Kâfiri küfründen ne Tanrı’ya inanıyor oluşu, ne de bir Tanrı’ya ibadeti yüceltişi arındırır. Biz insanların küfürden arınmaları hadisesine emanete hıyanet edip etmeyişleri zaviyesinden bakarız. Bu hakikatin üzerine Resul-i Ekrem’in irtihaliyle bir gölge düşmüş, Hulefa-i Raşidin dönemi müminlerin bu gölgeyi yok etme çırpınışlarıyla geçmiş ve nihayet çok çeşitli sebebe binaen Müslümanlaşmış insan yığınlarına “dünyaya uyma” hali galip gelmiştir. Allah katındaki dinin imtiyazı ahiret yurdunu tercih eden kaç kişi kaldıysa onların eline bırakıldı. XII. Hıristiyan asrından bu yana Müslüman kılığına girmiş “bir kısım” kâfir biz Müslümanlar arasında ve bilhassa üstünde bir yer kazanmak, bu yerini teminata bağlamak kastıyla bizlerden ne kadar dünyevî ukala taifesi varsa onları bu hükme ters bir istikamette şartlandırmıştır. Nifak budur. Münafıklar itibarı, itibarın getirisini seçmiş ve gözlerini bizleri onların fikir âlemlerinden akıl devşirecek hale düşüren bir mevkie dikmiştir. Zaaftan kurtulamadığımız bilinse bile her çeşidinden aklileştirmelere ölüp bayılıyoruz. Mescid-i Dırar’ı yıkarak geçtiğimiz Türk oluş safhasından Türklüğü hafife aldığımız Batılılaşma safhasına kadar bize rasyonel görünen lâfızların ne cazibesine, ne de iğvasına itiraz edebildik. Sırasıyla Yahudiler, Ortodokslar, Katolikler, Theistler, Deistler Tanrı inancını aklileştiren delilleri vasıtasıyla bizimle yakınlık, hısımlık kurdukları iddialarından kazançlı çıktı. Bu suretle çağdan çağa Müslüman vasfımızın ne kadarını askıya aldığımız bütün dikkatlerden uzaklaştırıldı.
Bir Tanrı’nın mevcut olduğuna dair varlıkbilimsel delil ve kanıt o Tanrı’nın vasıfları esas alınarak getirilir. Denilir ki, her şeye gücü yeten, her şeyi görüp bilip işiten bir varlığın mevcudiyetinin kabulü o varlığın Tanrı bilinmesi mecburiyetine kayıtlar bizi. Evrenbilimsel delil ve kanıt ise sebepsiz sonuç olmayacağı kaziyesini esas alır. Bir Tanrı’nın mevcut olup olmadığına dair istifhamdan kurtulmak algıladığımız her şeyin ortaya kim tarafından çıkarıldığı sualine evrenin mimarının Tanrı olduğu cevabı verilince mümkün olur. Bir çok başka ispat hadisesinin (meselâ argument from the design) yanı sıra bütün bunlar Allah’ı kendilerinden uzaklaştırabildikleri nispette sükûnete erişebilen kafaların meşgul olduğu şeylerdir. Oysa her kim Müslüman olduysa anlayış alanını, kavrayış seviyesini kendini Yaratan’ın kendine şahdamarından daha yakın olduğunu öğrenecek kadar genişletmiş ve yükseltmiştir. İslâm vahdet dinidir: Din, ilm, cihat, rızk ve bunlarla müspet münasebeti inkâr edilemeyen daha niceleri tam, noksansız bütündür, birbirinden ayrılmaz.
Müslümanlığımızın ne kadarını askıya aldığımız hususundaki şuuru bize daha başında yani Abbasi saltanatı süresince iade eden Türklük olmuştu, bundan sonra aynı şuura talip olacaksak Türklükten başka tutamağımız yok. Yahudilerin ve Hıristiyanların yanı sıra Müslümanların da “semavî” değerlendirme dâhilinde olduğu sapmasına, sapıklığına Türkler karşı koydu. Kendini sapma, şaşma, sapıtma belâsından uzak tutana Türk dendi. Türk olarak anılmaktan gocunmayanlar bir kavimmiş gibi hareket etti. Allah Türklerde parlayan hidayetin ecrini modern çağın ilk milleti, en büyük millet, Türk milleti olma nusretiyle karşıladı.
Lâfzıyla ve ruhuyla Türk milletine cephe alan her kim idiyse ve bundan böyle kim olursa onun emanete ihanet edenler arasındaki yeri bellidir. Allah her çağda ve dünyanın her yerinde yaşamış ve yaşayan her ferde hainlerden biri olmama imkân ve fırsatı tanımıştır. Emanetin ne olduğunu merak etmeyen ihanetin neye taalluk ettiği ilminin cahilidir. İlmin istirahati ahirette arayan istikametini rehber edinenlerle zevkin dünya hayatını dolduruşuna kurtuluş anlamı verenler arasındaki mübarezeyi müşahede etmek iman gereğidir. İman bizi düello sahasına davet ediyor. Belki şimdilik mümini meşgul eden böyle bir sahanın tahrip edilmesi yüzünden ortaya çıkan olaylardır. Türklüğün iman çekirdeği olduğu gün ışığına enkaz kaldırılınca, enkaz kaldırıldıkça çıkar.
İsmet Özel, 20 Eylül 2014
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.

Modernlik dünyada bulunup bulunmadığımız hususunda şüpheye düşmemizle başlar. Modern düşüncenin fitilini ateşleyen Descartes şüpheyi ortadan kaldıran kişinin adı olarak bilinir. Onun verdiği cogito ergo sum hükmü hayatımızı müşahhas hale getirdi. Müşahhas demek şahıs haline girmiş demek.
Enkaz… Nedir enkaz? Müslümanların arz üzerinde istikamet üzere yürüyüşlerinin en şedit maniası olagelmiş enkaz neden, nelerden müteşekkildir? Müslümanlığı arz üzerinde mer’i kılan şeyin aynı zamanda Müslüman kimliği gayri-Müslim kimlikten ayıran şey olduğunu reddetmenin getirdiği maddi ve ruhi yıkım İslâm tarihi boyunca karşımıza çıkan enkaz olarak teşhis edilebilir. Tarihte ve hassaten Müslümanların zamanı ve vakti hemhal kıldığı İslâm tarihinde İslâm’ın dinlerden bir din olmadığı, Allah katındaki yegâne din olduğunu Türklük bizzat sahneye çıkarak apaçık anlatmıştır. Tarihe bakan herkes biz Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarla hiçbir asırda aynı tarafta mekân tutmadığını, aynı kümede, sözümona semavi dinlerin teşkil ettiği küme içinde yer almadığını görebilir.
En şık beyan ediliş biçimiyle “La Turquie Kemaliste” bir ham hayal mahsulüdür. Bil fiil olmasa bile bil kuvve vardır deme densizliğine bile yer yok. Türklükle alakası olsun olmasın kendini zaman içinde “Kemalist” diye tanıtan fertlere rastlanmış olduğu inkâr edilemese de; ne Mustafa Kemal hayatta iken, ne de ölümünden sonra bu yaftaya sahip çıkan bir zümre tebellür etmiş ve ne de böyle bir fikriyatın mevcut olduğunu tevsik ettiğine kanaat getirebileceğimiz metinler doğmuştur. 12 Eylül 1980 müdahalesi akabinde doğmuş olan Kemalizm’in itibar kazanma ihtimali idi ve bu ihtimal 10 Ağustos 2014 seçimiyle ABD tarafından yok edildi.
Türk değilim demenin suç mu, günah mı, cürüm mü, kabahat mi olduğunu anlamağa çalışırken Türküm demenin de bir marifet olmadığına akıl erdirmek gerek. Ne dersek diyelim özümüzü sözümüze katmağa lâyık olmamız gerekiyor. Bu meyanda elbet Türklüğe liyakat mümkündür. Bu da ancak insanın kendindeki aceleci, cimri, nankör hususiyetleri fark edip ıslah olma istikametinde yön tutuşuyla mümkündür. Tarihin bir çağında bu yön tutma saikiyle Türk olunduğunu anlamak dünyaya zebun olmaktan kurtuluşa, eşyayı süslü ve parlak görmekten vazgeçmeğe methaldir.
O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım
İçinden geçirildiğimiz karantinalı günlerin kırkı çıktığına göre üzerine konuşabilir, gücümüz yettiğince adını koyabiliriz. Kâfirlerin cenneti, Mü’minlerin zindanı bu dünyada cereyan eden katakulli, düzenbazlık, dolandırıcılık ve yalanların aslını öğrenmek bunların hiçbir etki uyandırmayacağı zamanlara kalır.
Yıllar yılı, bu en az yarım asır demektir, önce yoldaş, sonra yol fikrine tâbi olarak yaşadım. İnsan kıyafetinde yaratılmak dünyaya uğrayışı bir sebebe bağlıyordu. Ait olduğum yere ilişkin bir hedef mutlaka, mensup olduğum millet içinden bu hedefe varmak isteyen benden başka biri mutlaka olsa gerekti. Dünyaya uğratılışımızın çıkış yolunu Türkiye namına mümkün kılan şartlar öyle icap ettirdiği için önce sosyalistmiş gibi yapan solcular, bilahare Müslümanmış gibi yapan sağcılar arasından bir (hiç olmazsa bir) yol arkadaşı aradım. Arayışım kısa zamanda bana bir ad sağladı. Bunun üzerine benim bir şey arıyor görüntüsü verişimden istifade etmek isteyenler çıktı. Başında anlamamıştım; ama hepsi dünyanın kurulu düzeninden beklentisi olan kimselerden ibaretmiş. Piyasanın sunduğu kârın peşindeydiler. Eğer benim gayem de herkes gibi bir iş çevirmek idiyse hasılattan kendilerine pay düşsün istiyorlardı. Gençlik günlerimden itibaren yanıma yaklaşan herkesin neyin peşinde olduğuna şahit olmama yetecek ömrü Allah bana verdi. Bütün hayal kırıklığıma rağmen ve bir ayağım çukurdayken yine de bir şeyler demek isterdim… Şimdiye kadar bir şey diyebildim mi? Şu anda diyebiliyor muyum? İleriki safhada deme fırsatım olacak mı?
Doğumumuzu “dünyaya gelmek” mastarıyla dile getirmemize imkân sağlayan bir lisan Türk Milleti’ne ihsan edildi. Böylelikle dünyaya başka bir yerden gönderilmiş olduğumuzu dile getirebiliyoruz. “Dile getirmek” mastarıyla tekellüm edişimiz ise bizde evvelen doğmuş / dünyaya gelmiş olan bir meramın kelâma kavuşmasına işaret ediyor. Hidayet Rehberi Kur’ân-ı Kerim menşeli bir lisan olarak Türkçe, sadece bedenimizin değil, amellerimizin de yaratılmış olduğunu bize hatırlatıyor.
İstiklâl Marşı Derneği üyeleri olarak bir sebebe istinaden dünyaya “gönderilmiş” olduğumuzu biliyor, o sebebin “dile getirilmesi” vesilelerini de birer hediye olarak görüyoruz. Genel Başkanımız İsmet Özel ile, dünyanın ahvalinden ayrı düşünemediğimiz Türkiye’nin ahvalini ve kendi halimizi konuşmayı hediyeleşmek kadar değerli görüyoruz. Mülaki oluyoruz.
12.11.2011 tarihinde İstanbul Şubemizde, üyelerimizin huzurunda gerçekleştirilen ilk mülakatımızı aşağıdaki satırlarda okuyabilirsiniz.
İstiklâl Marşı Derneği olarak, kendi lisanımızda okur-yazar olmayı asli meselelerimizden kabul ediyoruz. Kendi lisanımızda okur-yazar olmamız bizim için neden asli bir meseledir? Evvela bu hususun sarahate kavuşması lazım gelir.
İstiklâl Marşı Derneği’nin her bir azasının -üye değil aza olabilirsek vücut bulabiliriz ancak- kendi lisanımızda okur-yazar olma cuhudunun neye tealluk ettiğini bilme zarureti vardır. Yazımızı geri alma gayretimiz kültürel bir ilgi değil bizatihi itikadımızın bir gereğidir.


