EVRİLİP ÇEVRİLİP GELİNEN YER
İSMET ÖZEL
.

Ölmeden mezara gitmeği reddedişiyle siyaset yapmış Süleyman Demirel’e “İnsanlık nereye gidiyorsa biz de oraya gidiyoruz” sözü atfedilir. İlk bakışta bir vecize gibi görünüyor; ama değil. Bu cümle cahil cesaretiyle dile getirilmiş değilse Yahudi uyanıklığının bir tezahürüdür. Neden cahil cesareti? Çünkü hiçbir mesleği hakkıyla yürütememiş insanların zihninde insanlığın tarife gelmez bir gidiş yolu vardır. Yolun mahiyeti ve nelerden teşekkül ettiği sualine tatmin edici bir cevabı olmayan kimseler bu yolun varlığı tesellisiyle yaşar. Yahudi uyanıklığı ise en basit maddi kazancın her davranışı denetim altına alabileceğine inanan Yahudilerin kendilerini ilgilendiren konularda bu telden çalmağı reddedişlerinde ortaya çıkar.

İnsanlık olarak başladığımız ve varacağımız yer hakkında ne biliyoruz? Hemen hemen hiçbir şey. Din düşüncesine dalıp başlangıcı Âdem ile Havva’ya havale etsek bile karşımıza hangi Âdem suali çıkacaktır. Neanderthal insanı ile Homo Sapiens ’in aynı dönemde dünyada bulunduklarına ve fakat aynı türün birer temsilcisi olmadıklarına dair söylentiler var. Allah’ın dünyaya kaç Âdem gönderdiğini de bilmiyoruz. Pozitivizm gözümüzü “Henüz her şeyi bilmiyoruz ve fakat bütün eksikliklerin giderildiği bir gün de gelecek” inancıyla boyadı. Boyanmış gözle Kopernik, Newton, Darwin, Marx, Freud nasıl bir etki uyandırdıysa hepsine laik dünyanın üstün tuttuğu bir kutsallık atfettik. Yukarıdaki isimleri “Bakın insanların arasından şeytanlığa özenen kimler çıkmış?” sualine cevap bulmağa yarasın diye sıralamadım. Eğer dünya hayatı yanlış görüşleri etki uyandırmış insanların belirmesine sebep olduysa buradan doğru görüşlere kapı açma ihtimalinin büyüdüğünü fark edebiliriz. Akla yakın görünen teoriler ve açıklamalar bizi hataya düşme noktasına akla ters gibi görünen izahattan daha çok yaklaştırır.  

Müslüman olmanın gereğini yerine getirmeğe niyetimiz varsa ilk işimiz dünyayı hiç olmazsa zihnen ikiye ayırmak, Müslim ve gayri-Müslim olarak ikiye bölmek olacaktır. Kavrayış tarzımız kendi tarafımıza sadece Muhammet ümmetini ve karşı tarafımıza da hangi dine mensup olurlarsa olsun bütün gayri-Müslimleri yerleştirmeğe dönük olmalıdır. Bu vazifenin altından kalkamazsak ahalisi Müslüman bilinen beldelerin kâfirlerin gözünde acınacak duruma düşmeleri kaçınılmazdır. Vazifemizi yerine getirirsek tarihin kurtuluşuna şahit olacağız. Şimdi de tarihin kurtuluşu tabirini icat etmiş oldum. Bunu yapmağa mecburdum. Çünkü Avrupa’nın Aydınlanma Çağı adını verdiği dönemi geride bıraktıktan sonra imparator olan Napolyon Bonapart tarihin üzerinde mutabakata vardığımız bir yalan olduğunu söylemişti. Biz gayri-Müslimlerin yalancılığına kanaat getirmiş insanlarız. Nasıl yaptık bunu? Rabbimiz Allah, kitabımız Kur’an diyerek. Kur’an durulacak yeri gösterir. Kur’an diliyle gösterilen yerde durulduğunda tarih ve gerçeklik birbirinden ayrılamaz şekle kavuşur.

Gaza Beylikleri döneminden itibaren evirilme ve çevrilme Türklerin kendi topraklarında başlarına en çok gelen şeydir. Fakat gariptir çağlar boyu her evirilişin ve her çevrilişin avam katında bıraktığı iz Türk toplumunun yekpare bir unsur haline gelmesine izin vermedi. Türk milletinin mevcudiyetine İslâm’a yüklediğimiz gayeyle kanaat getirdik. Millet isek ve fakat yekpare değilsek neyin nesiyiz? Şimdiki işler, öyle tahmin ediyorum ki, hayal edebildiğimizin ötesinde kötü. Pandemi dünya hayatının bir cennet tadı vermesini öngörenlerin niyetleriyle hadisatı hem karmaşık, hem de karanlık hale getirdi. Dünya cenneti dünyadan başka yerde aramayanlar nazarında karmaşık, cenneti cennet olarak özleyenlerin gönlünde ise karanlık. Kapımızı bir iç savaş tehlikesinin çaldığını söylememiz fantezi merakımızın bir uzantısı olacaktır. Toplum hayatı görünmeyen ve görülmek istenmeyen etkiler altında inliyor. Toplum inliyor ve fakat biz kulağımıza çarpan sesi yorumlamakta yetersiz kalıyoruz.   Birbirimizin canına kast etme furyasına kapılmayacağız. Bu zaten, yani iç savaş patlak vermeksizin vaki. Çünkü yüzyılların çalkantısı sebebiyle bulunduğu mevkiinin vazgeçilmez bir vasfı olduğuna hiç kimsenin inandığını sanmıyorum.

