Ulaştırma Bakanı Abdülkadir Uraloğlu geçtiğimiz günlerde bir Denizcilik Bakanlığı değil de bir Denizcilik Başkanlığı kurulacağından bahsetti. Yani üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde bir Denizcilik Bakanlığı yok ve bu işin kağıt üstünde mesulü olan bakanın böyle bir bakanlık tesis edilmesi fikri de yok. Tesis edilmesi düşünülen Denizcilik Başkanlığı da Türk milli menfaatlerinin değil beynelmilel ticaretin sevk ve idaresi için tesis edilecek. Bunu zaten idareciler söylemekten perva da etmiyor. Nitekim Denizcilik Başkanlığı haberinden birkaç gün sonra Umman ile bir deniz anlaşması yapıldı ve Umman’dan Avrupa’ya deniz yoluyla gidecek malların Türkiye üzerinden nakline dair bir anlaşmaydı bu. Avrupa’yı besleyecek yolların inşası aynen müstemlekecilik devrindeki gibi devam ediyor. Hatta geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliği Afrika’da yaptığı toplantıda müstemlekecilik zamanında yapılan yolların yeniden faal hale getirilmesini gündeme getirdi. Başkalarının kötülüğü bizi iyi yapmaz. Biz Allah’ın bize verdiği nimetlere ne gözle bakıyoruz yahut bakıyor muyuz mesele burada.
Haluk Dursun, bir anekdot nakletmişti. Japon Prensi İstanbul’u gezmek istemiş. Ve mihmandarlık edecek kişiler arasında Haluk Dursun’un da olması düşünülmüş. Çünkü okyanusta bir ada ülkesi olan Japonya’nın Prensi İstanbul’un tarihte tatlı su meselesini nasıl çözdüğünü merak ediyormuş. Haluk Dursun kendisine Maksem’i, su yollarını, sarnıçları gezdirmiş. Maksem’in tek parti devrinde Fransız mimar Prost'un planına göre yıkılmak istendiği dahi söz konusudur. Mimar Sedat Çetintaş zamanında buna dikkat çekmişti. Bugün İstanbul’un susuzluk tehlikesi ile karşı karşıya olması hususunda ne İstanbul Belediye Başkanlığı yapmış şu andaki Cumhurbaşkanı ne de muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olan eski İstanbul Belediye Başkanı Japon Prens kadar konuya vakıftır. Eğer böyle olmasaydı bugün İstanbul’da baş gösteren susuzluk tehlikesi karşısında tarihteki usullerin benzerleri tatbik edilerek İstanbul’un su meselesiyle ilgili tedbirler alınırdı. Mesela sarnıçlar düğün salonu yapılmazdı.
Tatlı su meselesine mukabil üç tarafı denizlerle çevrili bir İstanbul var. Bugün bu şehirde en pahalı ulaşım deniz ulaşımı. Bu akıl alır birşey mi? İstanbul gibi bir şehirde vapur ücretleri otobüs, dolmuş, metro, tramvay ücretlerinden nasıl daha pahalı olabilir? Marmaray ile Üsküdar’dan Sirkeci’ye geçmek Üsküdar’dan Beşiktaş’a vapurla geçmekten nasıl daha ucuz olabilir? Ama durum bu. Denizyolu dünyadaki en ucuz nakliyat türüdür. Tabiata en az zararlı olan da gene deniz yoluyla nakliyattır. Dünyada eşsiz boğazlara sahibiz. Fakat bugün Türk boğazlarına bakarsanız bilhassa Rus yük gemilerini neredeyse bizim şehir hatları vapurundan daha çok görürsünüz. Hatta mesela benim bir yolcu olarak içinde bulunduğum vapurun o yük gemilerinin geçişini beklemek zorunda oluşu çok canımı sıkar. Geçen Rus gemileri ekseriyetle uzun ince gemilerdir. Çünkü bu gemiler boğazlardan geçip Karadeniz’e, Karadeniz’den de Hazar Denizi’ne Rusların açtığı su yollarıyla geçerek Rusya’nın dört bir tarafına nehirler ve kanallar yoluyla giderler. Denize kıyısı olmayan Moskova’ya bu kanallar ve nehirlerin birleştirilmesi sebebiyle varılır ve Moskova’ya bu sebeple beş denizin limanı adı verilmiştir.
