YAZDIKLARIMIN SOLUKLANMA VAKTİ (I)
İSMET ÖZEL
.

Türkçe konuşurken niyetimiz felsefe yapmak olmadığı halde hayret etmekten, aşkın dalgasına kapılmasak bile hayran olmaktan söz açtığımız oluyor. Bir zamanlar Çinlilerin “ilginç bir çağda yaşayasın” ilenmesinin bir anlamı var mıydı? Dile takılan tabirlerin anlamına her zaman diliminde ulaşma imkânımız yok. Ya bütün çağlar ilginçtir veya ilginç çağ diye bir şey yoktur. Geçmiş bize peygamberlerin dünyaya uğradıkları zaman dilimlerini bütün ruh durumlarına meydan okurmuşçasına ilginçmiş gibi gösteriyor. Hareketin sonuna ölüm diyoruz. Hayatta olmak hareket halinde olmaktır. Kalp atışlarımız dünyaya verdiğimiz tepkinin delilidir. İlginç bir çağda yaşamasak bile hem hayret ve hem de hayranlık yaşadığımız dünyada bizi yerimizden ediyor. Ölenle ölmüyoruz; ama bazılarımız ölmüş olanın gittiği yer hakkında şuur kazanıyor. Kalp atışlarımız bize olduğumuz yerden daha yeni bir yeri işaret ediyor. Kendimize hiç olmazsa ruh durumumuz bakımından eskisinden daha yeni bir yer bulmazsak hayatta kalamıyoruz. Hayrete kapıldığımız şeyler ve durumlar şaşırmamıza yol açıyor. Hâlbuki hayranlığımızın bir şaşırtıcı tarafı yok.

Çok vaktim kalmadı. Kaç saat, kaç gün, kaç hafta, kaç ay, kaç yıl daha yaşayacağımı ben bilmiyorum. Uzayan ömrümün ne kadarının kaldığını bir beni yaratan biliyor. Benim bildiğim şey yazdıklarıma nefes aldırma vaktinin geldiğidir. Şiir yayınlamağa yorgun başladım. Henüz 17 yaşımda olsam da şiir yazmak beni yoruyordu. Öyle ki hangi şiirim olursa olsun bir şiiri kendimce yayınlanır şekle getirdiğim zaman bir şiirde yazılabileceklerin hepsini yazdığım fikri bünyemi işgal ediyordu. Zaman ilerledikçe (diyelim ki bir hafta) her şeyi daha değişik bir açıdan ele alabileceğim fikri zihnimi çeliyordu. İlk kitabım Geceleyin Bir Koşu tamamlanıncaya kadar bu açıklamam her şiirim için geçerli oldu. Ne zaman ki yazdığım şiirin adını Partizan koydum, o zaman kendimi sadece bir şair olarak değil, Avrupaî, giderek Fransevi anlamda “bağlı” bir şair olarak görmeğe başladım. Bağlılığım bir daha ara vermedi. Amentü şiirimi hidayete ermeden önce yazmağa başladım. Neden kendimle yarışma tutkusu beni rahat bırakmadı? Çok istediğim halde bunu kendime izah edemedim.

Size hiç inandırıcı görünmeyeceğini bildiğim halde söylemekten geri durmayacağım şeyin bağlanmamı bir anlama açan fikrin Marksizm veya her hangi başka bir fikir olmadığıdır. Zaten şiirin fikre bağlılıkla arasının iyi olmadığını daha şiir yayınlamağa başladığım sırada yazmıştım. Bununla birlikte hurafelerle dolu Türk hayatı sırasında Marksizm’e açılmak ülkeme sahtelikten arınarak açılmak ve kendi varlığımın hududuna akıl erdirmekti. Yaptım bunu: Ülkeme açıldım ve kendimin varlığına aklım erdi. Dolayısıyla İslâm inancını hayatımın esası şekline getirmem beni bağlanma hususunda devrimci görüşten daha mutaassıp hale getirdi. Eğer yeniliğe heves bahsinde içime sızmış bir şeyler vardıysa onları içimden kazıyıp sökmek beni güçlü kılıyordu.

