorsun diye cezalandırılabilirler. İşte Türk milletini ifade eden şey de budur. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat yani küfre karşı tavır ki Rasûl-ü Ekrem'den devraldık biz bunu ve bunu yaşatmak için de farkında olalım veya olmayalım. Farkında olalım bunun. İsmet Bey'in sık sık zikrettiği bir hadis-i şerif var "Lâ ilâhe ilallâh diyen...", "Lâ ilâhe ilallâh deyin." Diyorlar ki yani anlamını bilmiyoruz ne faydası olacak? "Ateşten korur." Yani ister farkında olalım veya olmayalım biz, biz ehl-i sünnet ve'l-cemaatin prensiplerini taşıyoruz. Taşımamız da bir işe yarıyor. Namazlarda biz bütün sünnetleri bunun için kılıyoruz. Ve bizde adam farzı terk etmişse o zaten kale alınmaz bir şey demezler ona ama sünnet terk edildiği zaman çok çok garip karşılarlar onu. Niye? Sen ne demek istiyorsun? Ne manası vardır bunun diye. Kuşkulanırlar o kimseden niye hep böylelerinin içerden birilerinin zarar verdiklerinin milletimizin hafızasındaki yeri böyle. Bu önemli bir şeydir. Yani namazı sünnetleriyle beraber kılmak, nafileleriyle beraber kılmak çok önemli. Çünkü biz bir şey taşıyoruz, bir şeyi olduğu gibi nakletmek istiyoruz. Müminlerin gaza ve cihada hazır olmalarıdır Rasûl-ü Ekrem'in saf düzeni tutması ve bizim de bunu devam ettirmemiz ve salavat getirmemiz. Peki bunu niye böyle yaptı peygamberimiz ve onu takip eden ehl-i sünnet? Çünkü Rasûl-ü Ekrem ve onu takib edenler emri yerine getiriyorlar o emir şuradır ki sûreye ismini veren ayette Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِهِ صَفًّا كَأَنَّهُم بُنْيَانٌ مَّرْصُوصٌ

Yani Allahü teâlâ kendi yolunda birbirlerinde kenetlenmiş olarak saflar halinde cihat eden müminleri sever buyuruyor. Bundan dolayı Rasûl-ü Ekrem böyle yapıyor ve biz de bunu böyle yapıyoruz. Peki bu niye böyle? Acaba namazın bununla ne alakası var dediğimiz zaman, Rasûl-ü Ekrem'in bunu niye böyle yaptığını düşündüğümüz zaman gene Kur'an-ı Kerim'de buluruz cevabını: esteûzubillâh:

قَالُوا يَا شُعَيْبُ أَصَلَاتُكَ تَأْمُرُكَ أَنْ نَتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَنْ نَفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاءُ ۖ إِنَّكَ لَأَنْتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ

Yani kavmi, müşrikler Şuayb'e diyorlar ki: Ey Şuayb! Senin namazın mı bize babamızın ibadet ettiklerini terk etmemizi ve mallarımızı kafamıza göre, keyfimize göre sarf etmemizi engelliyor, senin bu namazın mı bunu engelliyor? Ve Rasûl-ü Ekrem'in anladığı namaz da buydu. Ehl-i sünnetin anladığı namaz da bu. Türk milletinin anladığı, bildiği namaz da bu. Neden? Çünkü, esteûzübillâh:

إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَىٰ عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنكَرِ ۗ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ ۗ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ

Şüphesiz ki namaz fuhşiyattan ve münkerden nehyeder, alıkor. Bir de, bu nehyetmeyi, alıkoymayı böyle düşünmemiz lazım. Küfre karşı tavır alışın tatbiki ve teyakkuzudur bu, böyle başlar, salavat bunu ifade eder, salat bunu emreder mihrap da saf da mızrak da budur. Daha fazla vaktini almayayım, epey vaktini aldım konuşmacı arkadaşlarımızın, dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Durmuş Küçükşakalak: Biz de teşekkür ederiz. Muammar Parlar, Konya Şubemiz üyesi, "Benim Oğlum Bina Okur Döner Döner Bir Daha Okur" diyecek.

Muammer Parlar: Merhabalar,

Ben de bugün size okumak ve yazmaktan bahsetmeye çalışacağım. Okumak yazmaktan bahsediyoruz. Okumak dediğimiz zaman hepimiz aynı anlam alanında mıyız? Bazılarımız hemen yazılı bir metnin okunmasını, bazılarımız okullara gitmeyi daha azımız ise ezberinden bir şeyler okumayı anlıyoruz. Fıkıh ıstılahında okumak/kıraat, namazda kıyamda halinde iken onun bir rüknü olarak yerine getirilmesi gereken Kur’an okumayı ifade eder. Bu da en az üç kısa âyet veya buna denk bir uzun âyettir.Bu nedenle biz namazda bildiğimizi okuruz. Ezberlediğimizi, hıfzettiğimizi okuruz. Bir de mukabele geleneğimiz var ezberden okuma üzerine. Hadislerden öğrendiğimize göre Ramazan ayında her gece Rasûl-ü Ekrem ile Cibril nazil olan âyetleri ezberlerinden karşılıklı okumak için bir araya gelmekteydiler. Bu mukabele işi Peygamberimizin vefat edeceği yıl iki kez olmuş ve Peygamberimiz vefat edeceğini sezmişti. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 7) 

Bildiğiniz gibi Hadis tahammül yollarından/hadis alma yollarından en önemlisi sema/işitmek ve kıraat/okumaktır. Kıraat, talebenin okuyup hocanın dinlemesi şeklinde; Semâ’ ise hocanın okuyarak talebenin hocayı dinlemesi şeklinde olur. İmam-ı Azam Ebu Hanife kıraat/okuma usulünü semaya üstün sayar. Ve hadis rivayetinde de yazmaktan ziyade ezberi esas kabul eder. Muhaddislerimiz ezbere ve ezberden hadis rivayetine öyle ehemmiyet vermişlerdir ki; Ahmed b. Hanbel -sahâbe ve tâbiîn sözleri de dahil olmak üzere- 700.000 (veya bir milyon) rivayeti ezbere bildiği,Ebû Zür’a er-Râzî’nin 200.000 tanesini hatasız okuduğu, 600.000 rivayeti ezberlediği, Buhârî’nin 100.000’i sahih, 200.000’i zayıf olmak üzere 300.000 rivayeti hâfızasında tuttuğu, İshâk b. Râhûye’nin 70.000 hadisi talebelerine ezbere yazdırdığı, kitaplarında kayıtlı olan 100.000 hadisi de kendi ifadesine göre “gözünün önündeymiş gibi” bildiği kaydedilmektedir. Hâfız olabilmek son devir âlimleri metin ve senedleriyle birlikte 100.000 hadisi ezbere bilmeyi şart koşmaktadırlar ki yüzlerce hadis hâfızının isimleri eserlerde yer almaktadır.

Mukabele ve hadis tahammül yollarından kıraat ve sema usulü bizim talim ve tedris sistemimizin esasını oluşturmuştur. Doğu medreselerinde sema esas alınarak hoca talebesine metni okuyarak açıklar, Anadolu medreselerinde ise kıraat esas alınarak talebe hocaya dersi okuyarak anlatır, hoca düzeltmeler ve ilavelere yapar.

Bugün insanlar ezber bozmaktan, ezber bozacak işler yapmaktan sitayişle bahsediyorlar. El hak ne dediklerini bilmiyorlar. Ne dediklerini bilselerdi okuduklarına, ezberlediklerine dikkat edecek, ezberlerini bozdukları zaman hafızlıklarını kaybettiklerini, ya da namazlarını ifsat ettiklerinin bileceklerdi.

Yazımız/İslâm Yazısı

Yazımız deyince ise çoğumuz Latin alfabesiyle yazılan metinleri anlıyoruz. Latin harflerini aşanlarımız Arap harflerine takılıyor. Bunu Osmanlıca takip ediyor. Türk harfleri/İslâm harfleri diyenlerimizi ise buna nüfuz etmek bekliyor. 

Arap Harflerinin İslâm Harfleri Haline Gelmesi

Bilindiği gibi Allah’ın (cc) esmayı Âdem’e öğretmesi sebebiyle dillerin menşei ilahi olduğu gibi kalemle yazmayı öğretmesi sebebiyle yazının da menşei ilahidir.

Arap yazısının hangi aşamalardan geçerek teşekkül ettiği hususunda ihtilaf edilmiş olup, Fenikelilerden, Hîrelilerden, Süryanilerden, Nabatilerden alındığı söylenmiştir. Bazı kitabelere dayanarak Arap yazısı Hicaz’ın dışında ortaya çıktığı, daha sonra Hicaz’a intikal ettiği ve bu yazının teşekkülünde Nabat yazısının etkili olduğu kabul edilmektedir. Bugün elde bulunan en erken tarihli Nabat’i yazıtının Fihr b. Suleyh’in mezar taşı olduğu tahmin edilmektedir. (Resim 1)

  

Arap yazısı ile yazılmış en eski kitabeler hakkında tahmin edilen tarih miladi 6. yüzyıldır. Ummu’l-Cimal’de bulunan miladi 6. yüzyılın sonları olarak tahmin edilen kitabe yazısı da Nabat yazısına benzemektedir. (Resim 2) 528 yılına ait olduğu söylenen Suriye Cebel Useys’te bulunan duvar yazısı ise yazının gelişimi hakkında fikir vermektedir. (Resim 3)

İslâm tarihçilerinden Belâzüri, Bişr b. Abdilmelik b. Abdil-Cinn’in, Arap yazısını öğretenlerin muallimi olduğunu söyleyerek bu şahsın bazı işleri dolayısıyla Mekke’ye geldiğini, Süfyan b. Umeyye b. Abd Şems ile Ebu Kays b. Abd. Menaf b. Zuhre b. Kilâb, onu -yazı yazar görünce, kendilerine de bu yazıyı öğretmesini istedikleri ve onun da bu adamalara önce alfabeyi öğrettiğini ve sonra da yazıyı gösterdiğini nakletmektedir. Muhammed Hamidullah, “İslâm Peygamberi, çocukluğunda veya gençliğinde bunların hepsini görmüş olması muhakkaktır” demektedir ki bu bilgi, Mekke’de yazının Peygamberimizin çocukluğunda, Risalet’ten hemen önce öğrenildiğini göstermektedir. Yine Belazuri’nin verdiği bilgilere göre İslâm geldiğinde Kureyş kabilesinde yazı bilen on yedi kişi kadardı.

Arap yazısının esas şeklini bulması İslâmiyet’ten sonra olmuştur. Bunun asıl sebebi doğrudan doğruya Kur’an-ı Kerimin hatadan korunarak hafızların hıfzındaki haliyle muhafaza edilmesi hususundaki titizliktir. Önce Hz Ebubekir devrinde Mushaf haline getirilmiş, Hz Osman devrinde çoğaltılmış, sonra hareke ve noktalama işaretleri konulmuş, cüz’lere tahmislere ayrılmış, durak işaretleri konulmuş, âyet araları işaretlenmiş ve benzeri birçok ilave ile yazı bir İslâm yazısı haline gelmiştir. 

Hz. Ebû Bekir’in emriyle Kur’an âyetleri bir araya getirilmiştir.

Rasûlü Ekrem’in vefatının ardından dinden çıkma hadiselerinde hafızların şehid edilmesi ve fethedilen yeni yerlerde Kur’an’da yanlış okumalar görülmeye başlanması üzerine Kur’an-ı Kerimin aslıyla muhafazası için âyetlerin Mushaf haline getirilmesi Hz. Ebubekir ve Ömer’in kalbine düştü. Zeyd b. Sabit bu hâdiseyi Buhari’de rivayet edilen bir hadiste şöyle nakleder: “Yemame harbinden sonra Ebû Bekir beni çağırttı. Ömer b. Hattab da onun yanında bulunuyordu. Ebu Bekir bana dedi ki: Ömer bana gelerek Yemame gününün şiddetli harbinde pek çok hafızın şehit olduğunu, diğer yerlerde de hafızların aynı hale uğramaları ile Kur’an’dan bir kısmının zayi olmasından endişe ettiğini söyleyerek Kur’an’ın cem’ini emretmemi tavsiye etti. Ben, Ömer’e Rasulûllah’ın yapmadığı bir işi nasıl yapayım?” dedim. Ömer, Allah’a yemin ederek bunun iyilik olduğunu söyledi ve bu konuda bana müracaata devam etti. Nihayet Cenab-ı Hak bu işe benim göğsümü bu işi için açtı. Ben de Ömer’in fikrine iştirak ettim. Ebu Bekir bundan sonra bana dedi ki: “Sen genç ve akıllı bir adamsın, biz seni hiçbir kusurla ittihâm etmiyoruz. Sen Rasûlullah için vahyi yazıyordun. Binâenaleyh sen Kur’an’ı tetebbu’ et ve onu bir araya topla! Bu teklif üzerine ben: “Rasûlü Ekrem’in yapmadığı bir işi nasıl yapıyorsunuz?” dedim. Ebu Bekir de: “Vallah’i bu bir hayırdır’’ dedi. Yine Zeyd diyor ki: “Vallah’i bana bir dağı taşımayı teklif etseler, bundan daha ağır olmazdı. Ebu Bekir bana müracaatta devam etti. Cenab-ı Hak, Ebu Bekir ile Ömer’in göğsünü açtığı gibi benim kalbime de bu işi koydu. Aklımı yatıştırdı. Ben de Kur’an’ı yazılı bulunduğu hurma yapraklarından ince ve düz taşlardan, hafızların hâfızalarından araştırdım. (Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 3)

Zeyd, Hz. Ebu Bekir ile Ömer’in koydukları yolu izleyerek titiz bir araştırma yapmış ve getirilen âyetlerin ezberlenmiş olmasına ve Peygamber huzurunda yazılmış bulunmasına özellikle dikkat etmiş ayrıca iki de adil şahit isteyerek bir cem’ çalışması yapmıştır. 

Hz. Osman’ın emriyle Mushaf çoğaltılıp çeşitli merkezlere gönderilmiştir.

Hz. Osman’ın çeşitli bölgelerde Kur’an okuyuşlarının farklı olması ve bunun ihtilaflara meydan vermesi nedeniyle Mushaf nüshalarını çoğalttırması hadisesini İbn Şihâb şöyle anlatır: “Ermenistan fethinde Suriyeliler’le, Azrebîcân fet­hinde de Iraklılar’la birlikte harb eden Huzeyfetu ibnu’l-Yemân, bunların Kur’an’ı çeşitli şekillerde okumalarının kendisine verdiği en­dişe üzerine Osmân’ın yanına geldi ve ona:

— Ey Mü’minlerin Emîri, sen, Kur’an’ı okumakta Yahûdîler’le Hnstiyanlar’ın kendi kitâblarını okumakta uğradıkları ayrılığa ben­zer bir ihtilâfa düşmeden evvel bu ümmete yetiş, bu işin icâbına bak, dedi. 

Bunun üzerine Osmân, Hafsa’ya haber gönderip: 

— Bize Kur’an’ın yazılı olduğu sahîfeleri gönder de, biz sûreleri Mushaflara nakledelim, sonra da o sahîfeleri tekrar sana iade ede­lim, dedi.

Bunun üzerine Hafsa muhafaza ettiği Kur’an’ı Osmân’a gönder­di. Osmân da Zeyd ibn Sabit, Abdullah ibnu’z-Zubeyr, Saîd ibnu’l-Âs ve Abdurrahmân ibnu’l-Hâris ibn Hişâm’dan kurulu istinsah hey’etine emir verdi. Onlar da bu asıl nüshadaki sûreleri Mushaflara is­tinsah edip naklettiler. Osmân bu istinsah işinin başında, Zeyd’in Medîneli olması yüzünden Kureyşli olan üç kişiye hitaben:

— Sizler Zeyd ibn Sabit ile Kur’an’dan herhangi birşeyde ihtilâf ettiğiniz zaman, Kur’an’ı Kureyş lisânı ile yazınız. Çünkü Kur’an, Kureyş lisanı ile nazil olmuştur, dedi. 

Onlar da işte böyle yaptılar, nihayet sahîfeleri Mushaflara istin­sah edip naklettikleri zaman, Osmân asıl sahîfeleri tekrar Hafsa’ya iade etti.

Hey’et ferdlerinin istinsah ettikleri Mushaflar’dan birer Mushaf’ı da her tarafa gönderdi. Bu gönderdiği (resmî) Mushaflar’ın dışında kalan ve içinde Kur’an yazılı bulunan her sahîfenin yâhud mushafın da yakılmasını emretti.” (Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 3)

Hz. Ebubekir ve Hz. Osman nüshalarında nokta ve harekelerin bulunmadığı İslâm âlimlerin kabulüdür. Araf suresi 86 ve 87. Âyetlerinin bulunduğu Hz. Osman Mushaflarından Taşkent Mushaf’ı kabul edilen nüshada da görüldüğü gibi harflerin noktaları, harekeler, âyetleri ayıran işaretler ve durak, işmam, sekte vb işaretler bulunmamaktadır.

  

Harekeleme (Nakt) sonradan yapılmıştır. 

İlk nüshalarda hem harekelerin bulunmayışı ve hem de şekilleri birbirine benzeyen harfleri ayırt etmeye yarayan noktaların bulunmayışı yeni fethedilen yerlerde ya da sonradan Müslüman olan kimselerde yanlış anlamalara varan hataların oluşmasına sebep olabiliyordu. Birden çok misal verilmekte olup bunlardan bir tanesi de Tevbe suresinin okuyuşunda olmuştur: “Ömer’in hilafeti zamanında bedevînin biri gelerek “Allah’ın Muhammed’e indirdiği şeyleri bana kim okur?” dedi. Bunun üzerine adamın biri ona Tevbe suresini okudu ve üçüncü âyeti: أَنَّ اللَّهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ Lafzıyla, yani “Allah, müşriklerden ve Rasûlünden berîdir” anlamına gelecek şekilde okudu. Bunun üzerine bedevî: “Allah kendi Rasulünden berî mi oldu? O halde Allah ondan berî ve uzak ise ben de ondan berîyim” dedi. Bedevînin bu sözü Ömer’e ulaşınca yanına çağırdı. Ona:

“Ey bedevî! Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den berî olduğunu mu söylüyorsun?” diye sorunca bedevî şu karşılığı verdi:

“Ey müminlerin emiri! Medine’ye geldiğimde Kur’an konusunda herhangi bir bilgim yoktu. Kur’an’ı bana okuyup okutacak birini sorduğumda filan kişi bana Tevbe suresini okudu. Ancak okurken:أَنَّ اللَّهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ  “Allah, müşriklerden ve rasûlden berîdir” şeklinde okudu. Bunun üzerine ben de: 

“Allah kendi Rasulünden berî mi oldu? O halde Allah ondan berî ise, ben de ondan berîyim” dedim.” Ömer radıyallahu anh:

“Ey Bedevî! Ama o âyet bu şekilde değildir. Şu şekildedir: أَنَّ اللَّهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ

“Allah ve rasulü müşriklerden berîdir” (Tevbe 3) dedi. Bunun üzerine bedevî:

“Vallahi ben de Allah ve Rasulünün berî olduğundan berîyim” dedi.

Sonra Ömer b. el-Hattab Arap dili hakkında bilgisi olmayan kişilerin Kur’an okutmamasını emretti ve Ebu’l-Esved’e âyetleri harekelemesini söyledi.”

Bunun üzerine Ebü’l-Esved: 

  • fethaya delâlet etmek üzere harfin üzerine bir nokta, 

  • kesre için harfin altına bir nokta, 

  • zamme işareti olarak harfin önüne bir nokta, 

  • bunların tenvinli şekilleri için de ikişer nokta koydurttu.

Bu çerçevede ilk olarak Ebü’l-Esved ed-Düelî tarafından harflerin harekelerini belirtmek üzere noktalar konulmuş, bir sonraki aşamada ise bu noktalama işareti, Nasr b. Âsım ile İbn Ya’mer tarafından şekil benzerliğine sahip harflerin ayırımı için kullanılmıştır. Ebü’l-Esved’in harekeye delâlet etmek üzere koyduğu noktalar yuvarlaktı ve siyah mürekkeple yazılan metne bunlar bir ilâve sayıldığı için kırmızı mürekkeple konuyordu. 

