KULA KULLUK
İSMET ÖZEL
.

Batılı yaşama tarzında köleci toplumun sona ermesini ve yerini feodal hâkimiyetine bırakarak “karanlık” çağa girilmesini anlamakta zorluk çekmiyoruz. Fakat aynı Batılı yaşama tarzında feodalizmin yerini nasıl olup da kapitalizme bıraktığı sualini cevaplamağa kalkışırsak işimiz zorlaşıyor. Niçin? Çünkü Batılı yaşama tarzında kapitalizm demek millî pazarın tarih sahnesine çıkması demektir. Avrupa kıtasında her millî pazarın bir diğeriyle rekabet halinde olduğunu fark etmek için zeki olmağa gerek yok. Rekabetin ise iki milleti savaşa sürüklemesi işten bile değildir. O halde tarihten anlamak zorunda olduğumuz şey millî ve milliyetçi kentsoyluların birbirleriyle didişmelerinden ibaret midir? Hayır, tarih önümüze böyle bir şema çıkarmıyor. Giderek varsa bile galiplerin yazdığı tarih o şemanın üstünü örtüyor. 

Her ne kadar tarih şemanın üstünü örtmüş olsa da vakıayı ortadan kaldırmadı. Vakıa: Roma İmparatorluğu’nun tarih sahnesini terk etmesidir. Roma’yı Hıristiyanlaşma mı çökertti? Eğer öyle idiyse nasıl oldu da İkinci Roma dedikleri ve o dönemde Hıristiyanlığın baş şehri olarak bilinen Konstantinopolis’in ömrü Milâdın 1453üncü yılına kadar devam etti? Doğu Roma’nın ömrünü İmparatorluğun ömrüne katacak olursak Roma’ya Barbar akınlarının son verdiği tezini doğrulamış olacağız. Avrupa’yı merkeze alan tarih yazımı Türk gücünü görmezden geliyor. Türkler güçlerini göstererek önce Misâk-ı Millî sınırlarını vatanlaştırdılar. Sonra sıra Balkanları, Afrika’nın Akdeniz’e bakan sahillerini ve Kırım’ı hâkimiyetleri altına almaya geldi. Dünya ticaret yollarının Türk hâkimiyeti altına girmesi Büyük Coğrafi Keşiflerin gerçekleşmesine, sayıları on milyonu aşan kara derilinin köleleştirilmesine, keşfedilen toprakların müstemleke haline getirilmesine, Britanya’da sanayi devriminin patlak vermesine sebep oldu.        

Yerküre ölçeğinde bunlar vuku bulurken Avrupa kıtası hem toplumun dokusunu, hem de şuurunu sakatlayan bir değişim yaşadı. Aristokrasi ve ruhban sınıfı arasındaki ittifak bütün kıtada derebeyliğin, bir başka deyişle feodalitenin inşasına yol açtı. Avrupalıyı Avrupalı yapan derebeyi ile köylü arasındaki sözleşmeydi. Hem aristokratların, hem de ruhban sınıfının bir yörenin kavmini oluşturmak niyetiyle insanları birbirine tutturan birer yapıntı zümre oldukları gerçeğini bilmemiz gerekir. Bir dönem aristokrat çocuklarını yetiştirmek için kitaplar yazıldığını da öğrenmemiz lâzımdır. O günlere göz attığımızda gözümüze takılan manzara şudur: Tepede merkeziyetçi Roma yetkesi ortadan kalktığında kılıç gücüyle hâkimiyet tesis etmiş aristokrasi var. Altta yer alanlar ise tarım ve hayvancılıkla yaşama imkânını sağlayan “hür” köylülerdir. Onlara hür diyoruz; çünkü alınıp satılmıyorlar. Köylülerle aristokrasi arasındaki sözleşme bir can pazarlığıdır. Aristokrat köylünün malını ve canını komşu aristokrata karşı koruyacak, köylü de aristokratın karnını doyuracaktır. Ruhban sınıfına sırtını dayamış aristokratların eğlenceleri ile köylünün katlandığı eziyeti tasvir etmekle vakit kaybetmeyelim. “Şehirdir insanı hür kılacak olan” ibaresi bütün Avrupa’da geçerliydi.

Avrupa’da kentsoylular kendi iktidarlarını top kullanarak aristokratların şatolarını yıkmak suretiyle kurduklarını sanıyorsanız yanılırsınız. Kentsoylu iktidarını ihdas eden ve müessir kılan daha şeytanî bir mekanizma idi. Önce yaşama şartları emek pazarı içinde yer almağı gıpta edilir duruma getirecek derekede sermaye sahipleri tarafından kötüleştirildi. Tuhaf olan şu ki şartları kötüleştirenler kolayca ve çabucak kurtarıcı melek konumuna yükseldi. Ücretli emek sermayeye millî pazar içinde geniş bir manevra alanı sağladı. Yedek işçi ordusu sermayedarın elindeki en büyük kozdu. Kapitalizmi bir şema içine hapsedemeyiz. Her ülkenin, her millî pazarın kendine mahsus hususiyetleri olduğunu akıldan çıkarmamak şartına riayet etmemiz lâzım. Aynı dili konuşan, aynı edebiyatı takip eden insanların sığınabilecekleri bir saha vardı. Milliyetçiliği besleyip büyüten de bu sahadan başkası değildi.

Bu yazının başlangıcında tarihin (bilhassa resmî tarihin) bilmemiz zaruri olan gerçeklerin üstünü örttüğünü ve fakat vukuatı yok edemediğini söylemiş idik. Bu hükme Batı gözüyle tarihçiliğin yok edilemeyen vakıa olarak Roma İmparatorluğu’nun sahneden çekilmesini seçtiğini de ilâve etmemiz gerekir. Bu seçimde Batı’nın tarafgirliği sırıtıyor. Bizim elimize mektep yıllarında tutuşturulan Tarih Atlası ’nın İslâm’ın yayılmasını gösteren haritasına bir bakın. Orada yalnızca Emevî ve Abbasi yönetimleri sırasında İslamlaştırılmış toprakları göreceksiniz. Yani Batılı gözle bakınca Misâk-ı Millî’yi göremiyorsunuz. İslâm’ı Viyana önlerine kadar götüren Türkler değillerdi ise, kimlerdi?

Gerçeği ona yamulmuş bir zihinle baktığınız zaman göremezsiniz. İstanbul’u fetheden Türklerin ataları İskitler miydi? Yoksa Türkler deyince başkalaşmış Moğolları mı anlamak gerekiyor? Bu suallerin doğru cevabına hata üstüne hata ilâve etmeden ulaşamazsınız. Biliniz ki Türkler tarihi Hicret’le başlatan kavimdir. Bu gerçeği kavrayacak kadar genişlemiş bir zihne sahipseniz yamukluktan arınmış olacaksınız. Kur’an her Müslümanın tek başına kalsa bile modernlikle baş edebilmesi için indirildi. Modernliğe ve medeniyete boyun eğmesi için değil.

İsmet Özel, 29 Cemaziyelevvel 1447 (19 Kasım 2025)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.