İSMET ÖZEL KİTAPLARI
Müslümanlıktan bir şey anlayabilmemiz için İslâm’ın neye evet dediği kadar neye hayır dediğine de dikkat kesilmemiz gerekir. Doğru yolda olmak yanlış yolu terk etmekle eş değerdedir. Yani Müslüman ahlakında hadiselerin seyir tarzına boyun eğerek kıyamete doğru yol almak yoktur. Modernliğin bir yerde, bir türlü başlamış olması onun hep her gün biraz daha azgınlaşarak devam edeceğinin karinesi sayılmamalıdır. Allah Âdem aleyhisselâmı halife olarak yarattı. Bu her beşer kuşağının bir sonrakine tecrübelerini aktarabilme gücüne işaret eder. Allah insanın hayır işlemesine hudut koymamıştır. Bunu her Müslümanın kıyametin koptuğunu gözleriyle görse dahi elindeki son hurma fidanını dikmekle mükellef oluşundan anlıyoruz. İnsanın kibre ve istiğnaya savaş açmaksızın yaşamasına Müslüman hayatı diyemiyoruz. Önceliğimiz berekete kavuşmak, gündelik hayatımızı her bakımdan verimlilikle uyumlu hale getirmek olmalıdır. Türk topraklarında bu işe Türklerin “önce vatan” şiarını ilk sıraya yerleştirmelerinin ne anlama geldiğini fark ederek başlamalıyız. Cumhuriyet ilân edildikten sonra yıllarca dağa taşa “önce vatan” yazdık; ama bunun anlamını hiç merak etmedik.
Biz, İstiklâl Marşı Derneği olarak, her ne kadar teklif ettiğimiz haritada öyle olduğunu gösteremesek de, Mekke ve Medine’yi Misâk-ı Millî hudutları dâhilinde sayıyoruz. Ve ilâve ediyoruz: Cumhuriyetin ilânını ikinci Hicretimiz kabul etmeliydik. Birinci Hicret'te sadece Mekke’den çıkarıldık. Oysaki ikinci Hicretimiz biz Müslümanları hem Mekke’den, hem de Medine’den etti. Mekke ve Medine’yi elimizden alan birkaç fanatik Vahhabi miydi? Hayır. Mekke ve Medine’yi Türk korumasından koparıp alan o dönemdeki Dünya Sistemi’nin metropolü, yani Britanyalı emperyalist oyunlar ve oyunculardı. Niçin Cumhuriyetin ilânını ikinci Hicretimiz kabul edemedik? Çünkü III. Selim saltanatından bu yana Türk topraklarında hüküm süren yönetici seçkinler Batılılaşmayı (Muasırlaşmayı?) temel düstur kabul eden kimselerdi. Yıllar ilerledikçe temel düstur devletin iskeleti şekline girdi. Öyle ki bugün Türk topraklarında hangi bakımdan olursa olsun, ister iktisadî, ister malî, ister siyasi, ister artistik, ister kültürel bakımdan olsun yükselmeniz Türk düşmanı bir tasarımın parçası haline gelmenizle ancak mümkündür. Aksi halde burnunuz yere feci halde sürtülecektir.
Bugün Kur’an-ı Kerîm’in hükümleriyle Müslim veya gayri-Müslim bütün yönetenlerin hükmetme tarzları birbirinden koparılmıştır. Yönetenlerin tarzlarına uyum gösterenleri bizzat yöneticiler azdırıyor. Yönetenleri Hakk’a davet eden Müslümanlar her hangi bir biçimde belirecek olursa yönetenler tereddüt etmeden onların canlarına kıyıyor. Bu huzursuzluk yaratan çıkmazdan sıyrılmanın yolunu Hadis-i Şerif işaret ediyor: Her Müslümanın yapacağı Meryem oğlu İsa’nın ashabının yaptığıdır. Onlar testereyle kesildiler ve çarmıha çakıldılar da yine vazgeçmediler. Allah’a isyan halinde yaşamaktansa Allah yolunda ölmek evlâdır. Ölümden kurtulmak için ölümü mü seçeceğiz? Cevabı merak uyandıran bu suali sarahate kavuşturmak için Kur’an ve Sünnet’e müracaat edeceğiz.
Allah agâh ve sadık olmamızı emrediyor. Hem Müslümanlar olarak dünyada kimin hangi dolapları döndürdüğünden haberdar olacağız, hem de Kur’an ve Sünnet ’ten başka rehber edinmeyeceğiz. Agâh ve sadık olabilmek için kapitalizmin türettiği hegemonyadan salim kalmamız gerekiyor. Son yirmi yılda ideologi keskinliğinden uzak durabilmemiz için bizi karşımıza çıkan vakıaların siyah-beyaz zıtlaşması içinde kavranamayacağına, aradaki gri bölgenin hem siyahtan, hem de beyazdan daha büyük bir saha kapsadığına ikna etmeğe uğraşıyorlar. Bu görüş ilk bakışta bize mantıklı görünüyor. Hiçbirimiz mantığın mantıksızlığına meyletmiyoruz.
Her şeyden önce griliğin ne olduğunda bir mutabakata varmamız gerek. Grilik sadece siyahla beyazın birbirine karışmasından mı doğar; yoksa her rengin bir gri tonu var mıdır? Daha da önemlisi griliğe gerçekten renk olma vasfı tanınabilir mi? Siyah-beyaz karışmasına bir bakalım: Gri dediğimiz şey siyahın içine biraz beyaz katarak elde ettiğimiz bir renk midir? Yoksa griyi beyazın içine bir miktar siyah katarak mı elde ediyoruz? Her ikisi de mümkündür. Dolayısıyla tek bir gri yoktur; çok sayıda gri vardır. Giderek gri diye bir rengin olmadığını, sadece içine biraz siyah katılmış beyazın veya içine biraz beyaz katılmış siyahın olduğunu iddia edebiliriz. Neticede elimizde kala kala ya siyah veya beyaz kalacaktır.
Aristoteles mantığı mantıksızlıkla başlar. Bu mantıksızlık “üçüncü halin imkânsızlığı” diye adlandırılır. Bu kurala göre bir kapı ya açıktır veya kapalı. “Aralık kapı” diye bir şey yoktur. Kapı ile çerçevesi arasında bir milimetrelik bir mesafe kalmışsa mantıken o kapıya “açık kapı” demek mecburiyetindeyiz. Oysa Türk dilinde kapı ya “aralık” veyahut “ardına kadar açık” olabilir. Buradan mantığa özgü mantıkla dilin mantığının birbirini desteklemediğini anlayabiliriz. Asıl anlamamız gereken şey imanın mantıktan daha yukarıda bulunduğudur. Avrupa menşeli dillerde logos kelimesi bizi hem mantığa, hem de söze götürür. Mantıkla nutuk arasındaki bağdan da haberdarız. Yine de doğruyu fark etmek ikna olmakla mümkün değildir. Biz Müslümanlar helâl ile haramı birbirinden ayırırken akla değil nakle öncelik veririz. Ancak bu tutum bize cennet yolunu açar.
İsmet Özel, 9 Rebiülahir 1447 (1 Ekim 2025)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün


