İSMET ÖZEL KİTAPLARI
Dördüncü Senfonisini bestelediği zamandan itibaren tamamen sağır olan Beethoven (1770-1827) şunu söylemiştir: “Benim gözlerimle işittiğimi siz kulaklarınızla göreceksiniz”. Beethoven anadan doğma sağır değildi. Yoksa “harika çocuk” olarak nasıl temayüz edebilirdi? Belli bir yaştan sonra ağır işitmeğe başladı. Uzun yıllar benim bizzat gördüğüm ve dışarıdan bakışta boynuza benzetilebilen işitme aygıtları kullandı. Konumuz Beethoven’in sağırlığı değildir. Ben dikkatinizi “gözle işitmeğe” ve “kulakla görmeğe” yani “correspondance”a çekmek istiyorum. Bazı çevreler modernliği anlamak için sosyologi açıklamalarından çok Baudelaire okumalarının daha faydalı olduğunu savunur. Giderek şairin “Correspondances” başlıklı bir şiiri de var. Beethoven deyip de geçmeyin: Onun 9. Senfonisinin koro kısmında yer alan ve Schiller‘in (1759-1805) An Die Freude (Sevinç Üzerine) şiirinin bestelenmesi vesilesiyle ortaya çıkan ezginin bugün Avrupa Birliği’nin marşı olduğunu belki çoğunuz bilirsiniz; ama bestecinin eseri dinleyiciye yerli yerince sunulması için Senfoni’nin Türk müziği icrasıyla tamamlanacağını düşündüğü gerçeğinin sansürlendiği bilgisi gizli tutulmuştur.
Tarikat kelimesinin tercümesi “yollar” şeklinde yapılabilir. Tasavvufu savunmak isteyenler Allah’a giden yolların meşrep çeşitliliği sebebiyle çok sayıda olduğunu söyler; ama yolların hepsinin nihayette Allah’ın şeriatına çıktığını da savunmalarının gerekçesi kılmakta gecikmez. Yeniçeri teşkilâtı Bektaşi idi. III. Selim saltanatından itibaren devletin resmen tercih ettiği tarik Mevlevilik oldu. Bu da Osmanlı tasavvufuna tuz biber ekmek anlamına geldi. Bektaşilik Sünnilerle Alevîlerin dergâh aracılığıyla kaynaşmalarını sağlamakla kalmayıp devlet gücünden Arapları uzak tutmak görevini de yerine getiriyordu. Bektaşi olabilmek için Arap olmama şartı vardı. Bektaşiliği Mevlevilikle ikame etmek kambur üstüne kambur koymağa vardı. Çünkü Mevlevilik geleneksel tasavvufun dışındaydı. Gide gide en uzak Mevlana Celâlettin-i Rumi’ye gidebiliyordu. Oysa Tasavvufta tarikat zincirinin sahabeden birine çıkma zorunluluğu vardı.
“Gözlerle işitmek, kulaklarla görmek” ten girip Osmanlı Devlet düzeninin maneviyat yoklamalarına vardım. Niçin? Bunu size Kur’an-ı Kerîm’in Hıristiyan Takviminin VII. Yüzyılında indirilmesinin modernliği başlattığını açıklayabilmek için yaptım. Modernliği Kur’an başlattı dediğimiz zaman Müslümanların elinde kıyamete kadar modernlikle hesaplaşmaya elverişli bir silâh bulunduğunu dile getirmiş oluyoruz. Kur’an modernliği başlattı. Çünkü bireysellik Müslümanlığın en temayüz etmiş vasfıdır. İslâm’ı kavrayabilirsek Batı’nın anladığı bireysellikten Müslümanların anlamaları gereken bireyselliğin nerede ayrıldığını kavramış oluruz. Batı’nın bireyselliği anti-sosyaldir. Henrik Ibsen oyunlarından birinde bir kahramanın ağzından “küstah ekseriyet” ibaresini telâffuz edecektir. Daha anlaşılabilir bir deyişle Batı’nın bireyselliği sosyalliğe ancak dolaylı (bilimsel, felsefî, artistik) bir yoldan ulaşabilir.
Müslümanın bireyselliği onun bir cemaate mensup olmasıyla başlar ve orada biter. Buna mukabil Batı birey denildiğinde mensup olduğu topluluğu hayra çağıranı değil, çoğunluğun kavrayış tarzına rağmen ve giderek çoğunluğun zıddına talip olunan başarıya ulaşanı anlar. Batı kültürü bir yandan demokrasiye övgüler düzerken, diğer yandan popülizmi hem kınar, hem küçümser. Ölüm korkusu ve dünya sevgisi Batılıların sapkın inançlara sıkıca sarılmalarına sebep olduğu kadar insanüstü olan her şeye rağbet etmelerinin yolunu genişletmiştir. Ölüm korkusunun ve dünya sevgisinin tesirinde kalanlar sadece gayri-Müslim odakların sultası altında kalanlar değildi. Müslüman çevreler de bu tesiri üzerlerinde hissetti. Bu his İslâm’ın sancağının yarıya indirilmesini gerektirdi.
1839’da ilân edilen Tanzimat Fermanı ilk önce “mürtetlerin öldürülmesi” kuralını ortadan kaldırdı. Padişahın bütün tebaasının eşit sayılması gerekçesiyle “millet sistemi” lağv edildi. Artık reaya Beraya'nın hükmü altında değildi. Rum Ortodoksların altında Ermenilerin, Ermenilerin altında Yahudilerin bulunduğu fikri buharlaşmıştı. Asıl yıkım piyasada oldu. Artık devlet narh koyamıyor, satılan malların fiyat ve kalitesini tayin edemiyordu. Karşımızda tağşiş ve tağyir edenleri denetleyemeyen bir devlet vardı. Modernliğin İslâm’a karşı bir cephe oluşturmakla yetinmediği, İslâm’a karşı savaşın toplumda zerre kadar İslâm izi kalmayıncaya kadar devam ettirileceği sarahate kavuşturulmuştu.
Dünya Sistemi’nin İslâm’a müdahalesi ne dereke derinlere inmiş olursa olsun Türk milleti kendi varoluşunun mayasına sırt çevirmedi. Bugün Mekke ve Medine dâhil, yerkürede Batı’dan intikam almadan hiçbir belânın defedilemeyeceğine inanan cami cemaatinin sadece Türk hâkimiyetinin geçerli olduğu topraklarda bulunduğu gerçeğinin her geçen gün kendini biraz daha belirgin kıldığını görüyoruz.
İsmet Özel, 21 Muharrem 1447 (16 Temmuz 2025)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün


