İSMET ÖZEL KİTAPLARI
Hıristiyanların XVII. yüzyılında Hollanda denizlerdeki nakliyat bakımından bir numaraydı. Endüstrinin ihtiyacı olan taşımayı yapmağa ki, bunun içinde köle ticareti de yer alıyordu, en uygun gemilere sahip olması o ülkeye “dünyanın hamalı” unvanı verilmesine sebep olmuştu. Navlundan kazanılan para öyle büyük bir meblağ tutuyordu ki bu yüzden Hollanda dünyayı finans cenderesine sokan Sistem’in İtalyan Site Devletleri’nden sonraki metropolü haline geldi. Niçin Dünya Sistemi’nin metropolü XIX. Hıristiyan yüzyılında Hollanda’dan Büyük Britanya’nın başkenti Londra’ya taşındı? Çünkü üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu müstemlekeci Avrupa ölçülerini yerkürenin ticaret şebekesi şekline getirmiş ve yerkürede el koyduğu topraklarda servet edinenlerden kendine pay çıkarmanın yolunu bulmuştu. Servet edinme bahsinde Alman iş adamları I. Cihan Harbi patlak verinceye kadar Britanya müstemlekelerinden istifade etti.
Dünya Sistemi’ne can suyu temin eden hegemonya bir mali dayatmadan bağımsız düşünülemez. Şimdiye kadar nasıl bir at çalana hırsız ve fakat bir ülkeyi çalana hükümdar dediysek hegemonyanın yepyeni yöntemlerini hayatımıza başarıyla tatbik edenlere de XIV. Hıristiyan asrından itibaren “lebbeyk” dedik ve halen diyoruz. Buna eğer Müslüman olmasaydık canımız sıkılmayacak ve hegemonyanın herhangi bir türünün kaçınılmazlığına hükmedecektik. Ne var ki Müslüman olmanın ne anlama geldiğini keşfetmekle mükellefiz. Elimizde vahiy yoluyla ulaşmış bir kitap bulunduğunu umursamadan yaşamanın haram olduğunu öğrenmek zorundayız. Ne demek tekeffül? Ne demek zorunda olmak? Bu suallere cevap bulabilmek için önce gözlerimizi insanın biçim alışına çevirmemiz gerekiyor.
İnsanın biçim alışının birinci kademesinde onun yürüyor ve konuşuyor olması yer alır. Yürümeği ve konuşmağı niçin ilk ve aynı kademeye yerleştirdik? Çünkü daha bebek çağında iken yürümeği öğrenmemiz bizim ellerimizle ayaklarımızın farklı şeyleri gerçekleştirmek için olduğunu öğrenmemiz demektir. Yerkürede hiçbir insan cinsi ayaklarıyla bir ağacın dalına tutunamaz. İrili ufaklı her kavmin dili diğerinden farklıdır; ama telâffuz etmeden konuşabilen hiçbir kavim yoktur. Dilsiz-sağırların işaret dili telâffuz ederek konuşan insanların sosyal münasebetlerinin taklidinden doğmuştur. Netice olarak yürüyen ve konuşan insan sonuçtan hiç memnun olmasa da içine doğduğu topluma borçlanarak o toplumda yer sahibi olabilir. Yaş ilerledikçe borçlanma mesafe kat eder. Kavimlerin kavimlere borcundan söz etmek zorunda kalırız. İnsan münasebetlerini tetkik edenler de bütün kötülüğün iş bölümünden güç aldığına inanmak zorunda kalır.
Öyle midir gerçekten? İnsanlar birbirinden çok farklı işlerin ustası olmakla kurulu düzeni pekiştirmiş, birlikte yaşadıkları insanların geleceğini karartmış mı olurlar? Bu suallerin cevabı insanların son üç bin yılda yaşadıkları her dakikadan, her bakış açısından çıkarılabilir. Son üç bin yılda ümit ne idi? Dünyanın hangi bölgelerinin hangi sebebe binaen Müslümanlaştığına, nerelerin nasıl Hıristiyanlaştığına ve hangi Hıristiyan’ın başka bir Hıristiyan’ı ne yapıp da ötekileştirdiğine, Yahudilerin kendi aralarında kapatılamaz uçurumlar açtığına dikkat kesilirsek insan cinsinin kendi kuyusunu kazmakla meşgul olup olmadığına akıl erdirebiliriz. Avrupa’da doğan medeniyet “Kral saray yaptırmağa karar verirse duvarcıya iş çıkar” düsturunu esas alarak bugüne geldi. Yani meslek olarak duvarcı ustası olmağı seçtiğimizde kendimizi Kralın saray yaptırma isteğinin doğmasına bağlamış oluruz. Bu durum dünya hayatının bütününe anlam verir. Bir şey yapmak. Bir şey yapabilmek. Bir şey yapmaktan kendi iradenle kaçınmak. İradesizliğe mahkûm edilmek yani bir şey yapmağa icbar edilmek.