Evirilip çevrilme Türk milletini Avrupalılar gibi sermaye yalpalamasında gidip gelen sarhoş bir kalabalık olmaktan çıkarıp millî karakter basamağına yükselten bir tavırdır. Buraya bir mim koyalım. Yani kapitalizmin işleyişi gereği kentsoylu zümrenin emir ve komutası altına bir topluluğu almasıyla beliren milliyetçilik Türklerden uzak durdu. Bilgi ve bilinç arasındaki farkı kavramak millî hayat tarafından kucaklanmak ve millî hayatı yükseltmek için kaçınılmaz. Türklerin kapitalizme ve feodalizme rağmen millet hayatına adım atmaları önce bilgi olarak bize ulaşmalı ve biz sınıf bilinciyle bunu varlığımızın özü şekline getirmeliyiz. Ne var ki millet vasfı uğruna evirilip çevrilme tavrı Türk milletinin insanlık adına bir mesuliyeti üzerine almasına yardımcı olmadı. Bundan sonra olacak mı? Bugün hayatiyetine şahit olduğumuz millet olarak sualin kesin bir cevabına ulaşabilecek seviyeye talip değiliz. Batı’da vasatlık belâsına uğrayan her şeyin yetersiz takipçisi bir toplumun mensubu olma rahatsızlığına yabancı bir ortamdan beklenebilecek her şeyi Türkiye’den bekleyebilirsiniz.

Türk milletinin akıbeti hususunda karamsarım; ama ümitsiz değilim. Esasen Müslümana ye’s haramdır. Mademki ümitsizlik bize men edilmiştir, o halde neyi ümit edeceğiz? Ümidimiz Türklerin yeni bir çağı başlatacağına mı dair? Sermaye sahiplerinin Türk siyasetine münasip gördükleri yolun ucunda millet hesabına bir aydınlık fark edilmiyor. Sermayenin vaat ettiği gelecek İngilizcede “monkey bussiness” denilen taklitçi ekonomi sınırlarını aşamıyor. Eğer hâkim sınıfların ideologi sınırlarını kabullenmişseniz teknologinin alıp başını gittiğini söyleyebilirsiniz. Eğer başınız hâkim sınıflarla derde girmişse hazır kalıplar yardımıyla üretilmiş hikâyelere sırtınızı dönebilirsiniz. Hayranlık uyandıran çözümlerin hepsi laboratuvarda üretilmiş gibi görünüyor. Artıkların ekonomiye kazandırılma çabası dişler arasında kalan artıklarla karnın doyacağına inanmak gibi bir şey. İhracattan güç almayan yani montajı marifet bellemiş bir ekonomi teselliyi dünyanın gidişine ayarlamış demektir. Türk milletinin bekası bizim derdimiz olmuşsa felâketle saadet arasında bir kesin tercihte bulunmamız gerekiyor. Ya hayatımızı idame için bulduğumuz çare karanlıktan istifadeye taalluk edecek veya her birimiz millet yoluna ışık saçan bir özellik kazanacağız. Ahlâkımız bir çeşit karanlıktan istifadeye cevaz veriyor mu? Hangi çeşit bu? Milleti millet kılan yol önümüze açılmış da, bir onun aydınlatılması mı eksik?

Türk milliyetçilerini diğer bütün milliyetçilerden ayıran hususiyetin Türklerin millî hassalarını kapitalizmin iniş ve çıkışlarına borçlu olmayışı olduğunu hep söyledim. Milletler ne kadar kapitalizmin cilvelerine uyum gösterseler de bir tornadan çıkmış halde değildir. Öncelikle şunun akıldan çıkarılmaması şarttır: Bir milleti millet kılan yol başka bir millete yaramaz. Büyük Britanya üç milletin bayrağının üst üste konulmasıyla kargacık burgacık bir bayrak sahibi oldu. Fransızlar bayraklarını ihtilâle sadakate borçludur. Almanlar bunca sıkıntı çekmelerine ve hatırlanamayacak kadar kısa süren kolonyal imparatorluklarına rağmen bir bayrakta birleşmenin anlamına yabancı yaşıyor. Koynuna Yugoslavya bayrağı almaksızın uyuyamayan insanların bulunup bulunmadığını ben bilmiyorum. Aynı sual SSCB bayrağı söz konusu olduğunda da geçerlidir. Oysa Türk bayrağı rengini olduğu kadar şeklini de kıskançlıkla korunması gereken timsal yapısına borçludur.

Türk bayrağı kızıldır. O halde neden biz ona “Albayrak” demişiz? Çünkü İstiklâl Harbi’nin ateşli günlerinde “kızıl bayrak” hâlâ komünistleri işaret ediyordu. Komünist bilinmekten kaçınmak ise çok yaygın bir davranıştı. Sovyetler Birliği tecrübesi neleri değiştirdi? Dikkatimizi işlerin köküne çevirdiğimizde değişen bir şey olmadığını iddia edebiliriz. Marksizm’i Avrupa Aydınlanma çağının ilginç bir dalgası saymaktan korkmayalım. Bu fikirden korkmak şöyle dursun Marksist düşünceyi töhmet altında bırakmak kastıyla ısrarlı bir şekilde tekrarlayalım. Lenin’in SSCB’ne yabancı sermaye çekmek için 1924 yılında çok uğraştığını bilmeyenlere bildirelim.

İsmet Özel, 16 Şevval 1442 (28 Mayıs 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.