Güçlü insan karşısına çıkan her gerginliği kendi lehine çevirebilen insandır. Tersini de doğru sayabiliriz. Zayıf insanlar karşılarına çıkan her gerginliği aleyhlerine yorumlar. Aynı insanın gerginlik sebebiyle gücü ve zaafı hissettiği de vakidir. Buradan karakter sahibi olmanın sırrı ortaya çıkar. İnsanları doğuştan güçlü, doğuştan zayıf saymak bir anlam taşıyor mu? Taşımıyor. Karakter hususiyetlerimizi doğuştan getirmiyoruz. Bize din seçme alanı bırakan budur. Bize dini içimizde barındırdığımız tarih bilinci temin eder. Doğuştan getirdiğimiz her şey birer temayüldür ve bunların hepsi her insanda kendine yetecek kadar yuvalanmıştır. Yani insan içinde gerginliği nasıl yorumlayacağına ilişkin bir eğilim taşıyarak doğar. Bilinçaltımız gerginlikleri tasnif eder dünyanın aldığı bir şekle karşı cesur, başka bir şekle karşı korkak oluruz.

Fert olarak her birimizin yaptığı seçmeler millet olarak gidiş istikametimizin de habercisidir. Atılgan mıyız? Pısırık mı? Bu her birimize toplum öncülüğü payesi verir. Silah taşıma hakkı elinden alınamayan atılgan fertlerin bir toplumu olarak ABD 1945 sonrasında dünyanın candarması konumuna yerleşti. Yürüttüğü siyasete ilke söz olarak Donald Trump “Let’s make America great again” ibaresini seçti. Modernlik macerası içinde ABD öncülük mevkiini ne olmuştu da ele geçirebilmişti? Önce erkek egemenliğinde bir ırkçılığın emrindeydiler. ABD halkı Kızılderililerin sürgün edildiği topraklarda yerleşim sağlayanları halen “piyadeler” (pişdarlar) olarak anar. Irkçılık zenci-beyaz zıtlaşmasının fersah fersah ilerisindeydi. Daha başından itibaren Kızılderilileri ne çok öldürdüyseniz rütbeniz o kadar yukarıdaydı. ABD sınırları içinde100 yıl öncesinde Kızılderililer ne vatandaşlık ve dolaysıyla ne de kapitalizmin üzerine titrediği mülkiyet hakkına sahipti.

Kapitalizmin sermayenin teraküm ve temerküzüyle ayakta durduğu bilinen; ama size daha tuhafını söyleyeyim ki, giderek bilinmesinde sakınca görülmeyen bir hükümdür. Zamanı gelmiş Rockefeller’e “Servetinizin hesabını verebilir misiniz?” diye sormuşlar. O da bu soruyu “İlk beş seneyi gözden uzak tutma sözü verirseniz, elbette” diye cevaplamış. Nedir Rockefeller’in korkusu? Sermaye birikiminin öyle bir safhası ki buna ilk safha da denilebilir, orada dönen dolapları zenginlerin istibdadından zarar görenlere meşru saydırmanıza imkân yoktur. Demek ki, sermaye birikiminin belli bir çizgisi var ve o çizgiyi aşmazsanız servetinize lâf edilmiyor. Daha açık sözlü olalım: Yoksulları kültürel değerler itibariyle ezen ve mali bakımdan piyasada yoksul denilmeyecek bir kazanç birimine ulaşmış olanların azamî kâr esasını benimsemiş oyun kurallarına riayete icbar eden bir yöntemin muhafızı olacaksınız.

Yoksulların kültürel değerler bakımından ezilmesine itiraz ediyorsanız kapitalizmin can suyunu kesmiş olursunuz. Dikkat edin benim göze sokmak istediğim “yoksulların ezilmesi” değildir ve fakat yoksulların “kültürel ezilişini” gündeme getirmek elzemdir. Ne yapılıyor da yoksullar kültürel bakımdan ezik konuma sürükleniyor? Eğer karşınızda bütçesi elvermediği halde “yamaç paraşütü” nü veya ona mümasil bir spor uğraşısını ideal sayan veyahut dağcılık, dalgıçlık gibi meşguliyetleri zevk haline getirmiş, getirmeğe gayret eden bir kimse varsa ona bir insanlık yıkıntısı gözüyle bakabilirsiniz. Çünkü bu kimseler harcamalar ihtiyaçlar seviyesinde gerçekleşir ve gerçekleşmelidir hükmü karşısında o zaman ben dağ paraşütü yapamam görüşünü ileri süreceklerdir. Sermaye birikimi sayesinde bilhassa XV. Hıristiyan asrından itibaren inşa edilmiş bir kültürel ortam vardır ve bu ortamın her etkinliği insanlık aleyhine sonuç vermiştir.

Meseleyi sus payı karşılığında kapitalizme yakıt temin eden tuzu kurular yaratmıştır. “Namerde muhtaç olmamak” anlam değiştirdi. Sıradan insanların ancak çingenelerin rıza gösterdikleri işleri kazanç yolu olarak benimsemesi dürüst insanları rahatsız ediyor. Onların refahın yaygınlaştırılması olarak adlandırdıkları şey gözümüzü kapitalizmin neyi tahrip ettiğinden uzaklaştırır. Yaygınlaşmış refah gereksiz meşguliyetleri meslek imiş gibi gösterir. Siyasetçiler yeni “vocation” lar değil, yeni “job” lar yaratmakla övünür durumdadır. Eğri veya doğru modernlik dürüst insanları hayatlarını tanzim etme gücünden mahrum bırakmıştır. Eğer evinizi araç trafiği tıkandığında çiçek satarak geçindiriyorsanız trafiğin takdire şayan akışına dua etmezsiniz. Hayatımız tuhaflıklarla dolup taşıyor ve biz hakkaniyet gereği işleri tuhaf karşılıyoruz. Tuzu kuruluk burada başlıyor. Fes giymek bizi kavuktan, sarıktan kurtardı diye düşünmeği marifet sanıyorsanız vahim bir hata içindesiniz. Zira II. Mahmut’un devlet memurlarına giyme mecburiyeti getirdiği fes Müslim veya gayri-Müslim bütün Osmanlı tebaasının giyebileceği bir başlıktı. Fese itibar sağlamak kastıyla neler feda edildi. Şeytan bize ne kadar yaklaşıyorsa biz de şeytana yardakçılığı şeytanlaşma olarak değerlendirmekten o kadar uzaklaşıyoruz.

Zor oyunu bozar mı, yoksa oyun zoru gülünç hale mi sokar? Günümüz şartları hesaba katıldığında bence ikincisi. Günümüzde hangi şartlar geçerlidir? Kapitalizm ile Modernizm etle tırnak gibi birleşmiştir. Hakikate varmanın bir menzilden diğerine seyrederek gerçekleşeceğini akıldan çıkarırsak çıkmaza saplanırız. Bir süre kapitalizmin ve modernizmin yekdiğerini yok etmek üzere ortaya çıktığını düşündüğüm oldu. Bu bağlamda sözü getireceğim yer kılığı kıyafetiyle karşımıza küfür sisteminin bir memuru veya memuresi gibi çıkan kimsenin deniz salyasından şikâyete hakkı olmadığıdır. Vardır diyecek olursanız bizi (Kimsek biz?) gerek kapitalizmin ve gerekse modernizmin türettiği belâlardan kurtaracağı inancımızı dile getirmiş oluruz. Ben kendi uyanışımı kapitalizmin en büyük belâ olduğunu anlamamla başlatırım. Uyanışım modernliğin kapitalizmden başka bir şey olmadığını fark etmemle kemale erdi. Bu gelişme çizgisini sosyalizmden İslâm’a geçiş şeklinde yorumlayıp yorumlamamak sizin elinizde.

