TARİH BİR GÖSTERİ VE BİR TİYATRO ESERİDİR
İSMET ÖZEL
.

Osmanlı devletinin hangi mecburiyete riayet ettiğini itiraf kimsenin işine gelmemesi sebebiyle Tanzimat’ın neyin eseri olduğunu sual ettiğimizde hatırımıza tarihe onun bir tiyatro eseri gibi algılanabileceği geliyor. G. E. Lessing’in Nathan der Weise’sini üç kez Berlin’de seyrettim. Her üçünde de dekor, kostüm ve dolayısıyla da eşhasın sahnede duruşu birbirinden farklı idi. Lâkin oyuncular her üçünde de aynı teksti ikrar etti. Buradan tarih bir tekerrürdür ibaresine bağlanmak fikri çıkarılmasın. Bilimin şafağından itibaren biliyoruz ki, vuku bulduğu iddia edilen bir hadiseye insanın emel ve niyetleri yön veriyorsa hiçbir vakıanın tekrar edilmesine imkân yok. Zaman geçip pozitif bilimler adı verilen bilimler kümesinin de insan yapısı olmanın bütün nakîsalarını yüklendiği fark edilince şahit olunan vakıalarla zannedilen diğer şeyleri (meselâ rüyaları) birbirinden fark etmeğe de imkân olmadığı ortaya çıktı. Günlük ekmeğimizin peşinde ömür tüketme cenderesi içindeysek böyle bir farka ihtiyacımız da yok.

Günlük ekmek peşinde ömür tüketmeği küçümsemek kimsenin haddi değil. Karşımıza yaşamak diye çıkarılan şeyde o kadar çok budak var ki, hayatını günlük ekmeğine dirsek çevirerek yaşamağı başarabilmek kimsenin harcı değil. Teknologi emek harcayarak gelir sağlamak her ne ise onu her gün bir bağımlılık tuzağından kurtulması daha da zorlaşmış bir başka bağımlılık tuzağına ilerletiyor. Dolayısıyla yaptığınız işle doğrudan ilgi kuramayacağınız koruyuculara muhtaç yaşama başarısı peşinde koşuyorsunuz. Bütün bu karmaşıklık tiyatroyu, tarihmiş gibi bildiğiniz tiyatroyu olduğu gibi değerlendirmenize fırsat vermiyor. Tiyatro direkler arasında oynanıyor. Önce dikilmiş direkler kabul etmemişsek tarihten bahis açmamız mümkün değil. Tavşana kaç demenizin tazıya tut deme anlamına geldiği ancak tazının avcıya tavşanı teslim etmesinden sonra fark edilmesi asabınızı bozuyor. Hâsılı, kimsenin kimseye akıl vermeğe hevesi kalmıyor. Peki, akıl almak? Akıl alıyormuş gibi yapmanın faydasını görenler bunu yapıyor gibi görünmeği hiç ihmal etmez.

Werner Heisenberg “Senden de senin denkleminden de nefret ediyorum” sözlerini Schrödinger’in yüzüne karşı söyledi. Sonra ne oldu? Almanlar Alman Harbi’ni kaybettikten sonra Heisenberg bir altı ayını Londra’da geçirdi. Her ne olduysa nefret edilen şeylerin kayıplara mı, tarihe mi karıştığını bir türlü anlayamadık ve 1936 yılında filarmoni orkestralarını kurma imtiyazından istifade edenler 1948’de İsrail Devleti kurmanın da imtiyazına kondular. Tarih diye Heisenberg’in tükürdüğünü yalamasına mı diyeceğiz, yoksa bazı toprakları 1967 altı gün savaşı nihayetinde İsrail’in işgal altında tutuyor oluşuna mı? Birine tragedya, diğerine komedya diyebilirsiniz. Sanal güç ve korona virüsü salgınının gücüyle “millî” meseleyi milletlerin meselesi olmaktan çıkarmağı başardıysanız her vakıanın tragedya ile komedya arasında gidip geldiğine şahit olabilirsiniz.

Soğuk savaş başlığı altında sahneye konan oyun esnasında anti-komünist olmanın millî tavra işaret edeceği düşünülebiliyordu. Belki bu yüzden milliyetçiliği hamlık olarak gördüğüm zamanlar oldu. Yani benim çocukluk ve cahillik yıllarıma rast gelen süre boyunca nice katar uzayan bu trene ben de bindim. Sonra indim mi? Ne gezer! Acılar içinde doğmuş olan ve başlangıcından bitimine kadar bütün ömrünü acı vererek geçiren tren sihirli bir biçimde kendiliğinden yok oluverdi. Başlangıçta Avrupa’nın her hastalığına kolayca yakalanan İtalya’da Komünist Partisi’nin adını değiştirmesine hayret ettim. Kısa zamanda bunda hayrete değer bir şey olmadığını öğrendim. Hayrete değer şeyi nerede bulacağız?

İki Karadenizli bir kahvehanede otururken garson onlara “Ne emredersiniz?” diye sormuş. Biri orta şekerli kahve istemiş, diğerinin istediği ise sade kahve imiş. Kahveler geldiğinde her iki müşteri de fincandan bir yudum almış. İkisinin de içtikleri sebebiyle yüzü ekşimiş. “Garson kahveleri ters koymuş” demiş bir tanesi. Karşısındaki  “O halde yerlerimizi değiştirelim” diye cevap vermiş. Bu teklif kabul görmüş, her biri oturduğu yerden kalkıp diğerinin sandalyesine oturmuş. Kalkıp oturmalar garsonda merak uyandırmış. Yer değiştirenlerin yanlarına gidip meselenin ne olduğunu sormuş. “Kabahat senin kardeşim”, cevabını almış. “Kahveleri yanlış koymuşsun”. “İyi ama ağabey” demiş garson, “kahveyi değiştirseniz daha akıllıca olmaz mıydı?”. Bu sözler üzerine her iki Karadenizli de garsona hak vermiş. Kalkıp bir başka kahveye gitmişler. Bir dost meclisinde fıkra sayarak anlattığım bu hikâyeyi dinleyen ve böylelikle de Karadenizli olduğunu öğrendiğim birisi “Bu anlattıkların uydurulmuş bir fıkra değil. Bizim memlekette böyle şeyler çok olur” dedi. Hayrete değer şeyi nerede bulacağız?

Eğer düşünmeği uğraş edinmişsek hayrete değer her şeyi tarihte bulacağız. Felsefenin hayretle başladığı sözüne yabancı değilsiniz. Hayret felsefe ve tarihi aynı kaba koyuyor. Hayret ettiğimiz şey bizi tedirgin edebilir, içimizde bir nefret hissi şaşırdığımız şeyler sebebiyle kabarabilir. Tersi de olabilir… Kendi kendimize deriz ki, işte taklidin sonunu gördük, oyunu başlatan ışık yandı. Perde açıldığında sahne zifiri karanlık olabilir. Karanlık uzun zaman almayacaktır. Hiçbir şeyi sarahaten seçemediğimiz ortamda ilk parıltı bize neye dikkat kesilmemiz gerektiğini öğretmeğe başlamıştır. Tarih bir gösteri olduğu için gösteri içinde rast geldiğimiz fazladan her gösteri canımızı sıkar, bize acı verebilir veya midemizi bulandırır. Numaracı olarak adlandırırız bize kendini olmadığı şeymiş gibi yutturmak isteyeni. O numaracılarla uğraşma derdine müptelâ olanlara tarihin bir tiyatro eseri olup olmadığı ilginç gelmez, dolayısıyla her cins dolambaçlı ikna şekli elverişli bir ortama kavuşmuş olur.
Milattan Sonra 1921 yılında Kur’an devletini tarihten silinme tehlikesinden Sakarya Meydan Muharebesiyle kurtarmış ordumuza kötü gözle bakmak kimsenin haddine düşmediği için 27 Mayıs 1960 sabahı gerçekleştirilen “askeri” darbeye Türk milleti itiraz etmedi. Muvazzaf askeri birliklerden vatanseverliğiyle dikkat çeken herkes emekli edildi. Onlar kendilerine Emekli İnkılap Subayları adını uygun gördü. Siyasi tercihlerini dile getirmekten geri durmayan EMİNSU’lar denirdi onlara.

Üniversitelerden Türkiye lehine her tavra arka çıkacağından korkulanlar da aynı akıbete uğradı. 147’ler ismini taşıyanlar da onlardı. 27 Mayıs günü yirmi yıla yakın bir müddet resmi tatil sayıldı ve Hürriyet ve Anayasa bayramı olarak kutlandı. Görünürde darbecilere bir husumet yoktu. 1961 seçimlerine Demokrat Parti oylarına talip iki siyasi parti sokuldu. Biri emekli General Ragıp Gümüşpala liderliğinde Adalet Partisi, diğeri Ekrem Alican’ın genel başkan olduğu Yeni Türkiye Parti’siydi. Demokrat Parti tavrına sahip çıkmama sözü alınmış partilerin tiyatrosu bugüne kadar devam etti.