Ruslar batılıların yaptırımlarını bizim bugün şehir içinde toplu ulaşım bakımından en pahalı ücreti ödemek zorunda kaldığımız İstanbul boğazı sayesinde aştı. Bilhassa yaptırımlardan sonra Rus gemilerinin boğazdan geçme sıklığı arttı. Batılılar Rus petrolüne tavan fiyat yaptırımı uygulayınca Ruslar petrollerini dünyanın çeşitli yerlerinden topladıkları gemilere yükleyip bizim boğazımızdan geçirerek istedikleri ülkelere istedikleri fiyata sattılar, satıyorlar. Batılılar da Ruslara bu imkanı sağlayan gemileri satan armatörleri yaptırımları dolaylı yoldan tesirsiz bırakmakla suçluyor. Ukrayna çatışmasıyla beraber doğalgaz boru hatlarına yapılan saldırılar nedeniyle zarara uğrayan Rusya, petrol ticaretinde boğazlarımız sayesinde batılıların yaptırımlarını aştı. Bu bahiste dikkat çekici bir husus daha var. Rusya yıllardır Samsun-Ceyhan Boru Hattı'nın sonradan Ünye-Ceyhan Boru Hattı adını alan projenin inşasını hep erteledi. Bunu da boğazlar varken boru hattı bizim için daha kârlı değil diye savundular. Denizyolu nakliyatının ucuzluğuyla beraber bugün bunun stratejik bir hamle olduğu da ortaya çıktı. Ukrayna çatışması sebebiyle Rus boru hatlarına yapılan sabotajlar neticesinde boğazlarımızın Rus menfaati açısından yalnızca kârlı değil güvenli olduğu da tasdik edilmiş oldu. Velhasıl boğazlar bizim boğazlarımız lakin bizden çok Rusların karnını doyuruyor. Karnını doyurmakla kalmıyor batı blokajını aşmasını sağlıyor.
Türkiye’de yetkililer mezkur boru hattının inşasını boğazların güvenliği bakımından ehemmiyetli bulduğunu hep söyledi. Hatta Kanal İstanbul için de bu hususu bir mazeret olarak öne sürüyorlar. Tankerlerin boğazlarımız için tehlikeli olduğu doğru olmakla beraber bu Kanal İstanbul'u haklı çıkaran bir mazeret değildir. 1999 depremi dolayısıyla rafa kaldırıldığı söylenen bir proje var. Necati Ağıralioğlu’nun Sakarya Nehri'nin Marmara Denizi ile birleştirilmesi projesi. Bu proje yalnızca İstanbul Boğazı’nı petrol tankeri tehlikesinden kurtarmıyor, aynı zamanda su tahliyesi için yol açmasıyla İzmit Körfezi’ni temizleyecek bir imkan sunuyor. Belki hepsinden de önemlisi Türklerin kendi su meselesine kendisinin bakmasını sağlayacak bir iş. Çünkü Türkler eğer bir kere bir nehrin kanallar vesair yollarla başka sularla birleştirilmesi hususunda bir kabiliyete sahip olursa bütün diğer su meselelerimiz şıpın işi çözülecektir.
Bugün göllerimiz, baraj göllerimiz kuruyor, yeraltı suları tüketiliyor. Yer altı sularımızın çekilmesi doğrudan müstemlekecilikle alakalıdır. Çünkü 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın karnını doyurmak üzere bilhassa bugün obruklar oluşan Konya’da, Amerikalıların Türkiye’ye Marshall yardımıyla 45 bin su pompası hibe etmesi neticesinde yeraltı sularıyla sulamaya geçildi. O günlerde Refii Cevat Ulunay kaleme aldığı yazıda ABD bize su pompası verecekmiş halbuki Kızılırmak boşa akıyor diyordu. Yalnızca Kızılırmak değil bütün akarsularımız boşa akıyordu o tarihte, sulama için bile faydalanamıyorduk. Refii Cevat 150liklerden biriydi ve muhtemelen o sebeple bulunduğu Bağdat’ta çiftçilerin nehirden kendi çabalarıyla kanallar açıp suyu tarlalarına akıttıklarını ve o tarlalarda hıyar büyüklüğünde bamyalar gördüğünü yazıyordu. Bilhassa 1960’lı yıllardan sonra Türkiye barajlar yapma faaliyetine girişti. Bugün ise medyada her gün gördüğümüz baraj göllerinin kuruması haberleri bize akarsularımızın birleştirilmesini hiç düşünmeden yalnızca nehirlere set çekilerek barajlar yapma faaliyetinin doğru olup olmadığı hususunu en azından düşündürmeli. Kuraklığın artması sebebiyle baraj yapmak ve akarsuları birleştirmek fikirleri mukayese edilerek iklim üzerindeki tesirleri münakaşa edilmelidir.