Ancak aynı işaretin iki ayrı fonksiyon için kullanılması yine de karışıklığa yol açtığından Halîl b. Ahmed el-Ferâhidî’nin, (v. 170) hareke olarak üç med harfinden aldığı küçük harfleri kullanmıştır.

  • Zamme, harfin üstünde –normal vâv’la karışmaması için– küçük bir vâv’dır. 

  • Kesra, harfin altında bir yâ’dır. 

  • Fetha ise, harfin üstünde düz/enine bir elif’dir.” Zamanla bunlar da düz bir çizgi halini almıştır.

  • hemze, şedde, ravm ve işmâm için de alâmetler koyarak hattın tahsinine de çalışmıştır.

  • Şedde için Arapça “şedid” kelime-sindeki “şin” harfinin üçlü dişini,

  • Revm (hafif okuma) konusunda ise Arapça “hafif” kelimesinin ilk sırasındaki ha harfinin baş kısmını kullanmıştır. 

  • Tenvin (ğunne) için ise “nun” harfini kullanmak yerine selefi Ebul Esved’in iki nokta koyma uygulamasına bağlı kalarak aynı işaretten iki kez kullanmıştır. 

İcam- Rakş Harfleri noktalama sonradan yapılmıştır.

İlk dönem Arap yazısında harfleri birbirinden ayırmak için kullanılan noktalar da bulunmadığından د،ذ ر،ز،س،ش،ط،ظ، ص،ض gibi şeklen müşterek harfleri birbirinden ayıracak alâmetlere ihtiyaç duyuluyordu. Halife Abdülmelik, Esved ed-Duelî’nin öğrencileri Nasr b. Âsım el-Leysî (89/707) ve Yahyâ b. Ya’mer el-’Advânî (118/736)’yi bu iş için görevlendirmiş ve onlar da üçten fazla nokta kullanmamayı ilke edinerek benzeşen harfleri noktalamışlardır. Bu noktalar metinden sayıldığı için siyah mürekkeble, Ebü’l-Esved’in harekeye delâlet etmek üzere koyduğu noktalar ise yuvarlak olarak ve metne ilave sayıldığından kırmızı mürekkeple konuyordu. 

Cüz, Hizip, Ta’şîr, Tahmise ayırma ve işaretler konulmuştur.

Hz. Osman Mushafı’nda cüz, hizip, ta’şir ve tahmise delalet eden işaretler bulunmadığı bilinmektedir. Cüz, Kur’an’ın otuz günde hatmedilmesi arzusundan otuza bölünmesini, hizib ise Kur’an cüzlerini kendi içinde belli kısımlara ayrılması manasınadır. Sonraki yıllarda Kur’an âyetlerinin beşerli ve onarlı gruplar halinde taksimini ifade eden tahmîs ve ta’şîrlerle sûre ve âyetleri ayırıcı işaretler geliştirilmiştir.

Yine tilâvet sırasında mâna açısından vakfetmenin gerekli veya isabetsiz olduğu yerleri belirtmek üzere de ج،ز،ص،ط،ع،ق،م،لا  gibi işaretler konmuş, bu işaretlere, vakıf ve ibtidâ konusuna ilişkin kaideleri vazeden Muhammed b. Tayfûr es-Secâvendî’ye nisbetle “secâvend” denmiştir.

Ayrıca harekesiz vav ile yazıldığı halde med yapılmayan bazı kelimelerin altına küçük harflerle قصر kelimesi yazılmış, sekte, teshîl, imâle ve işmam ile okunması gereken kelimelerin altına da "سكتة", "تسهیل", امالة" ve "اشمام" kelimeleri konulmuştur.

İslâm Yazısının Türk Yazısı Haline Gelmesi

  • İslâm’ın gelmesinden önce ibtidai nitelikteki Arap yazısı İslâm sonrası hem harekeler, uzatmalar, noktalama ve diğer işaretlerle bir biçim kazanmış, hem de İslâm’ın yayılışı ile beraber Arap yarımadasını aşarak bütün İslâm ülkelerinde kullanılan bir hat haline gelmiştir. Ve varlığı sadece Kelam-ı Celilin en güzeliyle yazılması olan hüsn-ü hat sanatı bir İslâm sanatı olarak vuku bulmuştur. Daha çok Kufi, Sülüs ve Nesih hatları ile yazılan İslâm yazısı 13. Yüzyılda Amasyalı Yakut el-Musta’sımi’nin kaleminde okunaklı ve estetik bir görünüm kazanmış ve sağlam temellere oturmuştur. Musta’sımiye (1299) gelinceye kadar düz kesilen kamış kalemin ağzı, Yakutla eğri kesilerek, Aklam-ı Sitte kurallara bağlanmış, yazı sanatına yeni bir görünüş kazandırmıştır. Esasen Türk hattınınTürk zevkini yansıtan bir üslup olarak ortaya çıkması 15. yüzyıl sonlarını bulmuştur. 

  • 15. yy da Hat sanatında Sülüs ve Nesih yazılarının estetik kurallarında yeni bir çığır açan Şeyh Hamdullahtır. Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Beyazid Şehzadeliğinde Amasya’da kendisinden hat dersi aldığı Amasyalı Şeyh Hamdullah beşyüzyılda binlerce hattatın başarıyla geliştirdiği sitili en üst düzeye ulaştırmış, Şeyh Üslubu denilen okulun oluşmasına neden olmuştur (1429-1520). Nesih hattının Şeyh Hamdullah üslubuyla insanda hayranlık uyandıracak derecede güzelleşmesi ve kolay okunan bir yazı haline gelmesi kitap ve mushaf yazısı olarak tercih edilmesine sebep olmuştur. Zamanla bütün İslâm dünyasında Şeyh Hamdullah’ın geliştirdiği nesih hatla mushaf yazma geleneği hâkim olmuştur. 

  • 16. yy.’ın ünlü ve en önemli hattatı, yazının yalnız üslubunda değil tekniğinde de yenilikler getiren Ahmet Karahisari’dir. (1468-1556) Karahisarı, Yakut el Musta’sımî’nin üslubunu devam ettirerek doruk noktasına ulaştırmıştır. Son derece değişik, aşılması bir yana taklidi bile zor bir üslubun sahibi olan Ahmedi Karahisarı’nin öğrencileri bile onu takip edemeyerek ölümünden sonra Şeyh Hamdullah’ın izinden yürümüşlerdir.

  • 17. yy. Hafız Osman (1642-1698), İslâm yazısına estetik bakımdan en olgun biçimini kazandırmıştır. 

  • Türk hat sanatı 19. yy. da altıyüz yıldır sürdüğü gelişimin zirvesine ulaşmıştır. Hâfız Osman’dan bir asır Mustafa Râkım (ö. 1241/1826) sülüs ve nesih yazılarında olduğu gibi celî sülüste de bütün hat üslûplarının zirvesine çıktı ve Hâfız Osman üslûbunu sülüsten celîye aktarmayı başardı. 

  • Mehmet Şevki Efendi 19.yy.’da Sülüs ve Nesih’te en güzel harf ve terkiplerin yazılarında buluştuğu son ekol olmuştur.

  • Yine Rik’a yazımız XVIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlılar’da Dîvân-ı Hümâyun’da belli kurallara bağlanmış ve ana çizgileriyle beliren bir karakter kazanmış bir yazıdır.

  • Bâbıâli’de hükümet dairelerinde çalışan memurların yazdığı eski rik’a veya Bâbıâli rik’ası Mümtaz Efendi (ö. 1872) tarafından belli kurallara bağlanarak üslûplaştırılmıştır. 

  • Mehmed İzzet Efendi (ö. 1903) ise yeni bir üslûb ile yazıda en güzel ahengi sağlamıştır. İzzet Efendi rik’ası bu ahengi sebebiyle hattatlar tarafından çok beğenilmiş ve zamanla Mümtaz Efendi rik’ası unutulmuştur. 

Harf inkılabından önce kalem ağzı genişliği 1 mm. olan rik’anın celî şekli dükkân levhalarında, ilânlarda ve az da olsa kitâbelerde kullanılırken, günümüzde Müslüman ülkelerde gazete başlıkları ve dükkân levhaları genellikle celî rik’a ile yazılmaktadır.

İbnü’l Emin Mahmut Kemal İnal diyor ki: “Türkler zevk-i selim erbabını hayran ve sitayişhan edecek derecede zarif, latif, metin, dilnişin, nefis, nazar rüba yazılar yazmışlardır ki Arap, acem ve diğer müslüman milletler arasında ortaya çıkan hattatlar hiçbir devirde bu mertebeye yaklaşamamışlardır.”

Bu topraklarda estetik duyarlılıkları ve aşılamayan üsluplarıyla hattatlarımız yazımıza Türk yazısı damgasını vurmuşlardır. Bunun delili olarak “Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” Sözü bir Arap atasözüolmuştur.

Osman’lı mı? Osmanlıca mı?

Osmanlı devletinden en erken 1299’lu yıllardan itibaren bahsedebiliyoruz. Yani 1071 yılından yaklaşık 230 sene sonra… İslâmlaşma ve İslâmlaştırma faaliyetiyle geçen yıllardan sonra… Selçukilerden, Gaza beyliklerinden ve Yunus’tan sonra…

Bugün Osmanlıca diye anlatılanlar ise bir ayrı garib… Türkçe bir İslâm lisanı denilmesin diye alınmış tedbirler niteliğinde. Türkçede Diyorlar; 

  • (ع) harfiyle başlayan kelimeler bulunmaz; Âlim, Ârif, Umûmî, Adet, Zayi gibi,

  • (ث) harfi bulunan kelimeler bulunmaz; Mesela, Ekseriya, Eser, İsbat gibi,

  • (ح) harfi bulunan kelimeler bulunmaz; Hafız, Helal, Haram, Mahkeme gibi,

  • (ذ) harfi bulunan kelimeler bulunmaz; Zevk, Zihin, Zeki, Zillet gibi,

  • (ض) harfi bulunan kelimeler bulunmaz; Kadı, Efzal, Farz, Fazilet, Zabıt, Ziya gibi,

  • (ظ) harfi bulunan kelimeler bulunmaz; Mazhar, Zafer, Zahir, Zalim gibi

  • Türkçede uzatılan ses yokmuş; Sâlih, Hâkim, Delîl gibi,

  • Türkçede ince â sesi yokmuş; Hakîkat, Laf, Kağıt

  • Türkçede şedde bulunmazmış; Cennet, Müddet, Dikkat, Şiddet gibi.

  • Türkçede iki sesli harf yan yana gelmezmiş; Şair, Şiir, Şuur, Aid, Said gibi,

Bütün bu kelimeler Kur’an ve hadis kaynaklı kelimelerimiz. Osmanlıca diye anlatılan bu şeyler Kur’an ve Hadis bilgisi ile Türkçenin arasına mesafe koymak üzere anlatılıyor.

Lisanımız Istılahî bir lisandır.

Bizim lisanımız, okunarak, yazılarak, ezberlenerek teşekkül etmiş ıstılahî bir lisandır.

Istılah (اصطلاح) kelimesi, “fesad”ın zıddı olan “salâh” mastarının iftiâl babına aktarılmasından gelmektedir. Dönüp dönüp okunan bina kitabının muhtevasından olan İftial vezni, kelimelere “insanın fiiline, akli kabiliyetlerini dâhil etmesi” anlamını kazandırmaktadır. Şemseddîn Sâmî ıstılahı: “Umumca ma’lum olan manay-ı lugavîsinden başka ilmî ve fennî bir manay-ı müttefak aleyh ile müsta’mel lugattır.” şeklinde tanımlar. Kur’an’ın nüzulünden itibaren uzun yıllar içerisinde hadis ve fıkıh ıstılahları olmak üzere, akaid, tefsir ve tasavvuf ıstılahları gibi ıstılahlarımız teşekkül etmiş ve Kur’an ve hadis kaynaklı Türkçe bu kelimelerin sadece lügavî manalarını değil ıstılahî manalarını da kapsayacak şekilde, hususen ıstılahı manalarını kapsayacak şekilde var olmuştur. 

Mesela lügavî olarak “temizlenme, temiz olma, ziyade etme, artma” manalarına gelen zekat kelimesi “manevi yönden temizlenmek amacıyla belli şartlarla malın belli bir miktarının şartlarını taşıyanlara verilmesi” şeklinde bir mali ibadet manasıyla ıstılahlaşmış ve Türkçede hem lügavî hem ıstılahî manalarıyla yer almıştır.

“Vecebe/وجب” kelimesi lügavî olarak “şiddetle yere düşmek” manasınadır. Fıkıh Istılahında Vâcib: “Şâri’ tarafından emredildiği sübut yada zanni delil ile sabit olan yükümlülükler. Ameli farz.” olarak ıstılahlaşmış ve Türkçede “Yapılması zannî delîl ile belli olan. Terki câiz veya mümkün olmayan. Olmaması düşünülemeyen” manalarıyla yer almıştır. Esasen şiddetle yere düşmek lügat manasıyla ıstılahen gökten gelen bir emir manası arasında da etimolojik bir irtibat vardır.

Yine “Be’s/بأس” kelimesi lügatte “azab, savaş, şiddet-i fi’l-harb” manalarına iken hadis ıstılahlarında; “Lâ Be’se Bihî” ifadesi “zararsız, zararı yok”manasına ta’dil lafızlarından olup Türkçede de “beis yok, zararı yok” manasında yer almıştır. 

En temel lügatlerimizden sayılan Kamus Tercümesi de dediğimiz Okyanusumuz, Hadis üzerine de çalışmaları bulunan Fîrûzabadinin Kamus’ul Muhît’inin Tercümesidir. Muhît önce Zebîdî tarafından 100’den fazla eserden faydalanarak Tâcü’l-arûs adıyla şerh edilmiş olup bu şerh, hem ikmal, tashih ve tenkit özelliği taşımakta hem de Buhari gibi sadece sahihlerini aldım diyen Cevheri’nin es-Sıhâh’ını savunmakta olup 120.000 kelime ihtiva etmektedir. Mütercim Asım, Zebidi’nin şerhi, Cevheri’nin Sıhah’ından faydalandığı gibi tercümesine açıklama ve delillendirme amacıyla âyet, hadis, şiir vb.den şevâhid ve misaller ve yeni kelime ve anlamlar eklemiştir. Dolayısıyla ilmi bir gelenek içerisinde ıstılahî anlamları gözetilerek oluşturulan kelimeler lügatlerimizin bir unsuru haline gelmiştir. Ayrıca kelimelere Türkçe karşılık bulmakta büyük titizlik gösteren Âsım Efendi, Türk dilinin zenginliğini de lügatlerimize aktarmıştır.

Bu haliyle Türkî lügatimiz Kur’an ve Hadis menşeiyle Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid ve Tasavvuf ıstılahları gibi ıstılahlarımızı havi bir lügattir.

İşte okumak, yazmak, ezberlemek demekle aynı anlam alanlarına konamıyoruz. Bizi aynı anlam alanında tutacak müştereğimiz kitap ve sünnettir. Kitap ve sünnete nüfuz etmek için ise Türk yazısına müracaat müstakim bir yoldur. Türk yazısına nüfuz ettikçe Kitap ve sünnete nüfuz edecek manayı bulacak anlam alanlarımız sıhhate kavuşacaktır.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. 

Durmuş Küçükşakalak: Biz de teşekkür ederiz. Mehmet Ali Yeşil, İstanbul Şubesi üyemiz "Atımız Adımız, Adımız Andımızdır ya da At, Avrat, Pusat".

Mehmet Ali Yeşil: Selâmun aleyküm,

At nedir? Arap demiş ki: سوف ترى إذا انجلى الغبار. أفرس تحتك أم حمار‎ Yani toz duman dağılıp defterin dürüldüğünde altındaki at mıymış eşek miymiş göreceksin. Bu söze göre insan bu dünyada ya at sırtındadır ya da eşek sırtında yani ya bu dünya için ya da ahiret için bir istikamet tutturmuşsundur. Bizim “attan inip eşeğe binmek” tabiri de (gayr-i Müslimlerin at binme yasağından ziyade) bununla irtibatlıdır. Hoca Nasreddin dedemizin eşeğe ters binmesi de bununla irtibatlıdır; yani “cihad için ata binemiyorum, bari eşeğe düz binmeyeyim”.

Bizim 32 farz ya da 54 farz olarak bildiğimiz metinlerde “at bağlama” (ribâti’l-hayl, Enfal Suresi 60. ayet) emri geçmez. Çünkü cihadın bir mütemmim bir unsuru olarak vardır at. Cihad varsa at da vardır. Bir yerde okumadım ama babası, dedesi seyis olan insanlardan duyduğum bir şey var: Cihad yoksa at binmek caiz değildir diye. Biz Türklere has bir tavır, başka bir millette bu tavra rastlanmaz.

Vatan dediğimiz yeri, insanın hamurunun karıldığı, toprağıyla, nebatıyla, hayvanıyla o müşahhas mekânı, o mekân sebebiyle tutturduğu kıvamı, mensubiyetini mümkün kılan bağları yok ederseniz milletten de bahsedemezsiniz. Et balık kurumunun ne idiğü belli olmayan ithal etlerini tıkınırken ne idiğü belli olmayan insanlara dönüşürsünüz. Ya da paketlenmiş hububatların, baklagillerin menşeine bakın. İthal ettiğiniz buğday bu topraktaki buğdayla aynı buğday değildir. Seferilikte 90 km, aynı zamanda senin derdinin devasının sınırları da gösterir. O sınırlar içerisinde tohumunu, yaprağını yediğin bitkiler, etinden sütünden istifade ettiğin hayvanlar dünyanın herhangi bir yerindeki bitki ya da hayvan değildir. Ayrıca o bitki ya da hayvanların sana musahhar kılınması sadece beslenme ya da tıkınmanın mevzuu değildir. Senin o topraklarda o insan oluşuna katkısı hiç dikkate alınmaz. Eti ve sütü sebebiyle onlara mecbur değilsin sadece, insanlığını muhafaza etmek için de o hayvanlara mecbursun. Hayatını sürdürdüğün o mekânda, o mekânın hayvanlarını da muhafaza edeceksin. Allah mera otlayan hayvanlar sebebiyle de rahmet eder. 

Madem bunlar Allah’ın kevnî ayetleridir, o halde onları tahrif etmeyeceksin. “Bunlar Haktan yüz çevirdiklerinde dünyada fesat çıkarmak, harsı da nesli de helak etmek için koşuştururlar. Oysa Allah fesadı sevmez” (2/205). Kur’an’da “yeryüzünde fesad çıkarmayın denildiğinde” cevap nedir: “Biz ıslah edicileriz”.Ahiretin tarlası dediğin dünyayı tarumar edemezsin. Tasavvufta dünya Allah’ın sıfatlarının tezahür, taayyün ettiği mekândır. Dünya dediğin yer senin kulluğunun tezahür ettiği yerdir. Kulluğunun tezahür ettiği mekânı fesada uğratman, kulluğunu fesada uğratmandır. Ondan sonra fesada uğramış mekânın müsaade ettiği kadar kul olabilirsin. Atı motorlu araç olarak tefsir etmen meseleyi fesada uğratmandır. Madem hilkatte kusur yoktur, yani Allah hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmamıştır, o halde at at olarak kalacaktır. At üzerindeki insanla, otomobil üzerindeki insan aynı varlık değildir. Otomobil üzerinde insan, o mekanik ortamın bir parçasısın o kadar. Atın soluk sesini egzoz dumanı, hırıltısını motor sesi olarak tefsir etmek… Atı at olarak anlamayı hakaret gibi görüyorlar. Kıssalar, miras, nikâh, kadın gibi mevzularda tarihselcilikle suçladıkları adamlardan daha fenalar; zira bir canlının varlığına yorumlarında dahi tahammül edemiyorlar. Zannedersiniz hepsinin otomobil fabrikaları var da at en büyük engel. Mesela Almanların şu kadar otomobil markası, fabrikası var ama senden kat kat fazla atı var; adamlar atın gübresini bile ihraç ediyorlar dediğinde, gâvurun işine akıl sır ermez diyorlar. At düşmanlığını Kur’an ve hadis okuyarak yapıyorlar. At bağlama emrini İslam’ın güncelleştirilmesi tartışmalarında örnek veriyorlar. Hâlbuki at bağlama emri hukukî bir mesele değil ki. “İşte dönemin toplumunun sosyolojisi at bağlamayı gerektiriyordu, şimdiki toplumun sosyolojisi otomobili gerektiriyor.” Hayır, böyle diyerek sen sana giren kazığın sosyolojini yapıyorsun; petrol ve otomobil endüstrisinin, tekelinin sana dayattığı fıkha, teknolojinin seni hapsettiği yere güzellemeler düzüyorsun.

At ve Türk kelimesinin yan yana bulunduğu herhangi bir makaleyi ya da kitabı internetten bir okuyun. Bir iki istisna hariç mevzu şöyle ele alınır: 

1- “Şimdi roket, füze, tank ne ise vaktiyle at o demekti” yani atın vakti geçti. 

2-  “Atı Türkler evcilleştirdi” yani üfürükten tarih tezleri için “medeniyete en büyük katkıyı yeteneklerinden ötürü atı evcilleştirerek Türkler yapmıştır” diyorlar. Bu tez İslam’la problemi olan insanların ortaya attığı ve bizim tarihçilerin üzerine üşüştükleri bir şeydir. At zaten ehil yaratılan bir mahlûktur. (Binmeniz için at, deve, merkep yarattık der ayet.) Türkçede at demek terbiye görmüş anlamındadır, henüz terbiye görmemişse ona ne deriz: hergele. At terbiyesiyle uğraşan insanlara, seyislere sorsalar bilirler ki insan atı değil at insanı terbiye eder. İnsan atı ancak tedip eder. Atla uzun zaman geçirenler atın değil insanın ehilleştiğinden bahsederler. Senin neredeyse bin yıllık bir geçmişi olan bir baytarname geleneğin var. Çoğu Türkçe ikiyüz civarı baytarname metnin var. Bak bakalım atın tarihine: At nasıl yaratılmış, ata binmek insanoğluna nasıl nasip olmuş… Bu soruların cevabı baytarnamelerde var.

3- “Biz ne anasının gözü bir millettik ki yediğimiz at eti, içtiğimiz kımızdı.” Dediğim gibi bunun istisnası yok gibidir. Senin kıymetli atların olacak ve sen onları yiyeceksin. Bu mensubu olduklarını iddia ettikleri atalarına, millete en büyük hakarettir zira kıymetli atları yemek ahmaklıktır. Madem roket, füze, tank gibi kıymetli ve stratejik bir şey at, o zaman niye yiyorsun! At etinin yendiğine dair metin falan yok. Buldukları kemikler üzerindeki bıçak ve benzeri alet izleri buna delil değildir. Altayların, Yakutların (Sahalar) vb. şimdi at eti yiyor olmaları geçmişe şamil kılınıyor ve bakın Türkler at eti yiyordu deniliyor. Üzerinde izler olan domuz kemikleri de var ve şimdi Macarlar, Bulgarlar domuz eti yiyorlar diyerek Türklerin en sevdiği et domuz etidir demek gibi bir şey bu.

At necis bir hayvan olduğu için değil bilakis kıymetli, saygıdeğer bir hayvan olduğu için eti yenmez. Fıkıhta taharet bahsinde su ile ilgili kısımlara bakın. Atın artığı olan su temizdir; abdest de alırsın, içersin de. At kediden bile daha temizdir. O sebeple evinizde kedi değil at besleyin.

Teşekkür ediyorum.

Durmuş Küçükşakalak: Biz de teşekkür ederiz. Umum Muhasibimiz Oruç Özel "Manalı Bir Hayat: Türk Hayatı" hakkında konuşacak, buyurun.

Oruç Özel: Selâmun aleyküm,

Şimdi yine bana pek vakit kalmadı. İyi bir şey bu aslında, böylelikle az öz bir şeyler söyleme imkânı doğabilir bana. Bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum öncelikle. Arkamızdaki afişte seminerimizin ismi yazıyor. Şayet Kur’an harfleriyle okuma yazmayı bilmiyorsanız seminerin ismi “Bildiğini Okumak” şeklinde görünebilir size. Çünkü ancak bildiğiniz onu okuyabiliyorsunuz. Ama Kur’an harflerini okumayı biliyorsanız, Türkçe okumayı biliyorsanız “ne dediğini bilmenin” de üstünde yazılı olduğunu bileceksiniz. Bunu Faysal Bey tasarladı ve bunu tasarlarken hiç konuşmadık. Böyle bir şeyi kastettiğini de şimdi mütalaa ediyoruz, dediğimi kast ederek yapmış. Ama böyle bir şey yaptığını daha önce konuşmadık. Bu espri hemen Türk hayatının ne olması gerektiğiyle alakalı anlaşılması gereken bir şey olarak arkamızda afişe edilmiş vaziyette. Şimdi hayat nedir? Türk hayatı nedir? Manalı hayat nedir? Efendim elimizde iki şey var ya Türk olacağız, ya Amerikalı. Bundan başka bir şeyimiz yok. Türk olmanın ne olmadığını hepiniz biliyor olmanız lazım çünkü elinizde başka bir şey yok. Bugün bu içinde bulunduğumuz salon beşinci katta betonarme bir yapının içinde. İşte bizler takım elbise giyip burada oturuyoruz. Dünyanın dört bir yanına bu kıyafetle gittiğiniz zaman anormal karşılanmıyor. Böyle anormal bir hayatımız var, bu anormal dediğim şey aslında bize kakalanmış şey. Türk hayatı dediğimiz şeyi bizim talep ediyor olmamız lazım. Nedir acaba bu? Rasulü Ekrem ahirete irtihal edinceye kadar olan zamana Asr-ı Saadet diyoruz. Asr-ı Saadet, saadet asrı. Şimdi ne dediğimizi biliyor muyuz? Demek ki “saadet” kelimesini Asr-ı Saadet’i bir tarafa koyduğunuz zaman pek de risalet geldikten sonra Rasulü Ekrem’in bütün gazveleri, çekilen sıkıntılar, şehitler vesaire bunları düşündüğünüz zaman hiç ortalıkta insanların “saadet” kelimesi denildiği zaman aklına gelen hadiseler gelmiyor. Demek ki gavurlar ne diyorsa ve biz ne diyorsak bunların birbiriyle alakası yok. “Temiz”. Bir Müslüman temiz neye diyor, gavur neye diyor. Bunlar birbirleriyle alakalı şeyler değil. Bizim bütün hayatımız da böyle . Yani bir Amerikan hayatı var dünyada, herkese empoze edilen; İstiklal Marşı Derneği’nin de söylediği, olmadığı takdirde ahiret yurdunda hesabını vermemiz mümkün olmadığını söylediğimiz bir de Türk hayatı var. Türk hayatıyla Amerikan hayatı, Türk olmakla Amerikan olmak birbirleriyle çatışan şeyler. Biri olduğu zaman öbürü olmuyor. Biri birini her zaman için öldürmeye çalışıyor. Bunun en acı örneği hafızların öldürülmesi dünyada. Veya dünyada baldırı çıplak diye tabir ettikleri Müslümanların sistematik olarak hususen de Pakistan’da öldürülmeleri. Niye? Öldürmeseler de adamın sermaye piyasasına hiçbir dahli yok aslında; menfi veya müsbet numara da çekemeyecek bir adam olmasına rağmen. Ama öldürüyorlar. Çünkü Türk hayatına yakın ne varsa bu doğrudan doğruya şu anda cari olan Amerikan hayatını tehdit ediyor. Şimdi nasıl bir hayatımız olacak? Asr-ı Saadet’ten bahsettik ve şunu diyoruz ki kıyamete kadar biz kat’i suretle öyle bir hayata sahip olamayacağız. Bunu bize Hadis-i şerif söylüyor. Hiçbir şekilde. Hazreti Ayşe’den rivayet edildiği üzere, o yürüyen Kur’an’dı, Resulü Ekrem için söylüyor bunu biliyorsunuz. Böyle bir yüksek hayata sahip olamayacağız. Ama Türk hayatı dediğimiz şey tamamen Rasulu Ekrem’in hayatı, hadis, sünnetin bu topraklar üzerinde fiiliyata dökülebilmiş hali. Bu topraklar dışındaki halleri? Onlar da bize benzesinler Türk olsunlar diyoruz çünkü ellerinde gavurların onlara yutturduklarından başka bir şey yok. Yani “saadet” Rasulü Ekrem ile birlikte yaşamak idi.

Biraz önce cihat meselesini Mehmet Ali Bey izah etti. Bizim de hayatımızın tek gayesi Allah’ın dinini yaymak ve bu hususta cihat etmek. Bütün bu Amerikan hayatıyla Türk hayatının çatışması da doğrudan bununla alakalı. Bir Türk evi diye bir şey var. Lütfi Hoca’nın Bu yeni neşrolunmuş kitabında bunla alakalı bir yazı da var. Türk evi dediğimiz şey ahiret yurdunu düşünen, öldükten sonra hesabını verip Cennete gitmeyi arzulayan insanların ancak yapabildikleri ve böyle bir Türk evine denk gelenin veya düşenin de o Türk evindeki hayatın o insanları -meselenin aslını baştan bilmeseler bile- ahiretteki hesaplarını kolay verecek hale getirmeye itecek bir düzen. Çünkü çok sade bir düzen. Bir Türk evi dediğimiz zaman ahşap toprak bir evden bahsediyoruz. Kahir ekseriyeti tek katlı. Çünkü biz bütün hadislerden biliyoruz ki ev yapmak, bina inşa etmek neredeyse haram, ki kendimizi başkalarından korumak, mahremiyetimizi korumak, hayvanlardan korumak, soğuktan korumak, sıcaktan korumak için bunu yapmış olmayalım. Bunlar için Resulü Ekrem’in cevazı var, hatta “iyi, pekiyi, tamam” gibi bir tavrı var. Ancak bu sebepler için, insanların ancak bu korunmayı sağlayacak bir evi olmasına müsaade ediliyor. Bu Türk evinde de, her oda bir hane. Yani daha doğrusu haneler halinde. "Hane" de, ev demek. O evin içerisindeki her odada, her hanede bir ocak var. Bir tane “cağ” var, yani abdest alınabilecek bir yer var. Modern manada düşündüğünüz herhangi bir mobilya yok. Sedirler var, üzerine minder seriyorsunuz oturuyorsunuz döşekleri seriyorsunuz yatıyorsunuz. Sofra kuruyorsunuz yerde oturuyorsunuz ve yemeğinizi yiyorsunuz. Bunlar yerleri değiştirilmek suretiyle aynı hane içerisinde bir ailenin aslına iyi bir şekilde yaşamasına yeterli olan unsurlar. Yemek yiyebiliyor, oturabiliyor ve yatabiliyor; Ocağı var ısınıyor, ocağı var yemek yapabiliyor ve bir de abdesthanesi, cağı var orada da ister abdestini alıyor; gene isterse ne yıkıyorsa onu yıkayabiliyor. Şimdi Allah'tan korkup ahiret gününe inanmayan insanlar için -şu anda hepimizin evinde böyle bir düzen olmadığını, çoğumuzun evinde böyle bir düzen olmadığını biliyorum- bu başka bir şey. Yani biz Cihad edip, cihadın sonunda da “Ya şehit olacağız, ya gazi” demiyorsak, bu dünyadan bir şeyler bekliyor oluyoruz veya beklememizi telkin ediyorlar. Halbuki amacımız sadece şehit ve gazi olmak ise, zaten dünya için bir şey yapmak, hususen de ev yapmak için uğraş göstermememiz lazım. Çünkü Resulü Ekrem, hadisi şerifinde evinin duvarını tamir eden adama diyor ki : “Kıyametin daha evvel kopmayacağını nereden biliyorsun?” İşte bu şuur ile yaşandığı zaman bir Türk hayatı, bir Türk Evi olabiliyor içinde de bir Türk erkeği, Türk kadını, Türk çocuğu olabiliyor. Tabii bunu biraz daha mufassal hale getirmek lazım, nedir acaba, ne olabilir? diye. Çünkü hemen insanlar gazveye katılıp şehit olmuyorlar; büyük çoğunluğu yatağında ölüyor ve o geçen süre zarfında ne oluyor? İşte bir çalışma hayatı diye bir şey var bu mevcut modern hayatın cari halinde aylıkla çalışıyor insanlar. Halbuki aylıklı çalışmak sünnete uymayan bir şey. Çünkü Resulü Ekrem cebinde birkaç kuruş kalırsa onu da tasadduk edip öyle evine gidermiş. Aylıkla çalıştığımız zaman, nasıl olacak da aldığınız aylığı eve götürmeden tasadduk edelim… Çok saçma bir şey değil mi? Demek ki ikisinden biri doğru. Ortada bir saçmalık var, hangisi saçma? Ya biz Allah'ın bize emrettiği gibi yaşamıyoruz ya da onlar bilmiyorlarmış bu işi(!). Haşa, sümme haşa! Dolayısıyla modern dünyada insanlar yevmiye ile yaşayabildikleri bir hayata sahip değiller. Ama aslen evlerini geçindirebilmek için çok az paraya ihtiyaçları olmalıydı. Kimsenin süt almak gibi bir derdi yoktu çünkü ya hayvanları vardı, ya da bulunduğu mahallede adama süt verebilecek komşuları vardı. Çok az şey için paraya ihtiyacı vardı insanların, yani kat kat libas almıyorsa günlük kendine, pek çok şeyini kendisi halledebiliyordu, ekmeğini kendi yapmak gibi. İşte böyle bir hayat, şu mevcut kapitalist düzende hiç istenmeyen bir şey çünkü kapsamı daraltıyor, çünkü paranın çevrilmediği, paranın ihtiyaç olarak vaaz edilmediği bir hayatı oluyor insanların. Böylelikle Amerikan hayatının vaaz ettiği “Amerikan hayatı”nın dışına çıkılmış oluyor. 

Aynı şekilde Türk evinde Bir de Türk kadını var onun da buna bir katkısı var, o da şu; evin erkeğine diyor ki: “Az getir, helal getir.” Az getir, helal getir bu kadar. Bu anlayış olduktan sonra “ihtiyaç” diye empoze edilen şeylerin hiçbirinin sözü edilmez hale geliyor. Bu kadar.

İstanbul'dan geliyoruz biz, pek çoğumuz İstanbul'dan geldi. Türk Evi dediğimiz zaman genelde İstanbul'daki evler örnek gösterilir. Bu biraz doğru, biraz yanlış. Doğru kısmı, Türk evi dediğimiz şey her nerede okursanız okuyun, ahşap bir binadır. Yani betonarme Türk Evi, onu da geçtik taştan yapılmış Türk Evi diye bir şey en azından İstanbul'da yok. Türk evleri kati suretle gayrimüslim evlerinden İstanbul’da renkleri bakımından birbirinden ayrılır. Türk evi yeşil olur, mavi olur, bilhassa kiremit renkli aşı boyalı olur veya boyasız olur. O gördüğünüz simsiyah onlar evler onlar işte boyasız evler. Gayrimüslimlerin evleriyse kül rengi olur, gri olur. Bu özellikle İstanbul’da Türk hayatının muhafazası için Türklerin yaptığı bir şeydi. Türk-gayrimüslim ayrımı. Esas olan şey her zaman için her hususta bu olduğu gibi Müslim-gayrimüslim ayrımının belirgin olması. Tanzimat'a kadar hiçbir şekilde gayrimüslimlere ev ve arsa satılmadı. Satılması yasaktı. İşte Hıristiyan takvimine göre on sekizinci yüzyılda bir ferman var. İstanbul’da çok yangın olmuş, şu anda böyle 500 yıllık, 400 yıllık, 300 yıllık evler yok İstanbul’da. Bunun en büyük sebebi İstanbul’un yüzde sekseninin yanmış olması. Yani şöyle diyelim İstanbul dediğimiz yer neresi? Sarayburnu’ndan Topkapı’ya Yedikule’ye kadar olan sur içinin olduğu yer yani bu alan içerisinde, bu alanın yüzde sekseni yanmış. Yani yüzde sekseninde büyük yangınlar çıkmış. Dolayısıyla böyle eskilerden kalan, bilmem kaçıncı asırdan kalan diye evlerimiz yok. Her ne hal ise saray ferman yayınlıyor; diyor ki: yangından sonra gayrimüslimlere ev arsaların satıldığı tesbit edilmiştir, bunların diyor iadesi, yapanların da cezalandırılması diye. Tanzimat'a kadar ondan sonra iş bozuldu. Yanlış olan kısmı ise evlerin bitişik nizam ve iki-üç katlı olmaları. Bunun sebebi ise İstanbul’da on sekizinde hıristiyan asrından sonra ev inşa edecek az yer kalmasıdır. Normalde Türk evinde ev halkının namahremden uzak iş yapabileceği ve dolaşabileceği bir bahçesi de olur. Yer kalmayın bu bahçelere de ev yapılmış.

Evet ben de uzattım işi farkındayım. Bir şey söyleyerek o zaman noktalayayım. Apartman bir şey okuyacağım size alıntı Reşat Ekrem Koçu’dan. Şöyle diyor: “Müslüman Türk’ün, Türk ailelerinin geniş çoğunlukla apartmanda oturmaya başlaması da tesettürün kadının evi dışında örtünmesinin kalkmasından sonra, cumhuriyet devrinde başlamıştır. Ondan önce İstanbul’un apartmanları fakir Musevi ailelerinin iskan ettikleri yine büyük ahşap yapı yahut hane denilen binalarla bekar odaları idi. Onlar da zenginler tarafından irat olarak yaptırılırdı.” Bu paragraf 1961 senesinde yazılmış. 1961 senesindeki Türk yazısını bilen, Türk hayatının ne olduğu hakkında, neyin kaybedildiği hakkında bilgisi olan ve aslında öyle mütedeyyin bir hayatı olmayan biri Türklerin apartmanda yaşamalarının Müslüman hayatını terk etmeleri Cumhuriyetten sonra ancak olabildiğini ikrar ediyor. 

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. 

Durmuş Küçükşakalak: Oruç Özel’e teşekkür ederiz. Sabrınızdan dolayı size de teşekkür ederiz. Kaç dakika ara? 

Oruç Özel: İkindi namazı kılmak üzre yaklaşık 20 dakika 25 dakika bir ara vereceğiz. Teşekkür ederim. Akabinde konserimizin ikinci bölümüyle devam edeceğiz.

 

 

İKİNCİ CELSE

Oruç Özel: Selamun aleyküm,

Şimdi seminerimizin ikinci celsesi başlayacak. İkinci celsede de altı kişi söz alacaklar. İkinci celsemizi ikinci başkanımız Gökhan Göbel yönetecek. Önce kendisini kürsüye davet ediyorum. Genel sekreterimiz Mustafa Tosun. Merkez Yönetim Kurulu...

İsmet Özel: Katip.

Oruç Özel: Katib-i Umumi'miz Mustafa Tosun, Merkez Yönetim Kurulu üyemiz Faysal Toprak, İstanbul Şubemiz üyesi Seyfullah Köksal, İstanbul Şubemiz üyesi Muttaki Ünlü ve yine İstanbul Şubemizin üyelerinden İlker Çokgör.