“Korkma! Ben kral değilim. Ben kuru et yiyen Mekkeli bir kadının oğluyum”. Mealen aktardığım bu Hadis-i Şeriften kral olmanın neyi esas alarak sorgulanabileceğini öğreniyoruz. Eğer bir işe başlayacaksak bu işe ancak rızkımızı bir kralın kaprislerini fırsat bilerek değil, o rızkı Allah’ın verdiğine iman ederek başlayabiliriz. Önümüze hayra giden yol ancak başlamak mastarına dikkatimizi yoğunlaştırırsak açılacaktır. Eğer yararın hayatımıza bir düzen verme yolundan geçtiği inancını benimsemişsek bunu beş parmaklı elin baş parmakla başladığı ilkesi gölgesinde tadabiliriz. Bir elin başlaması ne demek? Bileceğimiz şeyin imamsız hiçbir insan işinin gerçekleşmeyeceğine inanmamız demektir. Baş parmak diğer dört parmağı karşılar. Baş parmağın bu özelliğiyle insan kendini diğer yaratılmışlardan temelli bir şekilde ayırmakla kalmaz böylece idareciliğin insan tekelinde bulunduğu ortaya çıkar.
İnsan neyi idare edecektir, nasıl idare edecektir? Bu husus mü’mini münkirden ayırır. Toplum düzenlerinin inkârdan elde edilen kolaylıkla mı, imandan sağlanan emniyetle mi sağlandığına bakıp bir kavmin İslâm’la nasıl münasebettar olduğuna karar verebiliriz. III. Selim Osmanlı devletinin sair devletlerle yaptığı anlaşmaların İslâm’ın izzetine halel getirdiği görüşünde olan ulemayı azledip onların yerine kurulu düzeni belli bir şekilde elinde bulunduranların makamını sağlamlaştırma yolunu tasdik edenleri getirdi. Böylece “küfür etmek” Türk lügatinde bir tek anlama, “sövmek” anlamına hapsedilmiş oldu. Ülkenin Allah’tan ümit etmesini önleyen idareci kadrosunun küfrettiği böylece dile getirilemez hale geldi. Yani küfr ile ayakta duran her ne ise Müslüman görüntüsü veren herkesi Allah’tan gayrısından ümit besler şekle soktu. Tersi nasıl olacak? Ne yapacağız da ümidimizi Allah’a bağladığımızı görünür, gösterilebilir duruma getireceğiz? Bu sualin cevabını kâfirler Müslümanlardan daha iyi biliyor. Beş yıl boyunca İstanbul’u işgal altında tutanlar ezan okunmasını yasaklamadı. Bu işgale başkaldırma fikrinde olanların fikirlerini halka yaymalarına engel oldu. Bir isyan hareketi başlatılamadı. Eğer başlasaydı kâfirlerin başına geleceklerin önü alınamayacaktı. Nereden mi biliyorum? İstiklâl Harbi Türklerin hükümranlığına yol açınca İstanbul’un göze çarpmayan sahalarında gayri-Müslim avı başladı.
Hâsıl-ı kelâm toplum hayatında İslâm’ın zuhur etmesi insanın ilk nazarda Müslümanlığının fark edilmesine sıkı sıkıya bağlıdır. Cumhuriyetin ilânını takip eden yıllardaki inkılaplar Türk vatanından İslâm görüntüsünü silip süpürdü. İnkılapların Türk toplumunu tahrip ettiğini açık seçik telâffuz edemiyoruz. Niçin? III. Selim saltanatından itibaren hiç hız kesmemiş Batılılaşma hareketi her zamankinden daha derine işleyen değişikliklere gitti. İnkılapların nerelere dokunduğunu ayan beyan gören ve bu yüzden Lozan’da kendilerine tanınan bazı imtiyazları kullanmayacaklarını ilân eden gayri-Müslimler bayram ediyordu. Nüfusun yarıdan fazlasını teşkil eden muhacirler yeni yerlerinde şüpheli insanlar durumuna düşmemek için her şeye razı görünüyorlardı. Böylece İslâm düşmanlığı Türk toplumunda en geçer akçe oldu. Siyasal İslâm düşmanlığın üzerine tuz biber ekti. Bunlar ve bunlara benzer nice sebepler yüzünden yazımızı geri alma yönünde yapılacak her şeyin sonuç verme ihtimali yükseldi. İhtimali ihtimal olarak muhafaza edip etmemek toplumun bütün katmanlarında yeni bir bilincin filizlenip filizlenmeyeceğine bağlıdır.
İsmet Özel, 14 Rebiülahir 1443 (19 Kasım 2021)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün


