DİLDEN ŞİİRE Mİ, ŞİİRDEN DİLE Mİ?
İSMET ÖZEL
.

Yıllar yılı benim yazıp söylediklerime atıfla kafa karışıklığı yarattığımı söyleyenlere şu cevabı verdim: Karışık kafa çalışmayan kafadan iyidir. Önce kafamızı karışıklıktan kurtarmağa çalışmakla karakterimizi sağlam kılabileceğimiz hatasından uzak tutalım kendimizi. Sağlam karakter neyi ifade eder? Eğer bir muharip söz konusuysa hasmını etkisiz kılacak davranışları elden bırakmayışını, eğer bir din adamından söz ediyorsak söylediklerinin yaptıklarıyla uyum halinde oluşunu, eğer bir sanatçıdan bahsediyorsak kendine (bilhassa gençlik yıllarındaki kendine) ihanetten uzak duruşunu onun sağlam karakterinin gereği olarak görürüz. Harp etmek için, bir dini hayatıyla ahenktar kılmak için, sanat eseri ortaya çıkarmak için kimseye karışıklığı giderilmiş bir kafa gerekmez. İnsan hayatı olarak bildiğimiz şey nebatattan ve hayvanattan farklı olarak anlamın tezahür ve tecessüm edişine ilişkindir. Zahirde anlam bize ulaşmayabilir veya bizim mevcudiyetimiz dolayısıyla cesamete kavuşmayabilir. Böyle de olsa muharibin, din salikinin, sanatçının anlam uğruna bir zahmeti göze aldığı gizlenemez.   

Anlam uğruna göze alınan zahmet para döngüsü sebebiyle bir yanıyla devletleri, diğer yanıyla edebiyatları doğurmuştur. Paralar ve mallar birbirlerine etmediğini bırakmaz. Kısa bir tetkikatla beynelmilel münasebetlerin zorlayıcılığının devletleri birbirlerinden etkilenmeğe icbar ettiğini görebilir ve gösterebiliriz. Dilin gramer hususiyetleri yüzünden aynı şeyi edebiyat adına yapmak mümkün değildir. Yani edebiyat birleştirmez ayrıştırır. Edebiyat bizi kendi zevkimizin kıymetini bilmeğe zorlar. Edebiyatın hakkını ancak anadilimizde verebiliriz. Mecburiyetlerimiz de, memnuniyetlerimiz de ana dilimize hususiyetler verir. Bu hususiyetlere Batı tesiri sebebiyle gramer dediğimiz olur. Dilbilgisi demekten de geri durmayız. Dilbilgisi kurallarını zora sokan İkinci Yeni şiiri oldu. Aruz vezniyle hayat bulan Divan şiiri özü ve biçimiyle millî varlığın, yani Türkçenin grameriydi aynı zamanda.       

Bizim “batı denizi” anlamında Akdeniz diye adlandırdığımız büyük suyun çevresinde kalan toprakların tamamını ele geçirdiği için her yerde devlet otoritesi olarak tecessüm eden Roma İmparatorluğu ikiye bölününce geriye konuşma ve yazma dili Yunanca olan bir Bizans kaldı. Latinceye ne oldu? Katolik kilisesi Roma İmparatorluğunun terekesini devraldığını dil üzerinden gösterdi. Haçlı Seferleri süresince Türkler önce Batı Roma topraklarında yöre üstünlüğü bina eden devletleri dünya siyasetinin bir oyuncusu olmaktan çıkardı. Bu oyunculuğa hiç yanaştırmadı da diyebiliriz. Sonra İstanbul’u fethederek olduğu kadarıyla birikmiş sermayenin hangi yolla olursa olsun şimdilerde Türk toprakları demekten hoşlandığımız alanda tezgâhladığı oyunu tümden iptal etti. Zaman içinde Türkler bu topraklarda niçin bulundukları sualinin cevabına bigâne kaldı. Cumhuriyetle girişilen inkılâplar dümeni ters çevirdi. Ters dönen dümen yadırgatıcı bir Türkçe ortaya çıkardı. İsa aleyhisselâmın doğduğu yılı 0 sayarak başlatılan takvimin 1453 üncü yılı, İstanbul'un Türkler tarafından fethedildiği yıldır. Fetih Batı tarihçilerine göre Orta Çağı sona erdirdi. Hıristiyan âlemi başının çaresine bakmak için her yola başvurdu. Batıdan gidilerek doğuya varma fikri 1492'de Kristof Colomb'un Avrupalıların hakkında hiçbir şey bilmedikleri topraklara ayak basmasına sebep oldu. Tahsil hayatım yeni ve yakın çağları bu tarihlerle başlatan öğretmenlerimle dopdoludur.