Gökhan Göbel: Güzel bir haberle başlayacağım ikinci celseye. Hatta Hristiyan takvimine göre 1928’den sonra Türk milletinin aldığı en güzel haber. Sınıf Bilinci’nin arka kapağında: İsmet Özel - Bir Yusuf Masalı Girizgah bekleyiniz yazıyor. Türk harfleriyle "Bir Yusuf Masalı Girizgah" isimli kitabı neşredilecek inşallah İsmet Özel’in. Bu haberi -90 sene olmuş harf inkılabından bu yana- İsmet Özel’den başkasından almadık. Niye almadık konuşmanın sonunda inşallah vaktim kalırsa onu izah edeceğim. Seminerimizin ismiyle birebir alakalı şiir meselesi yani başta bu haberi vermem de hususen bununla alakalı. Ne dediğini bilmek bildiğini okumak. Şiir okumak insanı ne dediğini bilmek konusunda kışkırttığı gibi bildiğini okumaktan da alıkoyar. Muammer Parlar’ın bahsettiği “bildiğini okumak” değil bu. İsmet Özel Savaş Bitti şiirinde:

Biyos derlerse hayat logos derlerse akıl
Bunları sular seller gibi bilmeyi marifet sanma sakın

diyor. Türkiye’de ilk gazetenin, ilk resmi gazetenin Takvim-i Vakayi olduğunu öğrettiler bize. İlk özel gazetenin aslında yarı resmi gazetenin Ceride-yi Havadis olduğunu söylediler. Mesela bu bir bilgi midir? Türkiye’de ilk özel gazete için Ceride-yi Havadis dediğimiz zaman biz bir şey bilmiş mi oluyoruz yoksa bize bunu öğretenlerin bize hakaretini mi dillendirmiş oluyoruz? Bundan bahsedeceğim. Bu gazete, Ceride-yi Havadis 1840 yılında yayınlanıyor Hristiyan takvimine göre. Tanzimat'ın, Tanzimat Fermanının ilanından bir sene sonra...

 

İsmet Özel: Acaba bir sene sonra mı? Kaç ay sonra? Yani çünkü 1928 Hristiyan takvimine göre diyoruz yazımız elimizden alındı. Halbuki Aralık ayında. Yani meselâ kendi takvimimizi kullansak diyeceğiz ki 1200 bilmem kaçta bu oldu ve şu ayda oldu diyeceğiz yani. Onun için yani bizim zihnimizi her bakımdan örtüyorlar. 

Gökhan Göbel: Bir de işin Âkif Paşa ile ilgili bir tarafı var. Allah rahmet eylesin. Âkif Paşa şair ve devlet adamıydı. Hükümet edebilen son şairimizdi Âkif Paşa. Hem ilk hariciye nâzırı hem ilk dahiliye nâzırıydı. Tek başına bir adamdı o da devletin içinde. Hristiyan takvimine göre 1787- 1845 yıllar arasında yaşadı. Ömrünün sonunda hacca gittiği için Hacı Âkif Paşa olarak da bilinir. Yani ölmeye gitti oraya. Âkif Paşa hariciye nâzırı iken 1836 tarihinde, Tanzimat fermanından üç sene evvel, Baltalimanı Anlaşmasından da evvel. Ama Yeniçerilik kaldırılmış. İsmet Bey’in son yazısında söylediği gibi, Yeniçeriler kaldırılmış ama aynı zamanda yeniçerilik mefhumu da zarar görmüş artık. O da 1826 Hristiyan takvimine göre. İşte hariciye vekili Âkif Paşa. 1836 Kadıköy’de İngiliz gazetesinin bir muhabiri; Churchill isimli birisi. Ceride-i Havâdis’in çıkmasından önce oluyor bu. Kadıköy’de. Churchill avlanırken kuzu otlatan bir Türk çocuğunu tüfekle vuruyor. Akif Paşa hariciye nazırı olarak durumdan haberdar oluyor. Önce hapsettiriyor sonra dövdürüyor Churchill’i. O zaman bunlar müstemin tüccar. Eman verilmiş kişiler. Böyle bir şey yapılması yani alenen Türk topraklarında bize karşı suç işlenmesine karşı bir müeyyide uygulanması yasaktı. Devlette bunu yapabilecek tek bir adam vardı: Akif Paşa. Dövdürüyor, hapsettiriyor. İngiliz sefiri durumdan haberdar oluyor. Tabi bu İngiliz sefiri küçük padişah olarak biliniyor. Gelip “ne biçim bir iş bu” diyor. “Çabuk adamı bırakacaksınız. Bunun bedelini de ödeyeceksiniz” diyor. Churchill’i bırakıyorlar bu hadiseden sonra. Akif Paşa hariciye nezaretinden azlediliyor. Ama sefirin bedelini ödeyeceksiniz dediği kısım şu; Churchill’in başına böyle bir şey gelmesi karşılığında Osmanlı Devleti mükafat veriyor Churchill’e. “Biz böyle bir şey ettik. Aman bu işin üstünü kapatalım” diye. Zeytin yağı ihraç hakkı veriyor Churchill’e. Pırlantalı iftihar nişanı takıyor ve bugün işte ilk özel gazete dediğimiz Ceride-i Havâdis’i çıkarma imtiyazı veriyor. Yani bize karşı işlenen suçun mükafatı olarak ilk özel gazete dediğimiz gazete neşrediliyor. Yani o bakımdan hani ne dediğini…

İsmet Özel: Matbuat nedir?

Gökhan Göbel: Evet, Matbuat nedir? Bize öğretileni kabul ettiğimiz zaman biz ne olmuş oluyoruz? 

Akif Paşa’nın hikayesi uzun. Kısaca bahsedeceğim. İsmet Bey’in söylediği üzerine Akif Paşa tamamen İstanbul’dan gönderildikten sonra ancak Churchill o gazeteyi çıkarabiliyor. İmtiyazı veriyorlar ama Akif paşa’nın korkusundan çıkaramıyor. Akif Paşa önce hariciye nazırlığından azlediliyor sonra rakibi Pertev Paşa azledilince dahiliye nazırı oluyor. Rakibi de değil. Aleyhimize iş çeviren adam. Pertev Paşa’nın sonunda hesabını gördü Akif Paşa. Pertev Paşa dediğimiz adam yeniçeriliğin kaldırılması işini kağıda geçiren, ilan eden adamdır. Pertev Paşa’nın yetiştirmesi Reşit Paşa aslında sefil bir adamdır. Kitaplarda Koca Reşit Paşa, Türk büyüğü olarak anlatılır. Akif Paşa’nın iktidarını kaybetmesinden sonra, kendine devlette sağlam bir yer bulabilmiştir. Reşit Paşa Londra sefiriyken, çok genç yaşta Londra’ya sefir tayin ediliyor hakkı olmadığı halde, çünkü Pertev Paşa’nın yetiştirmelerinden biri ve gelir gelmez Londra sefaretinden Tanzimat-ı Hayriyye lafı ilk defa o zaman ediliyor. Tarih 1837. Akif Paşa tek başına iki sene onu da geciktiriyor. Balta Limanı Anlaşması dediğimiz anlaşma 1571’den sonra, Türkler mağlup edilebilir fikrinin yayılmasından sonra ve gene İsmet Bey’in son yazısında zikrettiği gibi tamamen Kapitalist bir tezgâh olan İnebahtı’dan sonra -Haçlı hadisesi tabi ki var- gavurların Türk düzenini yok etmeye karşı olan en büyük adımları Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması, Balta Limanı anlaşması Reşit Paşa’nın yalısında imzalanıyor. Bugün orası Balta Limanı Kemik Hastanesi. Hepsi planlı programlı yapılmış işler. Akif Paşa’yı önce el çektiriliyor hükümetten. Sonra rütbeleri sökülüyor, iki yıl ceza alıyor, İstanbul’a dönmesi bile yasaklanıyor. Ancak Bursa veya Yozgat’ta ikamet edebilirsin deniyor. Yozgatlı kendisi. Bursa’yı seçiyor. Sonunda, ömrünün sonunda Abdülhamit’in doğumu üzerine, şehzadenin doğumu üzerine yazdığı bir tarihle İstanbul’a gelme hakkı veriyorlar kendisine fakat ev hapsinde. Vakanüvisler camiye gitmesine müsaade dahi etmişlerdi gibi bir şerh düşüyorlar ve o da hacca gidiyor. Ölmek için gidiyor. Dede Efendi gibi. Hacc ediyor. Dönüşte ölüyor. İskenderiye’de. Kabri de oradadır. 

Akif Paşa modern Türk şiirini başlatan adamdır. Bu da Türkiye’deki hem seviyesizlik yüzünden hem de gayr-i Müslüm cephe yüzünden -ikisi de aynı yere çıkar- üstü örtülen bir şey. Şinasi ile başlatma temayülü modern Türk şiirini. Bütün kitaplarda Akif Paşa ile değil, Şinasi ile başlatırlar. Halbuki Şinasi’nin şairliği yoktur. Gazetecidir Şinasi. Yenilik dedikleri şey de gazete çıkarması, ilk defa makale yazması, noktalama işaretleri kullanması. Meselâ Türk okurlarının bildiği bir tabir var “Mahfuzat-ı edebiyye”. Peyami Safa ellili yıllarda yazdığı bir yazıda diyor ki: “Herkes divan şiirinden, Tanzimat’tan sonraki şiirden, Fransız edebiyatından daha eskiler de Arap ve Fars edebiyatından ya şiirin bütününü ya parçalarını ezbere bilirlerdi.” Böyle insanlar vardı. Şinasi’nin Türk okurlarının indinde böyle bir şiiri falan yoktur. Şinasi, Baudelaire’den yaşça küçük. Akif Paşa, Baudelaire’in babası yaşında belki. Buradan da yakıştıramıyor olabilirler. Adem Kasidesi’nin -Akif Paşa’nın meşhur şiiri- divan edebiyatının şeklî özelliklerini kullandığı lakin söylediği şey olarak divan edebiyatından farklı olduğunu eskiden söyleyen insanlar vardı, yazımız elimizden alınana kadar. Çünkü o zaman divan edebiyatının ne olduğunu okuyan, anlayan, bilen insanlar vardı. Cumhuriyet’ten sonra böyle bir şey yok. Olanlar da divan edebiyatı hakkında bilgi sahibi olan insanlar diyelim çünkü Abdülbaki Gölpınarlı’yı mesela yabana atamayız. Ama Abdülbaki Gölpınarlı 1945 tarihinde “Divan Edebiyatı Beyanındadır” diye bir kitap yazdı. O kitapta yani hücum etti divan edebiyatına küçümsedi, tahkir etti. O zaman salâhiyettar görünüyordu bu kitabı yazmaya. Buna Nurullah Ataç bile itiraz etti yani onun bile gönlü elvermedi. Bugün divan edebiyatı konusunda yani bizim yazımız elimizden alındıktan sonra söylenen şeylere hiçbir şekilde îtimat etmemek lazım. Bir de şu misali vereyim Orhan Şaik Gökyay, Arapça tahsili olan biriydi ve meraklı bir adamdı. Bugün kalburüstü bilinen bütün akademisyenlerle beraber Kanûnî’nin Zigetvar’daki türbesine gidiyorlar. Orada Orhan Şaik Gökyay, Bâkî’nin Kanûnî Mersiyesi’ni okuyor ve orada bulunan herkes bunu nakleden zaten İlber Ortaylı ben ondan biliyorum “biz divan edebiyatını hiç bilmiyormuşuz” diyorlar. Hepsi şiiri ağzı açık dinlemiş; ki Orhan Şaik Gökyay’ın da doğum tarihi belli nihayetinde. 

Mesela “Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi” kitabının müellifi İsmail Habip Sevük yeni edebiyatımzı Akif Paşa ile başlatır. Akif Paşa’nın takipçileri var. Akif Paşa hem manzum hem mansur yazdıkları itibari ile öncüdür. Adem Kasidesi şeklen kasideyi andırır ama Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi kadar andırır. Ne girizgahı vardır, ne fahriyesi vardır ne methiyesi vardır, halbuki kasidenin öyle bölümleri var. Ama Adem Kasidesi’nde baştan aşağı adem var. “Çeşm-i îman ile baktıkça vücûd-u ademe / Sahn-ı cennet görünür âdeme sahrâyı adem” diyor. Heceyle yazdıkları da var Akif Paşa’nın. Antolojilerde o şiiri almadan edemezler “Tıfl-ı nazeninim unutmam seni”. Sonra cılız da olsa bu işin takipçileri olduğu belli, çabalar var. Hem Namık Kemal’in hem Ziya Paşa’nın heceyle denediği şeyler var. Hele nesirde Akif Paşa’nın yeni edebiyatımızı başlattığı konusunda hiç şüphe yoktur. Namık Kemal bu yazdığımız lisanı biz Akif Paşa’dan öğrendik der. 

Modern Türk şiiri İsmet Bey’in gene son yazısında var- Türk varlığına tekabül eder. Türk varlığını orada aramak lazım başka bir yerde yok. Yani böyle bir hâdise oluyor “Churchill hâdisesi” şairden başka kimsemiz yok. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar her şey müslümanların aleyhine işledi gayri müslimlerin lehine işledi. Nüfus bile. Nüfus, nüfuz, mevki makam her şey. O aralıkta sadece şairlerimiz bu hususta bir çaba gösterdi ve bir Türk varlığı varsa şiirde aramak lazım nitekim Hürriyet Kasidesi nasıl başlıyor? Akif Paşa’nın başına geleni de düşünün Namık Kemal’in de başına geldi aynı şey. Namık Kemal de hükümetten el çektirildi. Sonra şunu dedi:

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetden
Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten

Bir mısraa daha dikkat çekmek istiyorum aynı şiirde. Gene “Churchill hâdisesi”ni de akılda tutarak; “Köpektir zevk alan sayyâd-ı bi insâfe hizmetten” diyor Namık Kemal. Türk şiiri buradan geliyor. Baştan beri millet- devlet ayrımı var. Tanzimat’tan önce de var Tanzimat’la bu kat’îleşmiş. Tevfik Fikret, Millet Şarkısı diye adını boşuna koymadı şiirinin. Şunu da söyleyeyim; Şinasi, Reşit Paşa’ya ne diyor? Galata bankerlerini devlete -yani daha önceden beri var da- aleni musallat eden de gene Reşit Paşa’dır. Hatta onun zamanında gayrı mümkün olarak şey Tanzimat’tan önce mülk edindikleri falan da vakidir. O zaman için Galata Bankerlerinin en meşhuru Kamondo ailesiydi. Yahudi bir aile. O Kamando’lardan biri Reşit Paşa’yı sofasında bekliyordu evindeydi Reşit Paşa öldüğü zaman. Mesela Şinasi, Reşit Paşa’ya “medeniyet resulü” demiştir. Yani o bakımdan millet esassa Reşit Paşa’ya medeniyet resulü diyen adamın modern Türk şiirinin başlatan adam olma imkânı hiç yok. Çünkü gene İsmet Özel’in son yazısına bakarsanız orada Modern Türk şiirinde son melcenin İstiklâl Marşı olduğunu söyler ve marşımızda “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraı vardır. Şunu da söyleyeyim, Şinasi münâcat yazmıştır ama naat yazmamıştır, Reşit Paşa’ya medeniyet resulü dediği için kitabında naat yoktur.

Cumhuriyet’ten sonra bir şeye kavuşuruz diye umduk ama daha beteri oldu. Faruk Nafiz’in başına gelenlere bakarsak şair, devlet, millet meselesinde bir şeyleri gene fark edebiliriz. “FEYHO” bize öyle öğrettiler okulda, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç, Yusuf Ziya, Halit Fahri, Orhan Seyfi Orhon. Beş Hececiler yani. Faruk Nafiz, Beş Hececilerin en genci, en kabiliyetlisi. Aruzu bırakıp -harikulade kullandığı halde- heceye geçiyor ve Han Duvarları diye bir şiir yazıyor. Cumhuriyet’in iddiasının “kimsesizlerin kimsesi olmak” olduğunu düşünürsek Han Duvarları şiirinin şairi 1946’ya kadar CHP tarafından vekil yapılmamıştır. 1946’dan 1960’a kadar bilfiil mebusluk yaptı ama 1960’ta 27 Mayıs müdahalesiyle Yassıada’ya gönderildi, vatana ihanet suçundan yargılandı. Yani Âkif Paşa’yı padişahın cezalandırdığını düşünüyorsanız, Faruk Nafiz’i de milli birlik komitesinin cezalandırdığını düşünürsünüz. Birini dünya sisteminin merkezi o zaman londra’daydı İngilizler, diğerini Amerikalılar -45’ten sonra dünya sisteminin merkezi Amerika’da olduğu için- cezalandırdı. 27 Mayıs’a kadar devam eden modern Türk şiirinin, Turgut Uyar’ın üç sene sonraki yazısıyla artık çıkmaza girdiği beyan edildi. Âkif Paşa’dan 27 Mayıs’a kadar gelen bir çizgi var. Amerikalılar işgal, istimlak ne diyeceksek ettiğinden sonra Turgut Uyar, Çıkmazın Güzelliği’nden bahsetti 1963 Kasım, 1965 Şubat’ta İsmet Özel “Partizan” dedi partizanlıktan söz açtı ve bugün “Bir Yusuf Masalı Girizgah” kiabı Allah’ın izniyle Türk harfleriyle yayınlanacak.

Bunu İsmet Özel’den başkası niye yapmadı bugüne kadar? Gavurluk, başka şeyler elbette var, ama yine bir seviye meselesi var. En ateşli inkılâp müdafîleri inkılâptan önce yazımızın bize kazandırdığı seviye dolayısıyla bir yer işgal edemeyen insanlardı. Bunu Cenap Şahabettin’in yaşadıklarına bakarak anlayabilirsiniz. Cenap Şahabettin yaşarken birçok itiraza uğradı, bilhassa dil konusunda ama Cenap Şahabettin Türkçenin fakirleşmesine müsaade etmedi. Karşı tarafta olan kifayetsiz muhterislerin diyelim ise bugün adı anılmıyor. Cenap Şahabettin’e o gün dil konusunda hücum eden adamların hiçbirinin adı bugün anılmıyor. “Yüz” desene diyorlardı niçin çehre diyeceksin, surat diyeceksin? Sadece yüz de olsun bitsin diyorlardı. Buna Cenap Şahabettin razı olmadı. Mesela işte Elhân-ı Şita. İstanbul’da ilk kar yağdığında matbuatta Elhân-ı Şita şiirinin neşredildiğini insanlar İstiklâl Marşı Derneği’nden öğrendi. Bunu temellük ediyorlar ama İstiklâl Marşı’nın nasıl söylendiği konusunda da insanlar bir şey öğrendiler İstiklâl Marşı Derneği’nden ama o konuda bir hareket yok insanlarda. Neyse Elhân-ı Şita’ya dönelim. “Niye kış nağmeleri demiyorsun da Elhân-ı Şita diyorsun?” diyorlar Cenap Şehabettin’e. Ama “rıhlete'şşitâi ve's-sayf” yani şita kelimesi ayet-i kerimede geçiyor Türkçede var kim ne hakla bu kelimenin Türkçeden tard edilmesini isteyebilir? İşte yazımız konusunda kifayetsiz insanlar Cenap Şahabettin’e karşı bunu savundular ama hiçbirinin adı bugün anılmıyor, ama Elhân-ı Şita var. Harf inkılâbından hemen önce Peyami Safa, -Necip Fazıl’ın Bâbıâli kitabında geçer- ediplerin meclisine giriyor, dehadan falan bahsediyorlar o esnada. O da bırakın dehayı adam ahmak mı, değil mi? onu anlamak için ben size iki ölçü vereyim diyor: 1- Latin harflerine taraftar mı? 2- Tayyare bileti aldığı oluyor mu? Alıyor mu da değil aldığı oluyor mu? Bu iki soruya evet cevabı veren ahmaktır diyor. Harf inkılâbından hemen önce. Mesela Faruk Nafiz’in adını andık. Behçet kemal Çağlar’ın Latin yazısına geçilene kadar adı yok edebiyatta. Yani 20 yaşında diyebilirsiniz, 1908’li ama 20 yaşında Faruk Nafiz’in 3 tane kitabı vardı. 3 şiir kitabı çıkarmıştı Faruk Nafiz. Behçet Kemal Çağlar’ın ilk kitabı, 1932-33 “Onuncu Yıl Marşı” ile beraber, o zamanlarda. Onuncu yıl Marşı’nda bu iki isim yazar. Latin harflerine geçilmemiş olsaydı Behçet Kemal’le Faruk Nafiz’in adının yan yana gelme imkânı hiç yoktu ama oldu. İnkılâpların en ateşli savunucusu kim? Behçet Kemal Çağlar. Bir de Şevket Rado diye bir isim var, o da şiir de yazmış, kitabı falan da var. Orhan Pamuk’un eniştesi, teyzesinin kocası. 1945 yılında Mithat Cemal’le mülakat yapmaya gidiyor evine, evde not alıyor falan. Notları bizim harflerimizle alıyor. Mithat cemal mülakatın notlara bakıyor ve “aman yarabbi! Siz yarı ümmîsiniz diyor. Şiir-miir yazıyorsunuz bunları bırakın diyor. O kadar çok hatalarla dolu ki yazdığı şey, fahiş hatalar! Mithat Cemal’in dediğine göre. Ve “siz bu işi bırakın” diyor Mithat Cemal Şevket Rado’ya. Şevket Rado sonra “Büyük Türk Lügati” neşretmeye bile kalktı hepsi hatalıdır. Yarı ümmî, okur ama yazamaz demek lakin o tertip edilen lügatteki hatalar okuma da bilmediğini gösteriyor. Neyse Allah’tan Orhan Pamuk’u görmediler. Teşekkür ederiz.