Göllerimiz de kuraklıktan ve sabotajlardan nasibini alıyor. Göllerimize yabancı ellerce bırakılan ve istilacı tür olduğundan halkın “İsrail sazanı” dediği balık türü yalnızca göllerimizdeki balıkların tükenmesine sebep olmadı. İsrail sazanları atıldığı göllerdeki ot yiyen balıkların nesillerini tükettiği için göllerde bilhassa en büyük tatlı su gölümüz olan Beyşehir Gölü'nde aşırı otlanma, yani otlarını fazladan büyümesi ve çoğalması sebebiyle gölün kurumasını da hızlandırdı. Keban Barajı’ndan Ladik Gölü’ne, Beyşehir Gölü’nden Sakarya’daki göllere kadar bütün göllerimizi tehdit eden İsrail sazanı bütün yöre balıkçılarının tespitiyle bir sabotaj olarak sularımıza salınmıştır. Biz ne kadar istilacı türe İsrail sazanı desek de Türkiye’de yetkililer uzun yıllar boyunca Manavgat suyunu İsrail’e sevk etmek istediler. Çünkü Manavgat suyunun Türk menfaatine kullanılması hiç düşünülmüyordu. Şimon Peres o zamanlarda Manavgat suyunu kast ederek “Türkiye’nin suyu bedava balıklara gidiyor” demiş. Bugün Akdeniz suyunu arıtarak su meselesini halletmeye çalışan İsrail bu seçenekten önce Manavgat suyuna talipti. Özal zamanında "barış suyu" adıyla dillendirilen bu projede Manavgat suyunun İsrail’e nakli için fizibilite çalışmaları yapıldı. 1991’de başlayan çalışmalar 1998’de son bularak suyu nakle hazır hale getirecek tesisler kuruldu. Fakat sonra projeden vazgeçen İsrail oldu. Süleyman Demirel İsrail’e de gitti ama sonuç alamadı. Türkiye bir metreküp su satamadı. Tesisler çürüdü. En son Kaddafi’nin devrilmesinden sonra Libya hükümetinin Manavgat suyuna talip olduğu haberi çıktı fakat oradan da bir satış haberi alınmadı. İsrail bu hususta Türkiye’ye bir tazminat ödedi mi? Yoksa zaten bütün masrafları kendileri mi yapmıştı? Bu bilgileri haberlerde göremiyoruz. İsrail’in bugünkü canavarlığı göz önüne alındığında Manavgat suyunu almak yerine Akdeniz suyunu arıtma yolunu hesaplı planlı tercih ettiği anlaşılıyor. Çünkü halkı Müslüman olan ülkelerden bir tek Türkiye Cumhuriyeti eğri büğrü de olsa açıktan İsrail aleyhine konuşuyor. Bu da Müslüman halkın baskısı sonucu temin edilmiş bir durum. Yani İsrail’in Manavgat suyunun kesilmesi tehlikesini hesap edip tercih yaptığı anlaşılıyor. Lakin burada da dikkat çekici bir husus var. Bir aralık Manavgat suyu balonlarla Kıbrıs’a taşınmak istendi. Balonlar Akdeniz’in tuzuna dayanamadığı için sonuç alınamadı. Bugün Manavgat’tan olmasa da güneyden borularla Kıbrıs’a Türk suyu gidiyor. Tuğrul Türkeş bir AKP yöneticisi olarak memleketi Kıbrıs’ta bulunurken akrabalarının kendisine “Su getirdik diyorsunuz, suyu İsrail’e vereceksiniz onun için getirdiniz” dediğini yine kendisi beyan etmişti.
İsrail parantezini kapatıp bahsimize dönersek görüldüğü üzere Manavgat suyunun yalnızca Türkeli için Türk milleti için kullanılması düşünülmemiş. Bugün mesela Konya’da mahalli bir akıl yürütmeyle bu suyun Konya ovasına taşınmak istendiği dillendiriliyor. Su bahsi mahalli menfaatin fevkinde ele alınmalıdır. Sularımızı birbirine bağlamak aynı zamanda Türk vatanındaki insanları da birbirine bağlamak anlamı taşır. Su meselemizi mahalli gayret ve menfaatlerle değil Türkeli’nin tamamını düşünerek hal yoluna koyabiliriz. Türkeli’nden kastımız da Misak-ı Milli topraklarıdır. Aynen yazı meselesi gibi su meselemiz de Misak-ı Milli ile beraber anılmalıdır. Çoruh Nehrimiz bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışından Karadeniz’e dökülüyor. Çoruh Nehri'nin çok küçük bir kısmı Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bırakılmıştır. Halbuki denize döküldüğü yer olan Batum Misak-ı Milli sınırları dahilindedir. Gâvurlar bize Birinci Dünya Savaşı esnasında Meriç Nehri'ni tabiî sınır kabul ettirmeye çalıştı. Lord Curzon biz Türklere "Meriç’in batısına geçerseniz bilfiil Yunanlıların yanında oluruz" dedi. Fakat İstiklâl Harbi başlatmamız gavurların bu dayatmasını kırdı. Lozan Anlaşması ile Yunanlılar harp tazminatı olarak bize Meriç’in batısında kalan Karaağaç kasabasını vermek zorunda kaldı. Bugün Türkiye olarak Meriç’in batısındayız. Meriç, Arda ve Tunca Türk vatanının ayrılmaz parçalarıdır. Edirne vilayeti tarih boyunca bu üç nehirle hayat bulan vilayetimiz olmuştur. Bugünkü Bulgaristan’ın büyük kısmını kat eden bu üç nehrin her yanı her manada bir Türk havzası olduğu için Bulgarlar başşehirlerini bu havzanın dışında neredeyse Bulgaristan’ın en batısında kurabilmiştir. Güney sınırlarımız dolayısıyla Fırat ve Dicle’nin ehemmiyeti zaten izahtan varestedir.
Biz Türkler millet şuurundan uzak durduğumuz kadar sularımızın kıymetini bilemedik. Allah’ın bize verdiği nimetlerin nimet olduğunu anlayamadık. Kendimizi bilmemiz, kendimize gelmemiz, kendimize güvenmemiz gerekiyor. Bunu da Diyar-ı Rum’u nasıl Türk vatanı haline getirdiğimizi hatırlamakla yapabiliriz. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak ilk günden itibaren Diyar-ı Rum’un Türk vatanı oluşunu gündeme getirip Türk vatanının bugün hangi tehlikelerle karşı karşıya olduğunu, bütün gavurların olanca gayretleriyle Diyar-ı Rum'un Dar'ül-İslâm kılınmak suretiyle Türk vatanı oluşu hadisesini tersine çevirmeye çalıştıklarını dile getiriyoruz. Papa’nın ziyareti bu bakımdan bir sürpriz değil. Yazının başında başkalarının kötülüğü bizi iyi yapmaz demiştim. Büyük Kahramanmaraş depreminde Anadolu’da yapılan ilk cami olan Habib'ün Neccar Camii yıkıldı. Bugün o cami tekrar inşa ediliyor fakat bu bize bir şey anlatmalıydı. Kafir akıl düzeni baskısı altında olduğumuz veya bunu gönüllüce kabul ettiğimiz için bu hadise bizde bir sarsıntı uyandırmadı. Bir ikazla karşı karşıya olduğumuzu anlamalıydık, anlamalıyız. Nimet yalnızca sularımız, ormanlarımız vesaire değildir. Diyar-ı Rum’un Dar'ül-İslâm kılınmak suretiyle Türk vatanı oluşunun da Allah’ın bize bahş ettiği bir nimet olduğunu ve İstiklâl Marşımızdaki "mabed" kelimesinin kulluk ettiğimiz yer manasında bütün vatan sathını ihata ettiğini bilmeliyiz:
Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli;
Değmesin mabedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Gökhan Göbel, 10 Cemaziyelahir 1447 (30 Kasım 2025)
Sloganımız iddia değil gerçek: Bundan ahsen takvim bulamayacaksınız.
1989 senesinde birincisi neşredilen Cuma Mektupları kitaplarının ilk beş cildi gözden geçirilip tek bir ciltte toplandı.
İstiklal Marşı Derneği'nin hazırladığı ve TİYO’nun "Mecburi Kıraat" adlı yeni serisinin ilk kitabı olan "Ömer Seyfettin - Hikayeler" neşrolundu.
İstiklâl Marşı Derneği olarak hem Kur’an okumayı hem de Türkçe okuma yazmayı öğrenip ve öğretebileceğimiz bir kitap hazırladık.
Çelimli Çalım Mecmuamızın on altıncı sayısı "DÜNLENMEK, BUGÜNLEMEK, YARINSAMAK” manşeti ile neşroldu.
Çelimli Çalım Mecmuamızın on beşinci sayısı "ŞİRKİN ORTALIĞI, ORTAK VATAN ŞİRKETİ” manşeti ile çıktı.
"İSPİRTO TÜRK" Neşrolundu
Türkçeden İslâm'a Giriş serimizin yeni kitabı “İspirto Türk” neşrolundu. Kitabın ismi Türkçede hususi bir şekil alan ispirto kelimesinin ruh, can ve espri kelimeleriyle alakası göz