Kovanın dibindeki çamur kendini emniyette hissettiği sırada siz elinize bir kova berrak su geçirdiğiniz avuntusuyla yaşayabilirsiniz. Oysa elinizde en ufak kıpırdanışta dipteki birikinti sebebiyle çamur haline dönüşecek bir kova suyunuz vardır. İhtiyacınız bir kova berrak su ise buna kavuşmak üzere ilk işiniz her an çamur hale gelmesi muhtemel ve sizi daha çocuk yaşınızda kafaya almış kovayı devirmektir. Kovayı muhafaza etmek ve temiz kalması hem derinlik, hem müddet itibariyle endişe kaynağı olan sudan kurtulmak… Bu faaliyetin sosyal hayattaki karşılığının dünyayı Müslüman olan ve olmayan olarak ayırmaktan geçtiğini hatırlayalım. Dünya Allah’ın ipine sıkıca sarılmış olanlar ve diğerleri şeklinde bir bölünmenin ne demeğe geldiğini öğrenmelidir.

Dünya birçok başka şeyin yanı sıra göreceliğin içinin tamamen boş olduğunu da vakit geçirmeden öğrenmelidir. Göreceliğin karşısında mutlakıyet yer alıyor. İnsan ruhunun mezbeleliklerde sürünmesine engel olmak için mutlak değerlere ihtiyacımız var. Kıskançlıkla sahip çıkacağımız ilk mutlak taşıyla, toprağıyla vatandır. İkincisi millet. Sırayı değiştirirseniz tepe taklak gidersiniz. Albert Einstein izafiyet teorisinin moda tabiriyle söylersek, göreceliğin şampiyonu olarak bilinir. Öyle mi gerçekten? Araya Kurt Gödel girmemiş olsaydı teorisinin matematik ifadesinin altından kalkabilecek miydi? Hiç sanmam. Matematikle iyi geçinmediğini kendi sözlerinden anlıyoruz. Gödel bize matematiğin tamamlanmamış özelliğini işaret ederek her istenilen şeyin gereği kadar rüşvet karşılığında matematik ispatına ulaşılabileceğini söyledi.

Görecelik mutlakıyet zıtlaşmasından her yere gidilebilir. Şiirin peşine düştüğü mutlakıyet binlerce yıl yolumuzu aydınlattı. Bilim tapıcılığından bizi salim kılan şiirdir. Türk şiirinin Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin eliyle girişim gücü sahibi oluşu Türkçenin Kur’an dili oluşuyla sıkıdan irtibatlıdır. Ne var ki bunun böyle olması medeniyet hayranlığıyla ters düşüyordu. İkinci Yeni şiiri Divan edebiyatının kof bir söz sanatı olmadığı fikrini canlı hale getirdi. Bu canlılıktan İslâm ahlâkının yol gösterici vasfına vâkıf olabilirdik. Yazma bahsinde yılların tecrübesi Divan şiirinin taze bir eleştirisine götürebilirdi bizi. Kimlerle yapacaktık bunu? Behçet Necatigil “Divançe”, Turgut Uyar “Divan” yayınlamıştı. Şiirde yenileşmenin dünyanın kaderi bakımından neye tekabül ettiğini fark ederek bir devam izleği yani taş üstüne taş koyma yolu keşfedebilselerdi. Keşke bunlar tükürdüğünü yalamak mesabesinde olsaydı. Olmadı ve hepsinin yaptıkları “Gerici Sanata Hücum” şiarını davet etti.

Hadise bir edebiyat hadisesi değildi. Ya neydi? İnsanlaşmanın hakkını verip vermeme sahasında bir karar merhalesine sürüklenmiştik. Yaşadığımız toprakların bir Türk yurdu değil, bir Türk vatanı olduğuna inanmamız gerekiyordu. Bu toprakların bir Türk vatanı halini alışında Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin ve sair anasırın her hangi bir dahli yoktu. Tersi idi. Vatanımızı içimizdeki hainlere ve dışımızdaki düşmanlara karşı yaşama yolları icat ederek kazanmıştık. “Önce vatan” deyişimiz bu sebeptendi. “Önce vatan” şiarı en son şeklini kazanmış vatanın hudutlarını dile getirmez. Milletin gönlünde İstiklâl Marşı’nın terennüm ettiği yani dünyaları alsak da gözden çıkaramayacağımız vatan yatar. Biz Türkler vatanın hürriyetimizle bitişik olduğuna inanırız. I. Cihan Harbi’nin galibi müttefikler Misâk-ı millî’den en büyük tavizi vermeyi kabullenen anlayışa Saltanatsız, Hilâfetsiz bir toprağın idaresini tevdi etmişlerdi. Bu tevdiat 27 Mayıs 1960 sabahı vadesini doldurdu. Yani 61 senedir uzatmaları oynuyoruz. Oyun ne zaman oyun olmaktan çıkacak? Oyunun sonunu milletin, yani Türk milletinin girişim gücünü gösterdiği ân tayin edecek.

14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde hükümet etme yetkisini ele geçiren Demokrat Parti kültür siyasetini şu şekilde beyan etmişti: “İnkılâpların halk tarafından benimsenmiş olanlarına ilişmeyeceğiz. Eğer inkılaplardan birini halkın tasvip etmediği ortaya çıkarsa halkı onu tasvibe zorlamayacağız.” Demokrat Parti’nin gücü fikrini kuvveden fiile geçirmeğe yetmedi. 27 Mayıs 1960 gününü bayram sayıp 12 Eylül 1980 darbesine kadar her yıl kutladık. Garip şiiri İstiklâl Harbi’nin hatıraları sebebiyle hayatta kalabildi. Orhan Veli’nin ölümünden sonra dünya hayatına sadakat gösteren diğer iki Garip şairi İkinci Yeni dairesinde soluk alma gayreti gösterdi. Giderek şiirde bu yenileşmenin mucidi olduklarını savundular. Hâlbuki İkinci Yeni’ye edebiyat sahasında yer açan çok partili, giderek çok yönlü siyasetten başkası değildi. Tekrar edelim: Hadise bir edebiyat hadisesi değildi.

Edebiyat hadisesi olmayan hadise neyin nesiydi? Ortaya III. Selim saltanatı sırasında resmiyetin görüntüsü olarak bir batılılaşma hadisesi çıkmıştı. Daha başından dinimizle batılılaşmaya yamanmak imkânsızdı. Ya öyle bir teşkilattan vazgeçecektik veya kızıl haçı “onlar” kabul ederse kızıl ay (daha doğrusu hilâl-i ahmer) haline getirecektik. Ait olmasak bile mensup olduğumuz bir batı medeniyeti vardı. Var mıydı gerçekten? I. Cihan Harbi’ne medeniyetle kültürün son çatışması gözüyle bakabiliriz. İstiklâl Marşımız “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dan bahsediyordu. İstiklâl Marşı şairine göre bu canavar serhaddi imanı olan vatanı boğamazdı. Nasıl olmuştu da Büyük Savaş son bulunca kültür medeniyetin azameti (!) karşısında yalvarışa geçerek kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmıştı. Batı taklitçisi zümreye düşen canavarın avı olup olmama hususunda bir tercihte bulunmaktı. Sakarya Meydan Muharebesi’nden önce kaleme alınan İstiklâl Marşı rafa kaldırılarak bu tercihin üstü örtüldü.

İsmet Özel, 8 Zilkâde 1442 (18 Haziran 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.