Şimdi konuşmasını yapmak üzere, konuşmasının başlığı “Biz Türklerin Sağı Solu Belli Olmaz veya Sağım Solum Sobe”, İstanbul Şubemiz üyesi Seyfullah Köksal'a veriyorum.

Seyfullah Köksal: Selâmun aleyküm,

Sağ-sol veya sağcılık ve solculuk nedir? Bundan bahsetmeye çalışacağım. Tamamen Türklerin aleyhine işleyen bir mekanizmanın husule getirdiği bir ayrım sağ ve sol. Bu iki siyasi programın çıktığı yer olan batıda ve bizim topraklarımızda nasıl anlaşıldığı üzerine bir şeyler söylemeye çalışacağım. 

Sağcılık ve solculuk kavramlarının siyaset literatürüne girmesi batıda iki yüz küsur yıllık bir geçmişe sahip. Bizim topraklarımızda daha yeni. Sağcılık ve solculuk kavramlarının etkin bir şekilde Türkiye’de duyulması 1950’den sonraki döneme denk gelir.

Sağ ve sol batılı zihin yapısı içinde ancak bir yere oturtulabilir. Çünkü batının kendi iç değişimine, düşünce yapısına ait bir siyasi program olarak ortaya çıkmıştır sağcılık ve solculuk. Dolayısıyla orada anlaşıldığı hali ile bizim topraklarımızda anlaşılabilir mi? Veya sağcılar ve solcular denildiğinde hakikaten iki taraftan mı bahsediyoruz? Bunu sarahate kavuşturmamız gerekiyor. Bu sebeple batıda ne anlama geldiği üzerinde kısaca durmak istiyorum. Batıda da bu kavramların, bu ayrımın neye tekabül ettiği üzerinde aslında bir muayyeniyet yoktur. Ne soldur ne sağdır; kim solcudur kim sağcıdır meselesi, bu iki kavramın menşeinin batı olmasına rağmen batıda da üzerinde anlaşmaya varılmış bir şey değildir. Dönem dönem farklı fikirler ortaya atılagelmiştir hep, kimlerin sağcı kimlerin solcu olduğu üzerine tartışmalar olagelmiştir.

Ama hepimizin bildiği gibi Fransız ihtilaline atıf yaparak bir izah getirmeye çalışılır hep. Sağcılık ve solculuk kavramlarının bir siyasi program olarak batıda anılması bilindiği gibi Fransız İhtilali’nden sonra gerçekleşen bir şey. Onların takvimine göre 1789’da Fransa’da ihtilal oldu. Burjuva devrimi de deniliyor. Akabinde Birinci Fransız cumhuriyeti ilan edildi ve bir meclis teşkil edildi. Teşkil edilen meclisin üyeleri ilk günden itibaren aralarındaki siyasal, ekonomik ve kültürel farklılıklarını esas alan bir yerleşimi benimsediler mecliste. Bir meclis kürsüsü var, bu kürsünün sağında ve solunda aralarındaki farklılıklara göre bir yerleşimi benimseyen insanlar var. Sağcılık ve solculuk kavramlarının çıkış noktası budur derler. 

Meclis kürsüsünün sağında ve solunda oturanlar arasındaki farklar bugün sağcılık ve solculuk arasındaki farklar olarak kabul ediliyor. Zaman içerisinde bu farklar çeşitli değişikliklere uğrasa da bu farklara dair kesin çizgiler belirlenemese de bugün o dönemin ayrımı geçerli kabul edilir sağ-sol bölümlenmesinde. Peki kimlerdi bu kürsünün sağında ve solunda oturanlar? Meclis kürsüsünün sağında aristokrat ve ruhban sınıfın temsilcileri oturuyordu. Kürsünün solunda ise devrimi yapan burjuva sınıfı yer alıyordu. İhtilalin düşünce zeminini hazırlayan, eski yapıya karşı değişikliği savunan, aristokratlara karşı eşitlik taraftarı olan burjuvalar solda yer alıyordu. Yenilik taraftarları. Karşısında ise yani sağında ise gerçekleşen devrimle beraber çıkarlarından oldukları için tutucu olan, menfaatlerine zarar verdiği için eşitliği reddeden aristokratlar ve ruhbanlar vardı. Sağda olanlar, işte sağcılık diye sonradan siyasi literatüre giren, devrimin getirdiğine karşı olanlardı. Yani ikisini ayrıldığı temel nokta değişim ve eşitlik karşısındaki tutumlarıdır. 

Bu hadiseden sonra yani Fransa’da Birinci Cumhuriyet Meclisinin yarımay biçimindeki salonunda ilk defa gerçekleşen bu bölümlenmeden sonra şöyle bir şey kabul edildi: Eşitlik ve değişim taraftarları solcu; bu fikirlere karşı çıkıp, değişimi reddedip çıkarlarını muhafaza etmeye çalışan soylular sağcı. Bir başka deyişle toplumdaki sınıfları muhafaza etmek veya geçmişteki kuruluşa dönmek isteyenler sağ, yeni bir sınıfın iktidarından yana olanlar da sol sıfatına lâyık görüldüler. 

Türkiye’de bilindiği gibi dinsizlikle irtibatlı görülen solculardır. Solcu denildiğinde dinsiz, ateist kimseler anlaşılır. Sağ denildiğinde de tersi. Dinle irtibatlı olan kimseler anlaşılır. Bu anlayışın yaygın olması da yine bu hadise ile alakalıdır. Fransız İhtilali döneminde aristokrasi ile kilise aynı çıkarları paylaşıyorlardı. İkisi de mezkûr kürsünün sağında ve eşitliğe karşı olan taraftı. Ve burjuva kiliseye, Hristiyanlığa karşı bir sınıf olarak devrimi gerçekleştirmişti. Bu sebeple Türkiye’de hatta dünyada dinle sağ, dinsizlikle sol birbirlerine yakın kavramlar şeklinde belirginleşmiştir. Türkiye’de sol diye bilinen gurup batıdan yana olan bir yeniliğin temsilcisi kabul edildiği için de yine sağ din ile irtibatlı kabul edilmiştir. Zihinlerde böyle bir anlayış var fakat bu anlayışın tezahür etmesinin bizimle bir alakası olmadığı gibi batıda bile bir yeri yoktur. Avrupa’da bile kendilerinin dinsiz olduğunu söyleyen birçok kişi sağcı olduğunu söyler; dindar olduğunu, Hristiyan olduğunu söyleyen birçok kişi de solcu olduğunu ilan etmiştir. Bunun misalleri ile karşılaşabiliyoruz.

Velhasıl Aslında sağ ve sol 18. yüzyıl Avrupa’sının Aydınlanma Çağının anlayışına uygun şeydir. Türk düşmanı bir şeydir yani. Bizim sağ ve sol ayrımını kabul etmemiz demek, bir bakıma bu çağın dünyayı uğrattığı değişimi kabul etmek, gereğini yerine getirmek için çaba sarf etmek demektir. Türk varlığını yok saymak demektir. 

Türkiye’de de sağın ve solun tanımı batıdaki bu macera hesaba katılarak yapılmıştır. Halihazırdaki güç odaklarının değişmesi, yeni güç odaklarının belirerek bir değişimi temin etme çabası solu ifade eder. Sağ da halihazırda var olan ile devam etme, geçmişten geleni sürdürme üzerine bir programı benimsemektir. Bu minvalde ilericiler olarak solcular, gericiler olarak sağcılar görülmüştür. Batı ölçütleri esas alınarak böyle bir ayrım yapılmıştır. Buna göre de CHP solda, Demokrat Parti, Adalet Partisi sağda kabul edilmiş. Bu şekilde kimin ne tarafta olduğu belli olmadığı için tam zıttını söyleyenler de olmuş. Mesela İdris Küçükömer -Düzenin Yabancılaşması kitabında- Türkiye’nin kendi iç siyasetine uygun bir tasnif yapmıştır güya. O tasnif de şöyle: Sol yan, yeniçeri- esnaf-ulema birliğinden gelen, gerçek ve büyük kitlesiyle İslamcı-doğucu cephe. Sağ yanda ise devleti kurtarmak için daha çok batıcı-laik bürokratik geleneği benimseyenler var. Buna göre bilinenin, kabul edilenin tam zıttını söylemiş oluyor Küçükömer: CHP sağda, Demokrat parti veya işte sonrasında Adalet Partisi solda. 1968’de yayınlanan makalesinde yaptığı bir tasnif bu. Halktan yana olanları solda, halkın karşısında olanları ise sağda kabul ediyor. Kendi bakış açısıyla. Hatta yaptığı bu tasnif sebebiyle İdris Küçükömer, sağ-sol ayrımında kimin nerede kaldığı hususunda fikir beyan eden en orijinal kişi olarak bilindi. Fakat daha öncesinde Adnan Menderes bunu söylemişti zaten. Bilindiği gibi Demokrat Parti bir muvazaa partisi olarak kurulmuştur. Yani CHP’nin içinden çıkan bir partidir. O sebeple insanlar sormuştur: “Tamam, bir parti kurdunuz da bunun CHP’den farkı ne?” Menderes daha sonra Demokrat Parti’nin yerini şöyle tayin etmişti: “Halk partisinden bir parmak soldayız.” Menderes’in Küçükömer’in tasnifinden çok daha önce söylediği bir söz bu. Demokrat Partinin Cumhuriyet Halk fırkası yanında yerinin asıl tespitini Türk milleti yapmıştır. “Aynı fışkı! Ortasından kağnı tekeri geçmiş.” Buradan anlayabiliriz kimin sağda kimin solda olduğun ne kadar belirsiz olduğunu, zaten belirli olamayacağını da.

Türkiye’de İkinci Meşrutiyet’ten beri devam eden bir sol çizgiden bahsedilir. Türkiye’de solun tarihini yazan adam olarak bilinir Mete Tunçay. Meşhur Türkiye’de Sol Akımlar kitabını 1908’den başlatır. Solun Türkiye’de oluşumu diye verdiği aralık 1908-1925 arasıdır. 1908’i, İkinci Meşrutiyeti burjuva devrimi kategorisinde görür. Bu sebeple nasıl Batı’da Fransız ihtilali ile başlayan bir solculuk varsa Türkiye’de de 1908 ile başlayan bir solculuk olduğunu söyler. 

Türkiye’de ortaya çıkan meselelerin halline dair sol diye bir taraf varsa eğer Türkiye’de ve bu tarafın ortaya çıkmasının başlangıcı olarak 1908 tarihini kabul edersek eğer bu tarihin bize ne ifade ettiğine bakmamız lazım. Yani İkinci Meşrutiyetin ilanının ne anlama geldiğine. Buradan anlayabiliriz bu işin tamamen bir milliyet meselesi olduğunu. Bu tarih bize “Yahudilerin kurtuluşunu” ifade eder. Tanzimat’tan önce en altta olan Yahudiler İkinci Meşrutiyetle birlikte en üste çıktılar. Böyle bir hadiseyle birlikte Türkiye’de solun oluşumunun başladığı söyleniyor. Sağcılık ve solculukla alakalı bir şey değil yani bu; din, milliyet meselesi. Bunu solcuların sahiplendikleri 1 Mayıs’ın ne olduğuna bakarak anlayabiliriz. Bizim topraklarımızda meşrutiyetten sonra tek tük 1 Mayıs gösterileri olmuş fakat İstanbul'da 1921'de ilk defa kitlevi bir gösteri halinde görülmüş "1 Mayıs." Yani İstanbul işgal altındayken İlk 1 Mayıs gösterisi yapıldı. İstanbul beş sene işgal atında kaldı. Bu süre zarfında Türklere etmediği kötülük kalmadı gayr-i Müslimlerin. Biz canımızla uğraşırken İstiklal harbimizle ve İstiklal Marşımızla hiçbir alakası olmayan insanlar tarafından 1 Mayıs tertip edildi ve kutlandı. Öyle işgale karşı bir direniş falan da değildi. Böyle bir şeyi kabul edenler bugün solcu denilen insanlar.

Türkiye’de sağcı solcu olduğunu söyleyen insanlarda aslında ne tarafta olduğunu bilmeyen insanlar. Gerektiğinde kabul ettikleri bu iki siyasi programın yani sağın ve solun içinde olabilecek insanlar dün olduğu gibi bugün de siyaset sahasında. Sağ ve sol birbirine muhalefet eden iki farklı gurup, iki farklı görüş olarak görülse de aslında Türkiye’de ikisi aynı davaya hizmet etti şimdiye kadar. Dünya üzerinde Türklerin söz sahibi olmaması için bu iki tasnif Türk topraklarında kaçınılmaz bir şey gibi gösterildi. Sağcı mı, solcu mu? Başka bir alternatif yok gibi.

Türk topraklarında gayr-i müslim dünya ile kenetlenmiş, onların emrinde bir solculuk üretildi. Az evvel bahsetmiştim sağcılığın dinile irtibatlandırılmasının sebebini. Bu anlayışa münasip olarak da İslam ile ilişkilendirilen bir sağ üretildi. Karşısındaki sol da dinsizlikle irtibatlı. Fransız meclisindeki ayrıma esas alınarak böyle bir anlayış var. Halbuki Türkiye’de sağ ve sol denildiği zaman iki tür batıcılığın anlaşılması gerekir. Sağcı olmak denildiğinde mevcut şartları esas saymak, içinde bulunulan halin elverdiği oranda, o şartlara bağlı kalarak batılılaşmak anlaşılır. Sağcı olmak da solcu olmak da batıla hizmet etmekten başka bir şey değildir yani. Dünya sistemine sağdan ve soldan yamanma çabalarıdır sağ veya solun içerisinde bulunmak. 

Aslında bu şekilde iki taraf yoktur yani. Sağ ve sol diye iki taraf yoktur. Onların ikisi tek bir taraftır ve Türk düşmanlığı yaparlar. Sağın ve solun bizim topraklarımızda bir zemini yok. Dolayısıyla bizim hayatımızda yeri de yok. İnsanları zihnen çürütmek için en tabi şeyleri bile düşünmemek için, asıl olan şeyleri düşünmemek için bu şekilde siyasi programlar sürülüyor bizim önümüze. Asıl olan şey yazımız. Mesela Türkiye’de ne sağcılar ne solcular, bizim neden sağ elle soldan sağa yazdığımızı sorguluyorlar mı? Tabii bir hareket mi bu? Tabii olan sağ elle sağdan sola yazmaktır değil mi? Bütün işlerimizde olduğu gibi. Sağ elle yaptığımız bütün işleri sağdan sola yapıyoruz. İnsanlar sağcılık solculuk gibi kalıpların içine sokulduğu için, onların ne dediğini bilmeye sevk edecek yazımız hakkında ve hatta halihazırda yazmak zorunda kaldıkları yazı hakkında da bir fikirleri yok. Mesele aslında budur.

Teşekkür ederim.

Gökhan Göbel: Biz de Seyfullah Köksal'a teşekkür ederiz. Şimdi "Hoş Sadâ-yı Eşref-i Milel", koromuzun de arkasında gördüğünüz ismi başlık olarak, o başlık altında konuşacak olan İstanbul Şubemiz üyesi İlker Çokgör'e mikrofonu veriyorum. Buyurunuz. 

İlker Çokgör: Merhaba,

Ben de musikiye dair birkaç şey söyleyeceğim. Fakat vakit darlığından dolayı biraz tasarruf etmek durumunda kaldım.

Türk musikisine dair ilk kaynaklara El Kindi, Farabi ve İbn Sina’da tesadüf ediyoruz. Sesler arasındaki münasebeti, musikinin mahiyetini izah eden bu iptidai eserler Türk musikisinin köklerini teşkil ediyor. 13. hıristiyan asrında Safiyuddin Urmevi ile edvar geleneği başlıyor. O zamanlar musiki dairesel bir hareketle tahayyül edildiği için zamanın nazariyat eserlerini tarif ederken devr kelimesinin cemîi olan edvar kelimesi kullanılıyor. Kitab-ul Edvar eserinde on iki makam ismi zikrediyor Urmevi. Uşşak, neva, buselik, rast, ırak, ısfahan, zengüle, rehavi, hüseyni, hicaz kitapta zikredilen, bugün de aşinası olduğumuz makamlar. 15. hıristiyan asrının başında daha sonra hâce-i evvel olarak anılacak olan Abdulkadir Meragi, İkinci Murat’a ithafen Makasıd-ul Elhan’ı te’lif ediyor. Yine aynı yüzyılda Hızır bin Abdullah Edvar-ı Musiki’yi İkinci Murat’ın isteği üzerine te’lif ediyor. İstanbul henüz fethedilmemişken oluyor bunlar ve Türk Müziği tekâmül edecek zemini temin ediyor. Daha pek çok sayıda edvar var o dönemden. Bu asarın ortak özelliği, enstrümanların hususiyetleri, sesler arasındaki münasebet, hangi makamın tesir gücünün nasıl olduğu perdelerin baz alındığı bir nazariyat bilgisi ile sunuluyor olması. O dönemde musikinin nasıl icra edildiğini bilmiyoruz. Eseri kayıt almak için kullanılan herhangi bir nota yazısı olmadığı için o dönemden kalma bir esere tesadüf etmek mümkün değil. Hatta Cem Behar bunu daha da ileri götürüp 16. Yy öncesinde bir eseri bugün duymamızın imkanı olmadığını söylüyor.

17nci Hristiyan asrından itibaren çok kısmi de olsa bir nota kullanımı var. Başta Ali Ufki Bey olmak üzere Kantemiroğlu, Nâyi Osman Dede, Abdulbaki Nasır Dede ve Hamparsum Limonciyan’ın nota kullanımı var. Ali Ufki Bey, (Albert Bobowski) esir alınan bir Leh. İhtida edip Ali Ufki ismini alıyor ve 17. Hıristiyan asrının ilk yarısında Mecmua-i Saz u Söz’ü te’lif ediyor. Burada 500 kadar eseri batı müziği notasıyla yazıyor. Yine aynı yüzyılın sonunda Kantemiroğlu diye bildiğimiz Moldovya prensi Dimitri Kantemir var. Kantemiroğlu da rehin olarak İstanbul’a getirilen Boğdan prensi. Kantemiroğlu edvarı olarak bilinen eserde kendi eserlerinin de içinde olduğu 350 kadar eseri notaya alıyor. Kevseri Dede olarak bilinen neyzen Mustafa Kevseri Efendi, Kantemiroğlu’nun ebced notası ile 150 eseri notaya alıyor. Daha sonra Nayi osman dede kendisinden başka kimsenin kullanmadığı bir ebced notası geliştiriyor. Nayi Osman Dede’nin torunu Abdulbaki Nasır Dede Üçüncü Selim’in isteği üzerine bir ebcedi nota geliştiriyor ve Üçüncü Selim’in ihtira ettiği suzidilara makamındaki Mevlevi ayinini notaya geçiriyor.

