MİNAREYİ ÇALAN KILIFINI HAZIRLAR
İSMET ÖZEL
.

Tarihi galiplerin yazdığı iddiasını yerinde buluyor musunuz? Ben böyle bir iddiayı yerinde bulmamakla kalmadığım gibi yersiz de buluyorum. Her şeyden önce “tarih yazmak” ibaresi yersiz. Dikkatle bakarsak mücrimleri aklamanın bir türüne de tarih dendiğini görürüz. Tarih olarak bildiğimiz ve bildirdiğimiz ne varsa hepsi değilse bile ekseriyeti suçluların elinden çıkmıştır. O suçları işlediğiniz ortaya çıkarsa telâfisi çok pahalıya patlayacak kayıplara uğramanız besbelli olduğu için bir uzlaşma alanında teselli ararsınız. Ne yapıp edip insanlık ortamını size hayat hakkını o suçlar ortaya çıksa bile verecek bir düzene sokarsınız.

İnsanlık ortamı dedim. Başka bir yerde de insanın bizatihi bir ortam olduğu bahsini açtığımı hatırlıyorum. Bitkiler için toprak, hayvanlar için zaman ne ise insan için de kültür odur. Hangi türden ve/veya hangi seviyede olursa olsun kültür bir insanlık ortamı elde edebilmeğe yarar. Bunun yanında bir de insanın bizatihi ortam kabul edilmesi var. İnsan niçin ortam olarak kavranılmalıdır? Çünkü ne yapıp edip insan insanlık seviyesine varmış yaratıkları aralarındaki eşitsizliğin ayakta tuttuğunu öğrenmelidir. Yeniliklerin hayrı mı, şerri mi davet ettiği ayrı ve başlı başına bir mevzu sayılmalıdır. Niçin yazıyorum bu türden şeyleri? Yazdıklarımı okuyan her kim ise onun aşağılık duygusuna kapılmasını önlemek istiyorum. Giderek hepsinin eline kozlar teslim etme gayesiyle bir yazış izleği uyguluyorum. Baştan beri bu anlayış içinde miydim? Hayır. Benim bir yazış izleğimin olduğu fikrine, bu izleğin şiirle başlamasında isabet kaydettiğim hükmüne ihtiyarlığımda vasıl oldum. Divan Edebiyatı’nın canlı olduğu günlerde şiir baştan ayağa anlamdı. Anlam gözden kaçırılmışlığı veya umursanmayışlığıyla mısralarda, beyitlerde, gazellerde, kasidelerde yerini buluyor ve haddini bilmeyenlere ders veriyordu. Tanzimat edebiyatı bir bocalama devresiydi; ama Servet-i Fünun’ la birlikte Batı’da şiir sebebiyle uğraşılan her şeyi Türk topraklarında da yapma alanı açıldı. Açıldığını farz ettik. Farz etmek hoşumuza gitti. Yazmak bir biçim meselesi gibi görüldü. Anlam hususu Divan Edebiyatı çerçevesinde kaldı. Ne zamana kadar? Türk şiirinde İkinci Yeni tezahür edene kadar.

Türk toplumu edebiyatın bir üslup meselesi olduğu inancıyla yaşıyordu. Sakın Türkiye’de İkinci Yeni’nin yaygın insan kavrayışında bir hadise yarattığını sanmayın. Yaygın olan onun heveskârane bir tutum olduğuydu. Şiiri şiir yapan şeyin ne biçim özelliklerine, ne kavrayış tarzına, ne de yakıştırılan anlatının dikkat çekici sayılışına bağlı olduğuna hükmedişiyle İkinci Yeni tezahür etti. Esas olan yadırgatıcılıktı. İkinci Yeni akımı şiir metninde alelade ile fevkaladenin birlikte bulunuşuna şahitlik etti. Benim şiirim başlangıçtan itibaren hem hayranlık uyandırıcı ve belki de hem bu yüzden rahatsızlık vericiydi. Dikkatlerin İsmet Özel’in yazdıklarına çevrilmesi halinde kendi yazdıklarına burun kıvırılacağı endişesi taşıyanlardan biri de Behçet Necatigil olsa gerekti. Ne var ki, aynı şahıs “Esenlik Bildirisi” yayınlanınca Memet Fuat’a “Bu çocuk bu şiiriyle bütün direncimi kırdı” demek zorunda kaldı. Yani minareyi çalan ben çaldığım şeye neyin kılıflık yapacağını çoktan bellemiş sayılırdım. O şiir nesiyle Behçet Necatigil ’in direncini kırmıştı? Bu sualin cevabına ulaşmak zaman alır. Kısa yoldan şunu ifade etmek mümkündür: Anlam ve mânâ kelimelerinin birbirine tercüme edilemeyeceğine Türk şiirinin hikâyesi yardımcı olabilir.