Gündelik hayatın teferruatıyla doğan manzaralar kimilerine “Çok şükür bu günleri gördük” dedirtir. Başka birileri ise aynı manzara karşısında “Ne günlere kaldık!” diyeceklerdir. Nasıl bir şeydir gündelik hayat? Ondan şikâyet edenlere mi, yoksa onunla hoşnutluk duyanlara mı hak vereceğiz? Hayatın anlamını gündelik hayatın verilerinde aramanın bizi bir gülünçlükten diğerine sürüklediği ortada. Tersi de doğru değil mi? Yası tutulacak her şey gündelik hayatta vuku buluyor. Tatmin olmak veya tedirgin olmak… Bu ikisi arasında gidip gelmekten bizi edebiyat kurtaracaktır. Zihnimizi edebiyata açmamız kullandığımız dilin iletişim kurmaktan ötede bir anlama açılması demektir. Edebiyatın açtığı yoldan ilerleyerek müziğe, resme, mimariye ulaşabiliriz. Millî hayatın sırrı burada gizlidir. Türk milliyetçiliğinin aruzda saklı olduğu bilinmediği veya bilindiği halde kasıtla gözden saklandığı günlerde millî kalkışmanın imkânı ortadan kaldırıldı.         

Bugün elimizde kalan Türkçenin temelinde aruz vezninin şiirde kullanımıyla ele geçen imkânlar var. Ahmet Haşim’in “Merdiven” şiiri belki yazdıkları arasında en meşhur olanıdır. Oysa Yunus Emre’nin şiirinde merdiven kelimesi henüz “nerdibân” şeklinde yani Farsçanın, edebiyata en yatkın çevre dili olan Farsçanın aslından kopmamış haliyle kullanılmıştı. Aruz kalıplarına uyan ifadeler şiir kabul ediliyordu; ama iş burada bitmiyordu. Gündelik dilin mensur kullanımı nazmın denetimi altına girmiş oluyordu. Buradan Türkçe diye bilinen dilin kaynağının şiir olduğu görüşüne geçebilirsiniz. Hâlbuki akla yakın görünen tersine bir süreç gibidir. Önce hangi vesileyle olursa olsun bir dil doğar ve o dilin maharetle ele alınış tarzı bize şiir gibi görünür. Hayır, bu bakış tarzı tamamen yanlış değilse, en azından kısmen doğrudur. Çünkü mensur ifadeler dilden dile dolaşmaz. Bir ifade manzumeye ne kadar yakınsa o ifadeye yakın duranların sayısı o miktarda çoktur. Eğer bir toplumda dilden şiire gidildiyse o toplumda kuralların dokunulmazlığı bünyeye yerleşmiştir. Bir yandan hem düzenli ve hem de devamlı ordunun, diğer yandan birikmiş sermayenin esas kabul edildiği toplumlarda dilden şiire gidilir.

Niçin Türkçe şiirden dile uzanmak suretiyle doğmuştur? Çünkü Türkçe var olmak için gündelik hayatın idamesini ön görmüyordu. Uğradığı bütün tahribata rağmen Türkçe ayakta duruyorsa hâlâ bir itikadı muhafaza edebilme kalıpları üzerinde duruyor. Almancada “unfall”, Fransızca ve İngilizcede “accident” dedikleri şeye biz Türkler “kaza” diyoruz. Yani Allah’ın takdiriyle olan şey. Biz Türkler Arapça anlamı kalıcı olmayan, geçici olarak bilinen “fena” kelimesini istenmeyen, reddedilen şey anlamında kullanıyoruz. Yani biz Türkler Araplardan, Farslardan ziyade temelinde itikat bulunan bir dille anlaşırız. Çok uzağa gitmek de gerekmez bizzat ve bizatihi Türk kelimesi Arap elifbasında “ö” harfinin yer almayışı sebebiyle doğmuştur. Macarlar bize dillerinin Asya kıtasına ait kökeni oluşu yüzünden “Török” diyor. Müslümanlığın Türk olmanın nişanesi oluşundan önce “töresi olan” demek için kullanılan kelime bu değişime uğramış.

Dildir ayıran milletleri birbirinden başka hiçbir şey değil.  Milletlerin idamesine ne üzerinde yaşadıkları topraklar, ne toplum ilişkilerindeki hususiyetler, ne de alışkanlıkları sebep olur. Modern Latince diye bir şey bilmiyoruz, çünkü Latince modern çağda konuşulmuyor. Buna mukabil bir modern Yunanca var çünkü modern çağda bu dille iletişim kuran insanlar var.  Dillerin lehçeleri, şiveleri, ağızları olduğu dilbilim uzmanı geçinenleri karşı karşıya kaldıkları bazı zorluklardan kurtarmak için uydurulmuştur. Tasnifin doğrusunu edebiyatı doğuran farklılaşmada aramak yerindedir. Bir insan edebiyat uğruna dilden lisana, lisandan lügate yükselir.

İsmet Özel, 29 Zilkâde 1442 (9 Temmuz 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.