Ebced notasının geçmişi dokuzuncu kıristiyan asrında El Kindi’ye dayanıyor. Ebced notasını, sesleri Kur’an harfleriyle şifreleme olarak tarif edebiliriz. Seslerin süreleri de harflerin altına konulan rakamlarla sağlanıyor. Daha sonra çeşitli ebced notaları çok defa kullanılıyor. Urmevi ve Meragi’nin eserlerinde de var bu. Türk musikisinin nota tecrübesi Ali Ufki’ye, perdeleri nazari olarak ifade etmek için kullanılan bir metottan daha fazlası değil. Üçüncü Selim’in isteği üzerine meydana gelmiş bir başka nota sistemi de Hamparsum notası. Hamparsum Limonciyan’ın ermeni harflerine dayanarak icad ettiği nota sistemi diğer nota kullanımlarının aksine rağbet görüyor ve günümüze pek çok eser bu nota vasıtasıyla intikal ediyor.

Türk musikisinde nota kullanımı pek çok kez denenmiş. Bu tecrübelerin mahiyeti hepsi aynı değil. Başlarda sesleri ifade etmek ve nazari bilgiler sunmak için sesleri kağıda geçirme ihtiyacı vesilesiyle nota kullanılıyor. Bunun dışında batı müziğinde kullanılan tarzda nota 17. Hıristiyan asrına dek söz konusu değil. 17. Asırdaki kullanımı da bir eseri notadan okumak, musikiyi nota ile tatbik etmek değil. Musikiyi kayda geçirmek dışında bir işe yaramıyor kullanılan nota. Ve teveccüh de edilmiyor hiçbir zaman. Cem Behar’ın 17nci Hristiyan asrında İstanbul’a gelen şarkiyatçılardan aktardığına göre hepsi bu meseleyi şaşkınlıkla karşılıyor. Musiki ile iştigal eden çoğu kişinin bunlar saray efradından olsun halktan olsun okuma yazma bildiği halde nota kullanımı hususunda bu kadar kayıtsız kalması batılılar tarafından anlaşılamıyor. Bunu yine Cem Behar kitabında bir soru işareti olarak belirtiyor ve hala tetkik edilmesi gereken bir mesele olarak önümüzde durduğunu söylüyor. Fakat bu Türk kafası ile bakılabildiğinde çok sarih anlaşılacak bir şey. Birkaç veçhesi var bu meselenin. İlki tabii ki meşk olmaksızın bu musikinin yaşayamayacağı gerçeği. Yani Kur’an okuma eğitimi nasıl oluyorsa bu müziğin eğitimi de öyle oluyor. Sürekli hocanın ağzından yani fem-i muhsinden bir şeyi tekrar ederek. O sesi, o tavrı, o ahlakı hocadan aynen alarak. Nitekim yüzyıllar boyunca Türk musikisi bu şekilde yaşayabiliyor. Bunun yanı sıra zihnin bir şeyle doğrudan meşguliyetinin çok daha tesir edici olması da çok önemli bir neden. Yani musiki ile iştigal ediyorsunuz diyelim. Bunu doğrudan müziğin kendisiyle münasebet kurarak yapıyorsunuz. Araya bir aracı sokmuyorsunuz. Ki bunun da bir usulü var. Önce vezni tatbik ediyorsunuz. Şiiri usul vurarak okuyorsunuz. Ardından o şiire tabiri caizse elhanı giydiriyorsunuz. Ve eser ortaya çıkmış oluyor. O eseri de unutmanız artık çok zordur. Aruz vezninde bir ritim saklı ve vezinli bir güfte yarı yarıya bestelenmiş haldedir zaten. Bu yüzden Türk musikisinde prozodi kendiliğinden mükemmeldir.

Meşk usulü ile Türk musikisi tahsil etmiş herkes bu eğitimle hafızaya alınan eserleri unutmanın çok zor olduğunu dile getirmiştir. İlk anda aklıma gelen İnci Çayırlı’nın bir radyo mülakatı sırasında söylediği şey: Münir Nurettin Selçuk’tan meşkle eserler geçerken bilmişlik yapmak istediğini ve o çalışacakları eserin notasıyla derse gittiğini söylüyor. Münir Nurettin Selçuk şedid bir şekilde kızıyor kendisine. Ve İnci Çayırlı, o zamanlar öğrendiği eserlerin bugün ayniyle hafızasında olduğunu dile getiriyor. Meşk ederek musiki öğrenmiş herkesin dile getirdiği bir hakikat bu. Nota ile tatbik edilmesi imkansız bir müzikten bahsediyoruz. Çünkü bir şeye indirgenemeyen, kendisini kendisinden başka bir şeyle ifade etme imkanı olmayan bir yapısı var. Gayrı müsavi 24 perdeye bölünmüş bir skala var ve bu perdelere hakim olmanız için duymanız gerekiyor. Fem-i muhsini dinlemiş olmanız gerekiyor. Nitekim batı notası ile Ali Ufki Bey’den günümüze intikal etmiş eserler sadece o notalar sayesinde musikiye dönüşmüyor. Dönüşebilmesi için o makamı işitmiş, o makamı kullanmasını bilen insanlar tarafından o notanın okunması gerekiyor. Sadece batı notası için değil, hiçbir nota Türk musikisini ifade etmeye muktedir olamaz. Bu da aslında çok basit bir sebebe istinaden böyle. Yatay bir zeminde ve olabilecek en tafsilatlı şekilde gelişmiş bir musiki söz konusu. Perdelerin yerleri bir makamda dolaşırken bile değişiklik gösterebiliyor; kendi içinde dinamik bir yapı var. Perdelere vakıf olmanız gerekiyor icra edebilmek için. Bunun için de fem-i muhsinden sürekli tekrar etmek gerekiyor sesleri.

Türk musikisinde herhangi bir şan eğitimi tekniği yok. Batı müziğinde bu eğitim piyanonun refakatiyle belli kalıpları ton değiştirerek sürekli tekrar etmekle yapılıyor. Bizde ise Kur’an eğitimi nasıl yapılıyorsa musiki de öyle öğretiliyor. Kur’an okuma eğitimi aynı zamanda ciddi bir şan eğitimi. Talebenin Kur’an öğretirken harfleri, heceleri, kelimeleri hocadan aldığı sesle tatbik etmesi, dahası bunu çok küçük yaşlardan başlayarak yapması yüksek bir musiki eğitimini tahsil etmesini sağlıyor.

Türk musikisinin Kur’an okumakla doğrudan alakası var. Bu bakımdan bu musikiye bir bidayet isnat edeceksek bunu asr-ı saadete götürmenin hiçbir mahsuru yoktur. Biliyoruz ki insan müslim oluyor mümin oluyor ve Muhsin oluyor. Resul-i Ekrem’in Kur’an ı Kerim’i güzel sesle okumağa dair hadisleri var. Aslında Türk musikisinin tekamülü bundan ibaret. Bu bilinç son zamana kadar yaşayan bir şeydi. Nitekim Bekir Sıtkı Sezgin’in tecvid bilmeyen kişinin Türk musikisi okuyamayacağına dair tespiti daha dünkü tespittir. Alaeddin yavaşça musiki ile olan münasebetinin başlangıcı hakkında şunları söylüyor: “Babam çok meraklıydı. Her sabah sabah namazını kıldıktan sonra muhakkak kuran kerim tilaveti yapardı. Düşününüz 6, 7, 8 yaşındaki bir çocuğun sabahleyin gözlerini açıp kulağına gelen Kur’an Kerim’in güzel seslerle ruhuna yaptığı etkiler nasıl olur. Bunu yaşamışımdır.” 

Son büyük icracılarımıza baktığımızda bunların meşk usulü musiki öğrendiklerini ve Kur’an-ı Kerim okumakla bir şekilde bağlarının olduğunu görebiliyoruz. Bu bağı en güçlü şekilde tesis edebilmiş kişiler en büyük yorumcular olmuştur. Nitekim son yüzyılda ses kayıt teknolojisi gelişmesiyle sesi kaydedilebilmiş en kuvvetli yorumcular hafızlar olmuştur. 

Türk musikisinin çeşitli isimlendirmelerle giderek Türklükle olan bariz bağı koparılmaya çalışılıyor. Saray müziği, divan müziği, şehir müziği, Osmanlı müziği, İstanbul müziği, geleneksel müzik, ve dahası… Bu yeni bir şey değil. Yüzyıllar öncesinde de çoğu alman ve Fransız müsteşrik müzik bilginlerinin ve tarihçilerin bu müziği İranlılara, Bizanslılara ve Araplara mal ettikleri vaki. Bunda kullanılan dilin etkisi çok büyük. Te’lif edilen eserlerin ve edvarların dilinin genelde Farsça ve Arapça olması bunda çok etkili. Sadettin Arel, sonradan Türk Musikisi Kimindir eserinde topladığı makalelerinde zamanın Türkçülük rüzgârının da etkisiyle Türk musikisine dair ortaya atılan iddialara cevap veriyor. Kitabın özetini teşkil edebilecek cümle: “Cidden merak edilecek bir mesele: Arap, Acem, Bizans gibi ne coğrafya, ne din, ne dil ne kültür ne milliyet ne ırk bakımından aralarında birlik bulunmayan üç camiayı bir tek musiki macerasında hangi bağ birleştirdi? Bu ısrarlı bağı istediğimiz kadar arayalım, Türk istilasından başka müşterek bir amil bulamayız.” Bu çok bariz bir hakikat aslında. Ayı ve yıldızı Türkleştirişimiz de böyle bir vakıadır. Aslolan musikiyi terakki ettiren tekamül ettiren ve gitgide harikuladeleştiren gücün varlığıdır. Yani uşşak makamında, segâh makamında Ortodoks ilahisi olması segâh makamını uşşak makamını Bizans müziği mahsulü yapmıyor asla. Rum ermeni Yahudi bestekarlar olduğu için bir birleştirici unsur olarak bu musikiye Osmanlı musikisi diyerek Türklükten soyutlamaya çalışanlara sormak lazım hangi Ermeni, hangi Rum, hangi Yahudi Türk topraklarından ve Türkçeden soyutlanmış bir zeminde musiki icra etmiş? Etmişse bunun kıymeti ne olmuş? İbn Haldun Mukaddime’sinde şöyle söylüyor: “Bir ümrandaki sanatlar içinde en son olarak mûsikî ortaya çıkar. Çünkü mûsikî kemalidir. Sadece hanedanlıkların zevk ü safa dönemlerinde ortaya çıkar. Ümranın gerilemesi ve harap olmaya yüz tutması ile de ilk defa onun sonu gelir.” Bu tespite göre de Osmanlı Devleti yıkıldığında bu musikinin de tarihe karışması gerekiyordu. Fakat 1960 senesine kadar Türk musikisi bilfiil hayatını idame ettirdi.

İstanbul müziği tabiri de revaçta olan bir tabir. İstanbul’da icra edildiği için bu tabirin kullanılması tutarlı görünebilir. Fakat biliyoruz ki Edirne’de, Bursa’da, Selanik’te, Urfa’da, Diyarbakır’da, Konya’da da icra edildi bu musiki. Tabi İstanbul müziği diyebilmek için bir de bu müziği halktan tecrit etmek gerekiyor. Bu yüzden halk müziği ve sanat müziği diye suni bir ayrım meydana getiriliyor. Halk müziğinde makam ismi zikretmiyoruz. Fakat tetkik edildiğinde her türküye bir makam isnat edilebilir. Afyon Kocatepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Saklı Musiki ismiyle bir albüm yaptı. Bu albümde çok nadir kullanılmış makamlardan eserler var. Ve bu albümde türküler de var. Tarz ı cihan makamında Çankırı türküsü, evç huzi makamında Isparta türküsü, Üçüncü Selim’in ihtira ettiği hüseyni zemzeme makamından bir İzmir türküsü. Fakat hüseyni zemzeme makamı hüseyni gösterip kürdi karar ettiği için aslında çok fazla türküde kullanılmış bir makamdır. İç Anadolu türküsü çoktur hüseyni zemzeme makamında. Ama Üçüncü Selim’in olarak biliyoruz makamı. Yine aynı albümde bir Kütahya türküsü var Selmek makamında. Hisarlı Ahmet’in türküleri başta olmak üzere Kütahya türküleri makamsal yönden çok zengin türkülerdir. Çünkü Kütahya’da, Konya ve Afyon’dan sonraki en eski ve mühim bir Mevlevihane var: Kütahya Mevlevihanesi. 

Saray müziği de başka bir garabet. Şeyhülislam Esad Efendi’nin 1753 tarihli musikişinaslar tezkiresi eseri var Atrab-ul Asar kısa ismiyle. Orada yüz kadar musikişinas ismi zikrediliyor. Meslekleri ve faaliyetleriyle tafsilatlı şekilde bilgi verilen 75 musikişinastan 14’ü sadece sarayda görevli. Esnaf, katip, defterdar, şeyh, derviş, zakir, imam, müezzin, hatip, tavukçuzade, taşçızade, sütçüzade, buhurizade, kazzaz, sokak satıcısı, debbağ gibi meslek erbabı musikişinaslardan bahseder. 

Neyzen Ekrem Vural’ın naklettiği bir hadise ile ithama erdireyim: Neyzen Emin Kılıç Kale, neyzen Emin Dede’den musiki meşk ederken bir gün ders için hocasının yanına gittiğinde hocası telaşla kendisine şöyle demiş: “Evladım nerede kaldın. Az önce bir dilenci geldi, gerdaniye makamında öyle bir dilenişi vardı ki duymalıydın.”

Teşekkür ederim.

Gökhan Göbel: İlker Çokgör'e teşekkür ediyoruz. Şimdi "Sarıdır Safran Gibi Okunur Kuran Gibi" başlığında İstanbul Şubemiz üyesi Muttaki Ünlü konuşacak. Buyurunuz.

Muttaki Ünlü: Selâmun aleyküm,

Ben de paradan bahsedeceğim. Bu konu, para konusu da seminerimizin serlevhası olan Ne Dediğini Bilmek, Bildiğini Okumak'la alakalı çünkü paranın ne olduğunu da bilmiyoruz aslında. Mesela cebimizdeki kağıtları para olarak biliyoruz. Fakat esasında o kağıtlar banknottur ve sahip olduğu bütün değeri tamamen yalandan ibarettir, tamamen olmayan bir değer taşımaktadır aslında. Kendi başına hiçbir değeri yoktur kağıt paranın. Dolayısıyla, olmayan bir değer taşıdığı için tamamıyla faizdir kağıt paralar.

Kelime manası itibariyle para parça demek, yani pâre. Fakat para pâre demek değil zaten pâre. Yani çünkü -işte bu da yazımızla alakalı bir şey- para diye Türkçede telaffuz ederken de pâre diye telaffuz ederken de aynı şeyi yazarız. Ama o imla bize para diye okumaya da pâre diye okumaya da imkan verir. Yaraya yâre demek, yana yana, yâne yâne demek gibi. Dolayısıyla para pâre. Neden bu önemli? Çünkü paraya gümüş parçası olduğu için para denmiş. Yani aslında para gümüştür. Bunun da önemi şu ki gümüş kendi başına değeri olan bir şey.

Paranın bir manası da bir birim olarak, bir kuruşun kırkta birini ifade ediyor. "Beş para etmez" diye bir ifade var dilimizde mesela; bu bu para. Yani kırk para bir kuruş; beş para etmez diyoruz. Fakat işte bu bir kuruş ne demek? Yani mesela beş parayla ne satın alınabilir? Bunu bilmiyoruz. Çünkü bugün yürürlükte olan şey kağıt para ve kağıt para inanılmaz kolaylıkla ve çok büyük oranlarda fiyat dalgalanmalarına sebep olabilen bir şey.

Istılahi manasıyla para ödeme aracı olarak, alışverişte kullanılan mübadil olarak tanımlanıyor. İki çeşidi olduğu kitaplarda anlatılır. Bir tanesi "itibari para", İngilizce "fiat money" denir. Diğeri de "emtia" veya "mal para" diye çevrilmiş, "commodity money". İtibari para, kağıt para yani, kendi başına bir değeri olmayan, sadece ona bir değer atfedildiği için para olarak kabul edilen şeye denmiş. O yüzden itibari. Mesela Osmanlı'da ilk kağıt para çıktığı zaman üzerinde "kaime-i mutebere" yazıyordu, yani itibar edilen kaime. Yani sadece bir itibardan kaynaklanan değeri var. Tabii aslında böyle bir şey yok. Yani kimsenin itibar ettiği falan yok fakat bu devletler eliyle dayatılmış bir şey. Yani bunu kullanacaksın para olarak diyor devlet. Diğeri, emtia ya da mal para da kendi başına değeri olup alışveriş mübadili olarak kullanılan şeye deniyor. Altın ve gümüş böyle bir şey. Az bulunan madenler olması sebebiyle ve süs eşyası olarak kullanılabildiği için kendi başlarına bir değeri var altın ve gümüşün. Dolayısıyla nerenin, hangi ülkenin parası olursa olsun, üstünde hangi dilde bir şey yazıyor olursa olsun altın ve gümüş her yerde gene altın ve gümüş. Mesela Venedik dukası Türkiye'de de bulundurduğunuz zaman gene içinde bulundurduğu gümüş kadar değer ifade ediyor. Fakat işte kağıt para öyle değil. Türk lirası bir tek Türkiye'de geçiyor. Dolar her yerde geçiyor.

Şimdi bu "mal para"ya örnek olarak başka şeyler de var. Yani kendi başına bir değeri olup da mübadele aracı olarak kullanılan başka şeyler de olmuş tarih boyunca, altın ve gümüşten başka. İnsanlar mesela çiviyi kullanmışlar bir zamanlar bir yerlerde. Kızılderililer kurutulmuş balık kullanmışlar para olarak. Demir çubuklar kullanılmış bazı yerlerde. Çok uzun süre mesela kullanılan şeylerden bir tanesi deniz kabuğu. Bundan başka sığır, tahıl da kullanılmış. Bunların hepsinin ortak özelliği kendi başına bir değeri olması her birinin. Kurutulmuş balık mesela elde etmeniz için balık lazım. Dolayısıyla yani balık da kendince bir değeri olan bir şey. Fakat kağıt paranın değerini üstüne yazıyorsunuz kağıdın ve o değerde oluyor. 1 yazıyorsunuz 1 oluyor, 100 yazıyorsunuz 100 oluyor. Yani boyutları arasında da bir fark yok. Türk lirasının banknotlarında çok az boyut farkları var. Ama mesela Amerikan dolarının 1'den 100 dolara kadar bütün birimleri tam olarak aynı ölçülerdedir. Ama altın veya saydığım bütün kendi başına değeri olan şeyler miktarı ölçüsünde değer ifade ediyor. Bir birim altın yüz katı değer ifade etmek için onun miktarının yüz misli olması gerekir.

Bunu anlamak için Platon'un Devlet diye tercüme edilen kitabında bir tasvir yapılır, onun faydalı olacağını düşünüyorum. İdeal devlet tasavvurunu inşa ederken Platon şuradan başlıyor: İnsan olarak hepimizin birkaç temel ihtiyacı varmış. Bunlar yemek, giyinme, barınma ve ayakkabı. Şimdi işte Platon, Sokrates daha doğrusu bütün bu ihtiyaçlarımızı her birimiz tek tek ve ayrı ayrı hem tarımla uğraşıp, hem ayakkabımızı yapmakla uğraşıp, hem dikiş dikip, hem ev yapmakla veya duvar örmekle uğraşıp sadece kendi ihtiyacımızı karşılayacak kadar da olsa bunları yapsak mı daha iyi olur diyor; yoksa dört kişi olsa mesela ve bir tanesi sadece ayakkabı yapsa, bir tanesi terzilik yapsa, bir tanesi duvar örse ve bir tanesi de tarım yapsa ve bunlar ürettiklerini takas etseler birbirleriyle mi daha iyi olur? Tabii ki ikincisi deniyor. Çünkü herkes tek bir iş yaptığı zaman onu daha iyi yapacak ve o konuda daha uzmanlaşacak. Şimdi işte paranın gerekliliğini ve neden var olduğunu açıklamaya yönelik yapılan bütün anlatılar böyle buna benzer tasvirlerle başlar. Ve denir ki böyle bir durumda insanların birbirleriyle değiş tokuş edebilmeleri için bir şeyleri karşılıklı tarafların o anda birbirinin elinde olan şeyi istiyor olması veya ona ihtiyacı olması lazım. Mesela siz domates yetiştiriyorsunuz, kıyafete ihtiyacınız var. Terziye gidip ben sana domates vereyim sen de bana kıyafet dik dediğiniz zaman terzinin de domatese ihtiyacı olması lazım ki bunu kabul etsin. Domatese ihtiyacı yoksa ve diyelim ki başka bir şeye ihtiyacı varsa o anda, diyelim ki evinin yıkılan duvarını tamir ettirmesi lazım acilen, alışveriş vuku bulmayacak. İşte bu yüzden para diye bir şey ortaya çıkmış. Çünkü para olduğu zaman domatesinizi satarsınız -yani para derken bu deniz kabuğu olsun mesela- aldığınız deniz kabuklarını terziye verip dikiş diktirebilirsiniz onun o anda domatese ihtiyacı olmasa bile. Çünkü o da onu alıp istediğini yaptırabilecek aldığı şeyle.

Bu anlattığım şeyde çok su götürür şey bulabiliriz diye düşünüyorum. Çünkü sanki insanlar işte böyle olmuyor, ekonomimizin yürümesi için, büyüyebilmesi için bir mübadele aracına ihtiyacımız var, bu yüzden para lazım diye oturup düşünmüşler de parayı icat etmişlermiş gibi bir şey tasvir ediliyor. Halbuki böyle bir şeyi bilmiyoruz. Nitekim zaten paranın esas işlevi ekonominin büyümesi, yürümesi falan değil bir ölçü aracı olmasıdır. Her şeyden önce bir ölçü aracıdır para. Yani domates yetiştirdim, bunu verip karşılığında gömlek alacağım. Ama kaç gömlek ne kadar domates edecek? Bunu ölçmemize yarayan bir şey. Ve bu bizim için çok önemli bir şey çünkü İslâm'da ölçüsüz olarak bir şeyleri değiş tokuş etmek alışverişte haramdır. Bu konuda birçok hadis var. Mesela bir tanesinde Hazret-i Bilal Rasûlullâh'a yanında çok iyi cins bir hurma ile geliyor ve Rasûlullâh da bu hurmaların nereden olduğunu soruyor Hazret-i Bilal'e. Bilal de elinde daha değersiz, adi hurmaların olduğunu, bunu bundan iki misli verip bir misli karşılığında iyi hurmayla takas ettiğini söylüyor. Rasûlullâh "Bu ribanın kendisidir. Bu ribanın kendisidir." diyor, "Böyle yapma." diyor. Ve "İyi hurma almak istediğinde kötü hurmaları sat, onun bedeliyle iyi hurmayı al." diyor. Dolayısıyla para olmadan Müslüman hayatı düşünemeyiz. Dolayısıyla para yerine, gerçek para yerine banknot kullandığımız müddetçe de Müslüman hayatı yaşıyor olmamızın imkanı yoktur. 

Paranın esas işlevinin ölçü olmasıyla alakalı zikretmek istediğim bir şey var. Çok çeşitli şeylerin kullanıldığını söyledim para olarak tarih boyunca. Bunlardan çok enteresan bir tanesi Pasifik Okyanusu'nda Yap isminde bir ada var, Yap Adası, orada olmuş. Orada para, böyle kireç taşından büyük küçük, yuvarlak, tekerlek gibi ortasında delikler olan taşlar. Bunlar küçük de olabiliyor fakat dört metreye kadar çıkabiliyor boyutları. Ve kalınlığı da var yani. Kocaman bir disk düşünün, öyle şeyler. Bunun orada değerli olmasının sebebi adada hiç kireç taşı yokmuş. Doğal olarak hiç kireç taşı bulunmuyormuş Yap Adasında. Ve bunları çok uzak başka adalardan sandallarla ancak getirebiliyorlarmış adaya. Dolayısıyla bir değer ifade edegelmiş. Fakat nasıl alışveriş yapıyorlar? Yani kocaman taşlar, bunları taşımak hiç kolay olmaz. Yani bir şey alırken karşı tarafa bunu nakletmek hiç kolay olmaz. Zaten onlar da hiç taşımıyorlar. Bütün taşlar adanın muhtelif yerlerinde sabit vaziyette duruyor. Bazı yerlerde -internette fotoğraflarını görebilirsiniz- yol boyunca iki tarafta sırayla dizili taşlar, olduğu yerde duragelmiş yüzyıllar boyunca. Adanın her yerinde yayılmış ama bunlar. Boyutlarına göre tabii değeri değişiyor bunların. Nasıl alışveriş yapıyorlar? İşte bir şey alacağı zaman adam, mesela buğday alacak, alıyor buğdayı ve benim diyor bilmem nerede şöyle bir taşım var ya o artık senin diyor. O artık onun oluyor yani. Para gene aynı yerinde duruyor. Hatta bir keresinde o adalardan birinden gene sandalla bu taşlardan getirirlerken kıyıya yakın bir yerde fırtına çıkmış ve sandal alabora olup taş denize düşmüş. Paralarını kaybetmişler yani. Sonra işte ne yapsak diye düşünmüşler ve olsun demişler, onu da sayarız. Ve saymışlar. Ondan sonra o taş da denizin dibindeki taş olarak sayılmış ve yüzlerce yıl boyunca birinin olmuş o da yani.

Şimdi bunu bilmeyip de bu insanlara dışarıdan baktığımız zaman belki onların birbirleri için karşılıksız bir şeyler yaptığını düşünebiliriz. Yani sanki bir taraf bir şey alıyor diğeri ona hiçbir şey vermiyormuş gibi görülebilir dışarıdan bakana. Fakat işte bunun böyle olmasından farkı ne? Yani insanlar birbirleri için bir mübadil olmadan bir şeyler yapsalar, para diye bir şey olmasa ne olurdu? Ölçü olmazdı. Neyin hangi değerde olduğu ölçülemezdi. Yani parayla yaptığımız şeyin, aldığımız ya da verdiğimiz şeyin hangi değerde olduğunu ölçüyoruz. Daha sonra bu Yap Adasına Avrupalılar musallat olunca bu taşları çevredeki adalardan çok kolay bir şekilde gemileriyle çok fazla miktarda oraya getirmişler ve bu iş bitmiş. Yani hiçbir anlamı kalmamış ondan sonra o taşların çok kolay elde edilen şeyler olduğu için artık. Bunu zikrettim çünkü aslında bugün kağıt parayla gavurlar bunun çok daha ileri seviyesinde bir yapıyorlar bütün dünyada.

Adam Smith alışveriş yaptığımız zaman aslında değiş tokuş ettiğimiz şeylerin birbirimizin emeği olduğunu söyler. Yani domates aldığımız zaman birinden onu yetiştirmek için sarf ettiği emeği satın alıyorsunuz aslında der. Ve karşılığında da biz kendi emeğimizi veririz der ne ürettiysek. Bu aslında insanları bir şeylere sevk edebilmek demek. Yani kendi ürettiğiniz şeyle veya emeğinizle başka insanları bir şey yapmaya sevk edebiliyorsunuz. İşte benim için kıyafet dik sana şunu vereyim diyorsunuz ve o karşılığında vermeyi teklif ettiğiniz şeyi emek sarf ederek elde edebiliyorsunuz. Fakat birileri hiç emek sarf etmeden, hiçbir şey yapmadan sözde para sahibi oluyor ve insanları bir şeyleri sevk edebiliyorlar. Nasıl? Kağıt para basarak. Kağıt para ya da banknot işte buna imkan veriyor. Yani insanlar mesela stadyum inşaatında çalışıyorlar Türkiye'de. Normal olarak o insanlar oturup belki de stadyum yapmayacaklar, emeklerini ona sarf etmeyecekler. Ama ona birileri "para" veriyor, hiçbir değeri olmayan kağıtları veriyor ve yaptırabiliyorlar stadyumu. Şimdi yani emek meselesini şunun için zikrettim: Devlet para bastığı zaman hiçbir emek sarf etmeden o değeri oluşturmuş oluyor. Bu ileride enflasyona sebep oluyor tedavüldeki para miktarı arttığı için; her şeyin fiyatı yükseliyor, bir şey değişiyor yani bir etkide bulunuyor bu. Fakat sonuçta yaptırmak istediği şeyi yaptırabiliyor yani kısa vadede. Sonuçta stadyum ortaya çıkıyor.

Şunu da zikredeyim: Kağıt para yokken de buna benzer bir şey yapılıyordu. Tağşiş deniliyor buna. Devlet tedavüldeki altın veya gümüşü toplayıp eritiyor ve ona bir şeyler katıp... Mesela 100 akçeyi eritiyor ve ona bir şeyler katıp 150 akçe çıkarıyor. Aynı hacimde akçeler yapıyor, 100 akçeden 150 akçe olmuş oluyor. Yani olmayan bir değer çıkmış oluyor ortaya ve bunu harcayarak insanlara bir şeyler yaptırabiliyor yani. Tabii bu anlaşılıyor, insanlar bunu fark ediyor onun ağırlığı aynı olmadığı için. Yani bir süre sonra bir şeyler değişiyor ama bunu yaptırıyor yani kısa vadede. 

Sahte para diye de bir şey var, sanki öbürleri gerçekmiş gibi yani devletin bastıkları. Şimdi Siyaset Bilimi denilen alandaki en meşhur devlet tanımlarından bir tanesi şudur: Devlet en büyük mafyadır. Yani devlet mafyadır fakat en güçlü, en büyük mafya olduğu için diğer bütün mafyalara siz gayrimeşrusunuz der, siz mafyasınız der. Benim dediğim olacak der. Dolayısıyla bu bir şeyler belirlemiş, şu ölçülerde, şu renklerde bilmem ne olacak diye, başkası bastığı zaman parayı sahte oluyor, kendisinin ki gerçek oluyor. Dediğim gibi aslında hepsi sahtedir. Tamamen olmayan bir değer ifade etmektedir. Dolayısıyla faizdir. 

Bir şey daha söyleyip bitireyim. Şimdi mesela Müslümanların bankadan kredi çekmesi caiz midir diye bir tartışma yapılıyor. Bu soru sorularak aslında yani bu faiz meselesini, kağıt parayı düşündüğümüz zaman bir şey meşrulaştırılmış oluyor, sadece sorularak. Bu soruya caiz de deseniz, değil de deseniz "Biz kredi çekmediğimiz zaman da zaten bütün hayatımızla faizin içindeyiz." dememiş oluyorsunuz. Bunu göz ardı etmiş oluyorsunuz. Kırmızı ışıkta geçmek günah mıdır? Yani sanki araba kullanmak çok normal bir şey, hiç kötü bir şey değil; kırmızı ışıkta geçmek günah mı değil mi? Yani bunu sormak yetiyor araba kullanmayı meşrulaştırmak için. 

Teşekkür ederim.

Gökhan Göbel: Biz de Muttaki Ünlü'ye teşekkür ederiz. Şimdi İstiklâl Marşı Derneği Merkez Yönetim Kurulu üyesi Faysal Toprak "İnanana Demokrasi Var Yanında Pilav" başlığında konuşma yapacaktır. Buyurunuz.

Faysal Toprak: Selâmun aleyküm,

Ne dediğini bilmek seviyesine erişmek için insanın ne yediğini de bilmesi lazım. Yediğimiz içtiğimiz şeylerin hangi dolayımlardan geçerek soframıza geldiği tamamen ekonominin şartlarına bağlıdır. Biz de ne yediğimizi bilmekle mesulüzdür. Çünkü Resulallah içinde ne olduğunu bilmediği şeyi yemezdi. 

Ekonomi kelimesi Yunanca ev idaresi manasına geliyor. Fakat azıp sapmışların takvimine göre 17. asrından 19. asra kadar bir ülkenin servetinin ve zenginliğinin nasıl idare edileceğinin konusu haline gelmiş. Dolayısıyla biz ekonomi kelimesine karşılık olarak önceleri ilmi servet demişiz. H. 19 asrından itibaren ekonomi kelimesi liberal fikirlerin tesirinde başka bir anlama gelmeye başlamış. Belki bir çoğunuzun duyduğu bir tanımdır: İnsan ihtiyaçları veya istekleri sınırsız; kaynaklar kıttır. Bu sebeple hala iktisat bilimine kıt kaynaklar bilimi de denir. Yani ilmi servet kıtlık ilmi haline gelince muhtemelen Cevdet Paşa ekonomi için ilmi servet tercümesini yetersiz bulup iktisat kelimesini kullanıyor. İktisat kelimesi de itidal üzere hareket etmek, haddı vasatiye riayet etmek manasında. Daha çok itikadi manası baskın. Hatta lugatlerin bazılarında ekonomi karşılığı olarak iktisat maddesi izah edilirken “ İktisat eden fakir olmaz ” hadisi de zikrediliyor. Sanki İslam biriktirmeyi emrediyormuş gibi. Biz itikatta iktisada riayet ederiz, ifrat ve tefritten uzak kalırız. Tamamen maddi temellere dayanan ekonomi bilimi ile bu şekilde irtibat kurulması Siyasal İslam’ın damarlarından birinin ta Ahmet Cevdet Paşa’ya kadar uzandığını gösteriyor.

Fakat biz de bir şeyleri anlatabilmek için ekonomi ve iktisat kelimelerini kullanmak zorundayız. Ekonomiyi bir alışverişler bütünü, ticari hayatın tamamı olarak düşünürsek elbette bunun bizim hayatımızda çok önemli bir yeri var. Mesela Buhari Sahih’inde itikat ile ilgili hadislerden hemen sonra ehemmiyet derecesini en yüksek kabul ettiği Kitabul Buyu’ya geçer. Yani alışverişler kitabı. Buradaki hadisleri okuduğunuzda şimdi ister ekonomi ister iktisat bilimi deyin bu sahadaki prensiplerle uzlaşmanın söz konusu olamayacağını anlarsınız. Ben bir hadisi şerif nakledeyim Kitabul Buyu’dan: Resulallah şöyle buyuruyor: “Muhammed’in ev halkı yanında ne bir sa buğday, ne bir sa dane akşamladı” O vakit Resulallah’ın evinde dokuz kadın vardı. Bir sa 3 kilogramdan biraz fazlaya denk geliyor. Hani ekonomi ev idaresi demek ya, ev idaresi böyle bir şey, dinimize sadakat gösterirsek işler çok kolay aslında. Evinde sadece aç kalmayacak kadar erzakı bulundurman kafi. Sadece bunu millet olarak yapmak bile Dünya Sisteminin sonunu getirmeye yeter.

Dünya ekonomisi bizi bir yerlere götürüyor. Bundan salim kalmanın bir yolu var mı? Ekonomist olmak işimize yaramaz. Mesela şöyle bir tarif yapmışlar ekonomist için: “ Ekonomist, dün tahmin ettiklerinin bugün niçin gerçekleşmediğini yarın anlayacak olan kişidir.” Fakat iktisat tarihi hakkında bir fikre sahip olmamız, başımıza gelenleri fark etmemizi kolaylaştırabilir. 

Uzak yerlere ticaret arkaik çağdan hatta daha öncesinden beri var. Fakat ekonomi bilimi denilen şeyin ortaya çıktığı zaman dilimi itibari ile bahis konusu olmaya başlayan öncekinden çok farklı. Yani kaideleri belirlenmiş ve belli merkezlerden idare edilen bir beynelmilel ticaret. İktisat biliminin kurucusu kabul edilen Adam Smith dünya ticaretini bir arabaya beynelmilel bir para sistemini de bu arabayı götüren tekerleğe benzetmişti. Bu arabanın nerden nereye geldiğini bilmek gerekiyor. Şimdi biz Türk gücüne karşı harekete geçmiş olan vasıtanın yolcuları durumuna düşürüldük. Bu nasıl oldu. Bir çok şeyi atlayarak kabaca anlatmak gerekirse 17. Hristiyan asrına kadar dünya ticaretinde altın ve gümüş ağırlıkları esas alınarak tedavülde idi. Fakat dünya ticaretinin hacmi o kadar büyümüştü ki, bu altının el değiştirmesi bir çok bakımdan zorlaşmıştı. O kadar altın nasıl güvenli bir şekilde transfer edilecekti ayrıca bunun maliyeti de cabası idi. Böylece bonolar banka notları çıktı güvenli bir yerde duran altını temsilen. O yüzden temsili para da denir bunlara. İşte kağıt paranın ilk modern hali bu. Bunları taşımak kolay ve tam bir likiditeye sahip. Yani devlet güvencesindeki bankaya götürürsen üzerindeki yazan altın miktarını alırsın. Burada bire bir karşılık varmış gibi duruyor ama öyle değil. Bu altının veya gümüşün üzerine binen bir faizdi. Böylece altın dolaşımdan büyük ölçüde çıkıyor fazladan yani faiz olarak ortaya çıkan bir kağıt onun yerini alıyordu. Bu banka notları ile birlikte önce Amerika ve İngiltere’den başlayarak bir çok ülkede bu güvenceyi veren bankalar ortaya çıktı. Altın Standardı denilen dönem böyle başladı. Önce İngiltere 1821’de bunu ilan etti. Böylece üzerinde altına dönüştürülme özelliği olan milli paralar tedavüle girdi. Bu altına endeksli beynelmilel sabit kur manasına geliyordu. Bu da sermayenin işine geliyordu. 1870 ten sonra Almanya Rusya ABD Fransa Belçika Hindistan Japonya beynelmilel Altın Standardına geçti ve sorunsuz sistem bir şekilde işledi. Liberal ekonomi tıkır tıkır işliyordu hatta bu o kadar baskındı ki o sıralar İngiltere’de olan Karl Marks bile hisse senetleri almıştı. Birinci dünya savaşı başlayınca savaş süresince bu standart çalışmadı. Savaştan sonra ülkeler kendi milli paralarını tekrar altına göre ayarlamaya çalıştılar fakat harabeye dönmüş ekonomilerin bunu yapabilme gücü yoktu. Bir çok ülke dış ticaretini ayakta tutabilmek için parasının değerini düşürmek zorunda kaldı. Üzerine 1929 buhranı patlak verince işler büsbütün karıştı. Tekerlek durdu duracak; panik kısa sürede Avrupa’yı da sardı. Dünya sanayi üretimi üçte iki nispetinde azaldı. Kapitalizm gözden düştü. Buna karşılık İtalyanların ve Almanların yıldızı parlamaya başlamıştı. O sıra İtalyanlar zaten kapitalizmin demode bir şey olduğunu söyleyerek koorparasyon sistemi kurmuşlardı. Yani bütün meslek grupları, işçi, işveren aynı tarafta hareket edeceklerine dair sözleşmişlerdi. Almanlar ise Birinci Dünya Savaşı sonrası iflas eden paralarının yerine yeni bir para çıkarmışlardı: Reichmark. Onlar da Dünya Sisteminin işine gelmeyen bir ekonomi kurmuşlardı. Almanlar altın standardına dayanmayan üstelik sürekli değer kaybeden paralarına rağmen, çok iyi işleyen bir ekonomi icat etti. Bütün millet iş başında idi, yüksek enflasyonu daha yüksek üretimle karşılayarak herkesi şaşırttılar. Hitler 1939 yılındaki bir konuşmasında altın standardına mecbur olmayan ekonomileri ile övünüyordu. Fakat onların tekerleği de ihracat artmadıkça dönemiyordu. Aynı konuşmada Hitler ya ihracat ya ölüm demişti.

1929 buhranı kabaca devlet müdahalesini merkeze alan operasyonlarla tamir edilmeye çalışıldığı için dünyada merkez bankalarının önemi arttı. Bu merkez bankası meselesi bizim için de çok önemli idi. Osmanlıda merkez bankalarının en önemli işlevi olan para basma yetkisi İngiliz - Fransız bankası olan Osmanlı bankasında aitti 1937 kadar da bu devam etti. 1917 de ittihatçıların kurduğu İtibar-ı Milli Bankası var ama çok istediği halde Talat Paşa bunu merkez bankası haline getirecek kaynağı bulamıyor. Cumhuriyetin ilanından sonra da merkez bankası kurulmak istenmiş İtalya’dan Almanya’dan Hollanda’dan uzmanlar getirilmiş fakat nedense bir türlü kurulamamış. Bunun üzerine Celal Bayar İş Bankasını Merkez bankası haline getirelim diyor. İsmet İnönü buna müsaade etmiyor. Çünkü Amerika’daki FED gibi merkez bankasının özel bir banka olmasından yana. O yüzden bizim paralarımızın üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası değil de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası yazıyor. Ama bozuk para basma yetkisi merkez bankasına değil de hazine müsteşarlığına bağlı darphaneye ait olduğu için madeni paraların üzerinde Türkiye Cumhuriyeti ibaresi var. Yani bizim Türk parası olarak sadece bozuk paramız var. Merkez bankasının kuruluşuna dönecek olursak 1930 da yasal olarak kuruluyor ama faaliyete geçmesi bir yılı buluyor. Peki para yok nasıl oldu bu iş. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının kuruluşu için para buhran içindeki Amerika’dan geliyor. Bir Amerikan şirketi 10 milyon ABD altın doları veriyor. Yani temsili dediğimiz paradan. Karşılığında tabii yüksek bir faiz istiyor. Ayrıca 25 yıllığına kibrit, çakmak ve benzeri yanıcı maddelerin üretimi, ithali, ihracı ve satışı yani her aşamasının tekelini alıyor.

Bugün bize tuhaf gelebilir Hıristiyan takvimine göre 1923 yılı ile 1940 yılı arasında Türk lirası İngiliz Sterlini karşısında değer kaybetmiş ama Amerikan doları karşısında hiç değer kaybetmemiştir. Yani 1923’te 75 kuruş 1 Dolar ediyordu. 1940 ta da aynı şekilde idi. Bizim paramız dolardan değerli idi. Pek paramız yoktu o ayrı bir mesele. İkinci Dünya Savaşı başlayınca bir çok ekonomi gibi bizde bir dizi devalüasyon yapmak zorunda kaldık. Hıristiyan takvimine göre 1945’te 1 dolar 1,38 TL neredeyse yüzde 80 civarı değer kaybetmişti. İkinci Dünya Savaşı devam ederken birileri savaştan sonra dünya ekonomisinin tekerleğinin nasıl döndürüleceğinin hesabını yapıyordu. 1943 Almanlar Stalingrad muharebesini kaybedince beynelmilel para standardının ne olacağına dair hazır planlar da ortaya çıktı. Bir çok plan vardı. White, Keynes, Fransız ve Kanada planları en çok bilinenler. Sonunda Amerikan Hazine Bakanı Harry Dexter White’ın planı kabul edildi. Bu plana göre beynelmilel ticaret için kullanılacak yegane para Amerikan Doları olacaktı. Amerikan doları da altına sabit bir fiyatla bağlanacaktı. 1 Ons = 35 dolar. Böylece anlaşmaya imza atan bütün ülkeler kendi milli paralarını dolara göre ayarlayacaklardı. Mal ithal edebilmek için her ülke merkez bankasında dolar bulundurmak zorunda kalacaktı. Eğer doları götürüp Amerikan merkez bankası FED’e verirsen karşılığında altın alabilecektin. Yani nasıl İkinci Dünya Savaşından sonra Amerika karşısında bütün milletler savaşı kaybettiyse aynı şekilde bütün milli paralar itibarsızlaştırılmış oluyordu. Yani sizin milli paranız dünya ticaretinde beş para etmiyordu. Dolar satın almaya mahkumdunuz onu da ancak ihracat yaparak veya altınınızı satarak yapabilirdiniz. Bütün dünyadan böylece altın aktı Amerika’ya. Ayrıca emisyon veya senyoraj avantajı denilen şey sadece ABD’nin kullanabileceği bir haktı. Yani sizin merkez bankanız ithalatınızı fonlamak için karşılığı olmayan para basamazdı ama ABD istediği kadar altın karşılığı olmayan yeşil kağıtlarından basabilirdi. Bunu yaptı da. Bu vaktiyle Azteklere, İnkalara boncuk verip altın almak gibi bir şeydi. Pax Americana’ya dahil olmak için böyle bir alışverişi şart koşuyordu.

Bretton Woods anlaşmasının para kısmı kabaca böyle. Diğer taraftan iki yeni teşkilat zuhur edecekti. Biri IMF diğeri Dünya Bankası. IMF bu kuru sabit tutabilmek için sermaye toplayacak ve dolara ihtiyacı olan ülkeyi fonlayacaktı. Bu bahsettiğim sermaye için de her ülke kendi kasasındaki altının belli bir kısmını IMF ye teslim edecekti. Bu sistemle Amerikan Merkez Bankası FED bütün merkez bankalarının merkez bankası oluyordu. Dünya Bankası da esas olarak İkinci Dünya Savaşından sonra harabe haline gelmiş Avrupa’nın kalkınması için gerekli krediyi temin edecekti.

Tabii bu durumda üye ülkelerin hepsi kendilerini bu şartlara ayarlamak mecburiyetinde idi. Türkiye de Sisteme dahil oldu. Karşılığında parasal ayarlamalardan önce Pax Americanın gereği demokrasi geldi ülkemize. Dünya Sistemin idare ettiği sermayenin en rahat hareket imkanı demokrasi ile mümkün. Biz bu sisteme dahil olurken TL’sını bu kez yüzde 68 devalüe etmek zorunda bırakıldık. Hristiyan takvimine göre 1947 yılında 1 dolar bu sefer 2,80 Liraya yükseldi. İthal mallarını stoklayan bir çok toptancı zengin oldu, memur, çifti, işçi biraz daha fakirleşti. Ayrıca Merkez bankasında ihtiyaten tuttuğumuz ve o vakte kadar satışı yasak olan altınların serbestçe satılabilmesini şart koştular. Böylece merkez bankasındaki ihtiyat altınların üçte biri kısa zaman yeşil kağıtlar karşılığında FED’in kasasına gitti. Bir sene önce Dış ticaret fazlamız varken yani döviz fazlamız varken durum tam tersine döndü.

Bretton Woods Sistemi ile ABD 1950’li yıllar boyunca dünyaya altın karşılığı olmayan dolar pompaladı. Bu yüzden dış ticaret açığı vermeye başladı. Hıristiyan takvimine göre 1958 yılı dünyada dolar bolluğunun zirveye çıktığı yıl olarak biliniyor. Yani piyasada altın karşılığı olmayan mebzul miktarda dolar var. Tabii olarak doların fiyatının düşürülmesi lazım ama Bretton Woods Sistemi gereği doların altın karşısındaki değeri ısrarla düşürülmüyor. İşin ilginç tarafı 1958 yılında yani doların değeri düşmesi gerekirken Türk Lirası bir daha devalüe edilerek 1 dolar 2,8 TL iken 9 lira oluyor. İki yıl sonra da menfur 27 Mayıs müdahalesi ve ABD’nin altın krizini başladığı yıllarda bizim 77 ton olduğu söylenen altınımız rahatça çalınıyor. Çünkü altınımız muhafaza edecek Türk ordusu yok edilmiş durumda.

Bretton Woods sistemi kimse kafa tutamadığı için 10 yıl daha yani 1971 yılına kadar devam etti. Sonunda elindeki doları götürüp altına çeviren ülkelerin sayısı artınca Altın karşılığını kaldırmak zorunda kaldılar. Bretton Woods Sistemi çöktü ama ne IMF ne de Dünya Bankası bu enkazın altında kaldı. Dünya sistemi yine gerekli düzenlemeleri yaparak doların dalgalanmasına bırakılan bir dünya dizayn etti. Şimdi karma ekonomi dedikleri paritelerin kurların karmakarışık düzeni içinde yaşıyoruz. Öyle bir düzen ki kendisi faiz olan kağıt paranın bile karşılığı yok. Yani kağıt para faizin faizinin de faizi gibi bir şey durumunda şu an. Onu da kısmi rezerv bankacılığı dedikleri şeyle yapıyorlar. Şimdi Murtaza adında bir müteahhit hayal edelim, belediye başkanının akrabası, belediyeden aldığı bir iş sayesinde 1 milyon lira kazanmış. Karıya güvenmediği için parayı evde tutmuyor A bankasına belli bir faiz karşılığı yatırıyor. Bir de Nebahat var 20 yıldır kuaförde maaşla çalışmış. Babası vefat edince bir arsa kalıyor kendisine. O da cin gibi bir kadın, çevresi de geniş, saçını eflatun pembe boyatacak dünya kadar kadın tanıyor. Şu arsaya tek katlı bir bina yaptırayım, artık kendi işim olsun diyor. Soruyor soruşturuyor sonunda Murtaza’yı buluyor kaça yaparsın diyor 1 milyon diyor Murtaza. Nebahat A bankasına gidiyor projesini anlatıyor bankadakiler ikna oluyor ve 1 milyon kredi veriyorlar. Hani şu Murtaza’nın yatırdığı para. O da parayı Murtaza’ya veriyor Murtaza da bankaya yatırıyor yine. Murtaza’nın bankada 2 milyonu oldu ama gerçekte ortada 1 milyondan başka bir para yok. Bankanın elinde yine 1 milyon var. Derken belediye imar yasasında değişiklik yapıyor. Nebahat iki katlı olsun diyor bina Murtaza da o zaman 1 milyon daha lazım diyor. Nebahat doğru bankaya. Bankada duran 1 milyonu alıp Murtaza’ya veriyor o da bankaya yatırıyor. Murtaza’nın bankada 3 milyonu var şimdi. Ama bankada sadece 1 milyon var. Şimdi Amerika’da bir bankanın bu şekilde 7 kez işlem yapma hakkı var Türkiye’de 10 katı civarında. Yani bir banka elindeki paranın 10 katına kadar kredi kullandırma hakkına sahip. Mevduat sahiplerinin batan bankalardan paralarını alamamalarının sebebi bu. Elimizdeki kağıt paraların kağıt para olarak dahi karşılığı yok. Dünya ekonomisin tekerleği böyle dönüyor şu anda. O yüzden Dünya Sistemi ihtiyaç halinde lazım olacağı için altın stoklamaya devam ediyor. Devletin faiz karşılığı yastık altındaki altına göz dikmesinin sebebi bu. 

Ticaret sadece alıp vermekle olur. Ve bunun karşılığı olarak altın veya gümüş paranın el değiştirmesi şarttır. Çünkü resulallaha bu sual edildiğinde : bir elden bir ele verilir ve alınırsa beis yoktur. Eğer vade ile olursa sahih olmaz demiştir.

Teşekkürler.

Gökhan Göbel: Faysal Toprak'a teşekkür ediyoruz. Şimdi son konuşmacımız Genel Sekreterimiz Mustafa Tosun, Umum Kâtip "Hak, Hakikat, Hakka Tapan Türk Milleti" başlığında konuşacak. Buyurunuz.

Mustafa Tosun: Evet. Selâmun aleyküm, 

Köprüden önce son çıkış gibi oldu ama şey oldu...

İsmet Özel: Köprüden önce son çıkış?

Mustafa Tosun: Evet, köprüden önce çıkış. "Ne dediğini bilseydi bildiğini okur muydu?" diyoruz. Benim bir tanıdığım var o her türlü okur, prompter'dan okur. Bilmesine de gerek yok; yüzlerce danışmanı var -yani aklıma bu geldi- onu okur. Mesela ben onun yerinde olsam kimin danışman olup olmadığını danışmak için bir danışman tutardım. Yav karıştırılır bu arada öyle.

Şimdi yine bu arada saatlerce burada bulunduk şu kelime geçmeden rahatlamayacağım. Bir kısaltmada bulunacağım: AKP. Hiç geçmedi bugün de kelimesi geçsin dedim. "Artık Kapatın Perdeyi" der gibi oldu, öyle.

Şimdi hakka tapan bir Türk milleti varsa bu hakka tapmayan birileri olduğundan dolayı söylenmiş bir sözdür. Bu manada da aklımıza gelen kimlerdir bunlar diye sorulduğunda bunlar Yahudiler ve Hristiyanlardır. Bu konuda Kırk hadiste İsmet Beyin zikretmiş olduğu Hadis-i Şerifte Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor. "Şüphesiz ki sizler kendinizden önceki milletlerin yoluna karışı karışına arşını arşınına tıpa tıp muhakkak uyacaksınız. O dereceye kadar ki şayet o ümmetler bir kelerin deliğine girseler siz de muhakkak onlara tabi olmaya çalışacaksınız" buyurdular. Bunun üzerine soranlar ya Rasûlullâh bu ümmetler Yahudiler ile Hristiyanlar mıdır diye sordular, sorduk diyorlar. Peygamber efendimiz onlardan başka kimler olacak buyurmuştur. Bu manada muhatabımız olan Yahudiler var ve Hristiyanlar var. Bize denilen şeyler var mesela Yahudilerin nüfusunun dünyada 15 milyon civarında olduğu söyleniyor. Geçen gün bir belgesel gibi bir şey izliyordum orda şöyle bir ibare geçti. 2500 yıl önce pardon 2500 yıl önce Yahudilerin nüfusunun 10 milyon Çinlilerin nüfusunun 30 milyon olduğu düşünülüyormuş. Çinliler Şimdi o kadar tek çocuk şeyine rağmen 1 milyar 300 milyon civarında Yahudilerin bize 14 milyon olduğu söyleniyor aslında öyle bir şey yok 1 milyarın üzerinde oldukları muhakkak. Yani Yahudilerin nüfusu 1 milyarın aşağısında olma şansı yok. Türkiye açısından sorarsanız daha önce bir yazımda yazmıştım bir yüzdelik oran vermiştim o oranı öğrenmek isterseniz öğrenebilirsiniz. Evet şimdi Yahudilerin ve Hristiyanların toplumun içerisinde dünyada yaygın oldukları gibi toplumumuz içerisinde de çok yaygınlıkları var mesela geçenlerde 90 yaşında Gülriz Sururi öldü, kendisi bir numara çekerek riyakarlık yapmama adına cenazesini gizli kaldırdı aslında muhtemelen Yahudi olduğunu düşünüyorum. Dini merasim olduğunu düşünüyorum. Bir buçuk sene önce de kocası Engin Cezzar ölmüş; o da aynısını yapmış onun haberini duymamıştım o da aynı şekilde şey oldu. Bu mesele dünyada mesela Ariel Şaron vardı meşhur biliyorsunuz ve Che Guevara var, bunlar kuzenler bildiğim kadarıyla. Ariel Şaron halasının oğlu. Bu tıpkı şey gibi Aydın Doğan'ın Vehbi Koç'un oğlu olduğunun bilinip de söylenmemesi gibi bir şey.

Birçok şey biliniyor ama söylenmiyor. Bugün Türkiye 16-17 yıllık bir iktidarla karşı karşıya. Biz önümüze getirilen şeyler köprüler şunlar bunlar tamamıyla aslında bir projenin parçası. Şöyle ki Çin'den Pekin'e Çin'den Londra'ya gidecek yolun şeyini de bize yaptırıyorlar. Üçüncü köprü bunun bir parçası üçüncü havalimanı diyorlar ama aslında ikinci hava limanı olacak. Atatürk Havalimanı kalkacak. Ve Kanal İstanbul'un da böyle bir projede bir anlamı var. Türkiye'de geçen yine kanallar arasında zap yaparken bir çiftçilik kanalında adam diyor ki tavukların biz tavuklarımızın damızlığını yurtdışından alıyormuşuz. Bir savaş çıktığında biz tavuğumuz bile olmayacak durumdaymışız yani Türkiye her şeyiyle zor durumla karşı karşıya şimdi bizi Yahudi ve Hristiyanlardan ayıran şeyler var bunu yazı olarak yayınlamayı düşünüyoruz çok uzatmayacağım. Şimdi Yahudilerde herhangi bir ahiret inancı yok. Tanrı inancı açısından Hristiyanlar da Hz. İsa'nın peygamber olan Hz. İsa'nın tanrılığını kabul etmediğiniz zaman o dinden olmuş olmuyorsunuz şu manada bizim kendimiz başta olmak üzere ne kadarımız Yahudi değil biz neyiz ne değiliz. Allah'ın kitabına ve peygamber efendimizin sünnetine uyarak bir arınmak bir öğrenmek, bilmek bu manada da öğrenmek bilmekle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum teşekkür ederim. Bitirdim geç oldu çünkü saat devam etse miydim.

İsmet Özel: Sen bilirsin. Oylama yapalım?

Mustafa Tosun: Tamam. Devam etsin diyenler. Bitsin diyenler. Aaa... İdris? 

Gökhan Göbel: Bitirme ağabey.

Mustafa Tosun: Şey yapacağım. Tabii tabii, şöyle, şöyle: Biz mesela kendi tartışmalarımdan kısa şeyler söyleyip bitireceğim. İnsanlar bir şey bilmiyorlar mesela insanlar için İslam dini sanki son 1500 yıldır olan bir şeymiş gibi insanlar Adem aleyhisselamın peygamberlerin İslâm dinini getirdiklerine ilişkin herhangi bir bilgileri yok bu konuda insanlar şeyler. Buna karşılık rabbimiz Hz. İbrahim için diğer peygamberler için Hristiyan veya Yahudi demeyin onlar Müslümandı deniliyor bu şekilde net ifadeler ortaya koyuluyor. Şimdi benim gördüğüm projelerden birisi de şu Birileri Kudüs'ü çok ağızlarına alıyorlar. Kudüs, Kudüs'ün bir şekilde Müslümanlar için Mekke ve Medine'nin önüne geçecek şekilde bir pazarlanması söz konusu. Ve belki de bir dünyada bir oluşum ve hatta dünya birleşmiş milletlerin bile Kudüs'e taşınılması düşünüldüğü falan söyleniyor. Bunun yanında işte Türkiye'de büyük oyunlar dönüyor bende bu oyunları biraz beni kekeme hale getiriyor ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorum Ama. Dinleyecek İnanın ismet beyden ve arkadaşlarımızdan başka dinleyecek kimse yok. İnsanların hepsi bir yerlere çalışıyorlar. Açık çelişkiye düşmelerine rağmen her şeye rağmen yalan konuşmaya devam ediyorlar. Allah bize onlardan etmesin. Müslüman olarak canımızı almayı Allah nasip etsin.

Teşekkür ederim.

Gökhan Göbel: Biz teşekkür ederiz Mustafa Tosun'a. Buyurun.

12 Ocak 2019

 

Milli Pazar Olmadan, Milli Birlik Olmaz

İstiklâl Marşı Derneği bir usule bağlı olarak şubelerine kavuşmaktadır. Bu hususiyetin manası, bildiklerinin tamamı Allah’a kulluk etmekten ibaret olan,

SINIF BİLİNCİ: CİHADIN MÜTEMMİM CÜZÜ, Paneli Tam Metni

Gökhan Göbel:

Selâmun Aleyküm,

Dördüncü sayısını çıkardık “Sınıf Bilinci”nin, hamdolsun. Genel Saymanımız Oruç Özel bahsetti;

"NİÇİN BU KİTAP VİTRİNDE DEĞİL" Paneli Tam Metni

Fikret Demir: Selâmun aleyküm, 

Hoşgeldiniz. İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciği ve yine bu vesileyle tertip edilecek bir panel,

"SINIF BİLİNCİ - GÜZ" PANELİNİN TAM METNİ

Oruç Özel:

Selâmün aleyküm,

Hepiniz hoş geldiniz. “Sınıf Bilinci” adlı panelimiz için bugün burada toplandık.

İstiklâl Marşı: "Abide Milletin Kaidesi" - İsmet Özel

Selamun Aleyküm!
Merhaba!
Ehlen ve Sehlen!

Bir İdeoloji Olarak İstiklâl Marşı

İstiklal Marşı, bir gün gelip de hesaba çekileceğini birinci meselesi yapmış insanların vasfından, Müslüman vasfından doğmuştur.