Divan Edebiyatı cana can katarken mânayı edebiyat merakı olanlar nerde ararlardı? Mânânın şairin karnında farz olması kimseyi huzursuz etmezdi. Şiir anlamsız bir şey miydi? Bilakis dünyanın her yerinde şiirin anlamına çeşitli sanat tekniklerini dışa vurarak ve kelimelerin ifade gücündeki zenginliğe işaret ederek ulaşabilmek mümkündü. Bu bakımdan gözümüzü tarih içinde Müslüman Türklerin gıpta edilecek bir konumda olduklarına dikmemiz gerek. Divan şiiri Arap ve Fars edebiyatının el atıp uzanamadığı bir yerdeydi. Birçok yorum, şerh ve açıklayıcı metin bir yerde duruverir ve araya bir şiir sıkıştırılırdı. İzahatı pekiştirme gayesiyle mi yapılırdı bu? Belki; ama şiirin bu kadarını anlamayanın metni okumaktan tatmin edici bir sonuç beklemesinin boşunalığına vurgu yapılmış olurdu. Mânayı hep şairin karnında farz etmemiz şiirden bir mânâ çıkarmanın şartını şairliği kendimize ait kılmakla mümkün olacağına hükmetmemiz demekti.

Modernliğin künhüne varmanın ciltlerle kitap okumaktan ziyade Baudelaire metinleri okumaktan geçtiği fikri iddiamızı güçlendiriyor. Swedenborg’un dinî görüşlerini savunan, Edgar Allan Poe tercüme etmekle uğraşan, Les Fleurs du Mal’i Théophile Gautier’e ithaf eden “gerçek bir tanrı” modernliği içiyle dışıyla bize göstermeği başarıyor. Dünyada şiirin en geniş yolunu açan Baudelaire mesleğine girişi Fransız şiirinin en katı kurallarına itaat ederek sağladı. Şiir hep böyledir: Doluya koyarsanız kabı taşırırsınız, boşa koyarsanız nereye ne koyduğunuzun farkına kimse varmaz. Ne yaptığınıza dikkat edilmemesi menfi görünüyorsa yaptığınızı birileri önünde yaptığınızı itiraf etmiş olursunuz. O karakterdeki insanların canını sıkmalısınız ki birilerinin içi ferahlasın. Kimler o birileri? Onların iç ferahlığı kimi nereye taşıyacak? Postmodern(?) çağda işledikleri suçların hesabı sorulacağından korkanlar ısrarla hiçbir şeyin tam siyah veya tam beyaz olmadığını savunuyor. Siyahla beyaz arasında ikisinin karışımından husule gelmiş bir boz alan olduğu görüşünü öne çıkarmak istiyorlar.

Müslüman olarak bilinen insan hayatı siyahı siyah, beyazı beyaz olarak bilme esasına dayandırır. Bir uçta mutlak temizlik, karşı uçta mutlak pislik olduğu inancıyla hareket etmezseniz şahıs olarak da, millet olarak da akıbetiniz konusunda endişeden uzaklaşmış olursunuz. Türk milletini idame ettirmek atla deve değildir. Ehemmiyet Türk milletinin bekasındadır. İnce bir çizgi olarak her nedense Türk adını almış bir varlığın yaşıyor olması birçok pisliğin insanlığın tefessüh ettirilmesine katkıda bulunabilir. Bulunuyor da. Kanaatkârlık millî varlığın serpilmesini söz konusu ettiğimizde her milletten ziyade Türklere felaket getirir. Türkler gıpta edilecek bir toplum işleyişini yürürlüğe koydukları sırada İslâm’la aralarını açtı. Bu sebeple bir Fatih Kanunnamesi, bir Kanunî Sultan Süleyman (zamanının en fazla gazel yazan kişisiymiş) sahibi olduk. Âlimlerimiz yüzyıllar boyunca devletin mubah gördüğünün helâl olmadığını dile getirdi. İlmi takip edilecek yol bilenler Türk milletinin idamesine hizmet etti.

İdame değil beka derken Kur’an ve Sünnet haricinde bir otorite tanımadığımızı beyan etmiş oluruz. Otorite iki biçimde tesis edilir: 1) Sözünü dinleten o sözü dinleyecek olanların ne düşündüğüne kıymet atfetmez. 2) Otoriteye sözü dinlenebilir mevkiini tahsis edenler bizzat söz dinleyenlerdir. Türk milletini İslâm doğurduğu için İslâm’ı mülkiyetin güvencesi saydığı nispette yönetilenleri baş ağrısından kurtaran Osmanlı idaresi otoritenin yukarıdan aşağıya doğru mu, yoksa aşağıdan yukarıya doğru mu tesis edildiği hususunda bir belirsizliği temsil eder. Modernlik çevrimi içinde dünya şartlarının Türklere şaşırtıcı gelen değişkenliği yüzünden hayırlı olanın devletin hayrına alınan kararda mündemiç sayılması gerektiğinde başından beri ama bilhassa III. Selim saltanatından itibaren ısrarlıydı. Devletin bekası uğruna Batılılaşmanın kaçınılmazlığına kanaat getirilen dönem Türk kültürünün içten içe yadırgandığı bir dönemdi. Aleladeliği tabiata yakınlık gibi takdim eden “yenilik” müstemlekeciliğin kaçınılmazlığına şahadet ediyor ve bu da Batı’nın Türklere numunelik edeceği anlamına geliyordu. Münevverlerin omurgası asırlar içinde bu tavır sebebiyle önce yıpratıldı ve nihayette kırıldı. Batılılaşma belli kerteye geldikten sonra münevverlere aydın denilmeğe başlandı ve bununla eğitim kurumlarımızın yozlaştırılmasından şahsi menfaat elde etme yolu Türkler adına “şeriat” oldu.

İnsan hayatının aklı takip ederek tanzimini öngörenler Haçlı seferlerini bugün artık güruhun taşkınlığı ve/veya avamın bir tür çılgınlığı olarak tasvir ediyor. Bu tasvir yoluna teknologinin verdiği güvenle tevessül ediyorlar. Birinci ve dördüncü Haçlı seferinde İstanbul’u yağmalayanlar toplumun aşağı tabakasına mensup insanlar mıydı? Değildi ve Sünni Müslümanların dirayeti ağır basmasaydı bugün hurafeleri tebcil eden başka bir kültür ortamı üzerimize çullanmış olacaktı. Sünni Müslümanlığın her türden Şii tavrı reddetmekle mukayyet olduğuna akıl erdirmek gerekir. İslâm’a diş bileyenler her çağda Batı’dan destek aramış, bu desteğin esirgeneceği korkusuyla da gayri-Müslim her unsura hayat sahası temin etmekten geri durmamışlardır. Müslümanlar hesap dışı tutulamayacak insanlar olduklarını gayri-Müslim âlemin manevra sahasını daraltarak gösterdi. Bunun günlük hayata yansımasını Müslüman olmayanların yürüdükleri yolda hâkimiyet tesis etmelerine engel olarak gösterebiliriz. Gösterebilir miyiz? İstiklâl Marşı Derneği üyeleri bile bu fikre uzak durmanın bizi baş ağrısından kurtaracağını düşünüyor. Oysa yapacağımız şey bu fikre yakın durmanın tebcilidir.

İsmet Özel, 2 Şevval 1442 (14 Mayıs 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.