Tarihimiz Uçurumun Eşiğinde…

TÜRKİYE tarihi Âli Selçuk'un sevk ve idare ettiği Müslüman Türklerin Anadoluya girmesiyle başlar. O tarihten, yani toparlak hesap Milâdın 1070 yılından zamanımıza kadar gelen bu tarih dokuz asra yaklaşıyor.

Bu dokuz asırlık Türkiye tarihinin başlıca dört büyük devri vardır:

1 – Âli Selçuk zamanında (Feodalite) idaresi... Üç asırdan az fazla sürdü.

2 Âli Osmanın tahakkuk ettirdiği merkezi bir mutlakıyeti mutlaka, (Monarşi absolü) idaresi... Altı asıra yakın sürdü. Bu mutlakıyet ki Yeni Çağların Avrupa milletlerini yapan Avrupa merkezi mutlakıyetlerinin birincisidir- Fatih Sultan Mehmetle dünyanın büyük imparatorluklarından biri olarak büyüdü: Çaprastlamasına Fas hududu ve Viyana kapılarından İran Azerbaycanına ve Hint Okyanusuna, cenubi Rusya ovasından Sahrayı kebire, Sudana, Habeşe kadar... Karadeniz ve Şarkî Akdeniz bir Türk denizi oldu. Mutlakıyeti mutlaka, on dokuzuncu asrın ikinci yarısında bir istihale geçirdi; Avrupadaki benzerleri gibi bir münevver mutlakıyet oldu. Tarih ulemamız buna Tanzimat Devri diyor.

3 Âli Osman Türkiye tahtında kalarak Meşrutiyet idaresi... Yarım asır kadar sürdü. Bu yarım asrın içinde, birinci ve ikinci mebusan meclislerinin toplantı devirleri arasında, Abdulhamidin meclissiz idaresinde Kanunu Esasînin lagvedilmediğini hatırlamak lâzımdır.

4 Cumhuriyet idaresi... Büyük Millet Meclisi hükümeti, Cumhuriyet idaresinin ilk istiklâl ve hürriyet mücadelesi faslıdır.

Bu dört devriyle Türkiye tarihi bir azamet ve ihtişam kütlesidir.

Milli kütüphanemizde, muhallet bir Türkiye tarihi yoktur. Eskilerden bunu bekleyemezdik; çünkü tarih ilminin usûlleri, milletlerin hürriyet ve istiklâl dâvalarının halline çalışıldığı on dokuzuncu asrın eseridir.

Tarih Ebülfaruk, Hayrullah efendi tarihi, Kâmil Paşanın, adı iddialı, içi kof, Tarihi siyasîi Devleti Aliyyei Osmaniye'si, Ahmet Rasim merhumun halkcıl kaleminden çıkmış Tarihi Osmani'si vesaire... Kasdettiğimiz eserlerden değildir... Bu bapta mektep kitapları hiç düşünülmez...

Tarihimiz yazılmamıştır. Fakat ben, kalemim titreyerek yazıyorum: Yazılamıyacak…  Benim yaşım kırk biri buldu. Bizden evvelkiler bunu yapamadılar. Çünkü ellerinde malzemeleri hazırlanmamıştı. O malzemeler ki:

Çeşitli isimler altında devletin çeşitli evrak hazinelerinde bulunan milyonlarca vesikadan;

Kütüphanelerimizdeki büyük bir kısmı el yazması on binlerce kitap ve risaleden;

Müzelerimizin muhteviyatından ibarettir.

Bunlar birer birer elden geçecek, okunacak, tasnif ve tarif edilecektir.

Biz kırkına basmış olanlara gelince: (Amatör) leri hesaba katmıyorum, mes'ul vatandaşları, bunların arasında ilk hatıra gelen tarih muallimlerini alıyorum… Ne verdik?.. Halbuki neslimizin çok bereketli bir mahsulü olabilirdi.

Bizden sonrakiler de ise hiç ümidim yok. Hem onlar mânen mes'ul de değillerdir: Harf inkilabının çocukları bu gün 17 yaşındadır. Bu inkılapta ilk mektebe başlamış olanlar 24, bu inkılapta orta mektebi bitirmiş olanlar 30 yaşındadır.

Bunlar “Osmanlıca” bilmiyor…

Arap harflerini bilenler matbu eserleri okusalar bile anlayamazlar... Sülüs, nesih, rık'a, ta'lık, siyakat... Çeşitli el yazılarını okuyamazlar...

Yirmi beş yaşında gençlerimiz münşîyi, vak'a nüvis ve divan şairini şöyle bir tarafa bırakalım, İstiklâl Marşını okurken:

(Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl) mısraının mânasını bilmiyorlar.

Şu halde?!!

Türkiye tarihi korkunç bir nisyan uçurumu önündedir...

Çare?!!

Neslimiz, bizim neslimiz, Cumhuriyetin Osmanlıca bilenleri seferber olmalıdır. Fâni ömrümüzden kaç yılımızın kaldığını bilmiyorum... Ne yapabilirsek, ne bırakabilirsek, tez elden bırakmalıyız…

Bir gün, son uykumuzu uyuyacağımız Türkiye toprakları bizi o zaman affeder. Yoksa nâşımız bu toprakların aguşunda huzur içinde yatamaz.

Reşat Ekrem Koçu,  Büyük Doğu, 14 Aralık 1945, s. 14

 

"Türk Cüretinin ve İstiklal Aşkının İfadesi..."

“İstanbul'dan askerler, mühimmat kaçakçılığı gibi cüretkâr hareketler, dünya tarihinde misli görülmemiş efsanelerdi.

Cumhuriyet’de AKİFİN MEZARI

Cumhuriyette çekiç, Abidin Daver, muharririmiz Nurullah Atacın gazetelerimizde “Akifin mezarı” hakkında çıkan bir yazısına tariz etmektedir. Abidin Daver dostumuza biz cevap verecek değiliz. Bunu Nurullah Ataç –Lüzum görürse– sütununda yapar. Biz yalnız üstadın ne dediğini şöylece kaydedelim:

Abdülkerim Erdoğan - Şeyh Tâceddîn Velî

İstiklal Maârşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy, 24 Nisan 1920 tarihinde İstanbul’dan Ankara’ya gelir. Tâceddîn Dergâhı şeyhi Şeyh Tâceddin Mustafa Efendi, Mehmet Akif ve arkadaşlarının ikameti için

İstiklâl Marşımıza Saygı

Zirâ, İstiklâl Marşı'mıza karşı gösterilen saygısızlık - hemen her zaman ve her yerde rastladığımız ve maalesef garip, mânâsız bir alışkanlığın tesiriyle tabii bir olay gibi karşıladığımız - çok hazin ve yüz kızartıcı bir gerçektir

Millî Bir Marşa Muhtacız

Bu âcûbeyi hâlâ millî marş diye terennüm etmekte, her şeyden evel, sanatımız için hazin bir mahcubiyet yok mudur?

"Türk İstiklâl Marşı, büyük bir milleti ebediyen ayakta tutacak kadar sağlam ve târihî mısrâlarla örülmüştür."

Mehmed Âkif, hayâtı, şahsiyeti, îmânı ve eserleriyle, bizim sanat ve cemiyet hayâtımızda hadise uyandıran büyüklerimizdendir.

Merak etmeyin, sizin aleyhinize bir dize bile yok!

Başbakanlığı döneminde Celal Bayar çağrılı olarak Yunanistan'a, oradan da Yugoslavya'ya resmi bir geziye çıktı.