Türk topraklarında neler olup bittiğine yeterince akıl erdiremiyoruz. Bunun sebebini dünyanın hadise olarak idrak ettiği her şeyi Türk milletinin varlık ve dirlik çatışması içinde seyredişinde bulabiliriz. Türklerin millet olarak temayüz edişlerinin dirliği bozacağından, dirlik endişesiyle bir çabayı göze alışlarının da millet varlığına kast edeceğinden korkuldu. Ülke içinde pis işlerin döndüğünü bilmeyen yok. Pisliklerin ortaya dökülmesi halinde korktuğumuz şey hiçbir işin yürümeyeceğidir. Türk topraklarında ultra modern bir oyun sahneleniyor. Niçin sadece modern değil de ultra modern? Suale vereceğimiz cevap bizi Türklerin tarih sahnesine çıkış zamanına götürür. Türkler Türk olmalarını ne mutfaklarına, ne folklor becerilerine, ne de bir meselenin hal yoluna konmasında gösterdikleri zihin kapasitelerine borçludur. Türkleri Türk kılan şey meydan savaşlarında kâfirlere üstün gelmeleridir. Dünya tarihinin önümüze vurdulu kırdılı bir geçmiş koyması bu söylediğimin ehemmiyetine gölge düşürür. Türkleri millet haline yükselten Haçlı ordularını tesirsiz ve sonuç vermez bir duruma getirmeleri değildir. Türkler bir toplum hayatını gıpta edilir bir seviyeye çıkarmaları ve bu seviyeyi olduğundan daha beğenilir şekle doğru hareket ettirmeleriyle millet karakteri arz ederler.

Türklerin bir millet karakteri arz etmeleri niçin sonuç vermemiştir? Türk düşmanları asırdan asıra neler yapmışlardır da sonuç almışlardır? Cevaplar suallerde gizlidir. Önce gıpta edilecek karaktere sahip olmak Türklere olağan ve tabiatın akışına uygun görünmüştür. Meselâ, Osmanlı İmparatorluğunu bir hoşgörü ortamı gibi algılamak olan bitenden tamamen habersiz duruma düşmenin bir sonucudur. Biz Türkler Hıristiyanlara Nasranî, Yahudilere Musevi demişiz. İsa’nın doğum yerinin Beytüllahim değil, Nasıra olduğunu ve Yahudilerin yurtları sebebiyle değil, tabi oldukları peygamber üzerinden adlandırılabileceklerini geçerli kılmak hoşgörünün değil din dayatmanın sonucudur. Hoşgörü gibi görünen şey dayatılmış dine itiraz etmeyişin bir bedelidir. Eğer Sultan bir fermanla Rum-Ortodoks Patriğinin yetkilerini tanımamış olsaydı günümüze bir Yunan milleti intikal etmeyecekti. Yahudiler Hahambaşı müessesini, Ermeniler kendi Patrikliklerini Türklere borçludur. Gayri-Müslimler Türklerin dayattığı dinler içinde kalmağa rıza gösterdiler, çünkü hepimizin belinde yatağan vardı.

Yeni bir kültüre intibak Türklere has bir özelliktir. Daha da ilginci yeni bir kültüre intibakta beceri gösteremeyenlere Türk demek yakışıksızdır. Ben bütün yazdıklarımda ve yazdıklarımla kendimi Türklere neyi kaybettiklerini hatırlatma görevi içinde hissediyorum. Bu görevi yerine getirebilmem için önce ortaya Türk milletinin çıkması gerekiyor. Latin alfabesiyle okuyup yazan insanlara İslâm üzerinden bir Türk milleti doğduğunu kabul ettirmenin imkânı yok. Kendimize Türk diyoruz çünkü buna mecburuz; çünkü Arapçada “ö” sesi yok. Arnavutçada da “ö” sesi yok. Bu yüzden ana diline sadık kalan Arnavutlar “öldü” yerine “üldü” diyor. Küçük Asya’da yaşayanların İslâm’ı en üstün itikat bilmeleri Türklere bir vatan hediye etti. 80 küsur milyon içinde bunun kıymetini bilen kaç kişi kaldı?

İsmet Özel, 21 Recep 1442 (5 Mart 2021)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.