AKLIN UZUNU VE KISASI
İSMET ÖZEL
.

Türk milletinin salak olup olmadığı ülkemizin okumuş yazmış çevrelerinde çok tartışıldı ve maalesef hâlâ tartışılıyor. Bu türden bir şeyin diğer milletler nezdinde münakaşa konusu olduğuna hiç ihtimal vermiyorum. Vakıanın Türk milletine mahsus olduğu apaçıktır. Niçin günlük konuşmaya halkın zekâ seviyesini dâhil etmek Türk milletiyle sınırlı kalmıştır? Bu sualin cevabını Türk tarihinde ve bilhassa Osmanlı tarihinde aramalıyız. Hıristiyanların XV. asrının yarısında İstanbul’un fethi Osmanlı yönetim düzeninin Türk tarihinde pekişmesiyle sonuçlandı. Neydi Osmanlı yönetim düzeni? Türk hâkimiyeti altında yaşayan insanlar esas itibariyle ikiye bölünmüşlerdi. Yukarıdakilere devlet sınıfları “sunuf-u devlet” deniyordu. Aşağıdakilere “reaya” (riayet edenler) tabir ediliyordu.

Sunuf-u devlet üç kısımdan müteşekkildi: Kılıç ehli seyfiye olarak anılıyordu. Modern kültürde bürokrasi deyimiyle dile getirilen zümrenin Osmanlı kültüründeki adı kalemiye idi. Üçüncü kesim ulemanın teşkil ettiği ilmiye sınıfıydı. Devlet sınıflarından birine mensup olanın diğerine geçmesi olağan sayılıyordu. Reaya ise içine Müslümanları da, gayri-Müslimleri de alan geniş Osmanlı tebaasıydı. Ancak cihat fikrinin dünya şartlarıyla harman edilmesi suretiyle ortaya çıkan Osmanlı kafası Müslümanla gayri-Müslim’i bir arada, aynı kafeste nasıl tutacaktı? Devletin siyasi manevraları sebebiyle halkı satmayacağının teminatı neredeydi? Tek çare Müslüman ahalinin haklarının devlet tarafından tanınmasındaydı. İslâm inancına tâbi olanlar devlete haraç vermekten beri olduklarından kendilerini “beraya” adına lâyık gördüler.
Mesele devlete haraç vermemekle hallolmuş değildi. Gündelik hayatın akışı da Müslümanların gayri-Müslimlerden ayrıldıkları noktaların vurgulanmasıyla sağlanıyordu. Müslümanlar aşı boyalı evlerde oturuyor, ata binme imtiyazını ellerinde tutuyor, irtidad etmeleri halinde öldürülüyordu. Gayri-Müslimlerin evleri gri boyalıydı. Ancak katır ve merkep üzerinde seyahat edebilirler ve ne kiliselerini, ne de sinagoglarını çevredeki bir camiden daha büyük inşa edebilirlerdi. Bu okuduklarınız dolayısıyla Müslümanların bir elleri yağda, diğer elleri balda yaşadıklarını sanmayın. Dananın kuyruğu Müslümanın Müslümana ne yaptığı söz konusu olunca kopuyor. 1839 Hıristiyan yılında Türklerin yakasına iki belâ birden yapıştı: İlki ülke içindeki gayri-Müslimlerin pervasızlığıydı. Müslüman olmayan Osmanlı tebaası zanaat ve ticaret yoluyla servetlerini günden güne katlıyor ve rahatlıkla yanlarında Müslüman istihdam ediyorlardı. Asıl yakıcı olan ikinci belâydı. Müslümanlar içindeki okumuşların modernleşmeğe bilerek veya bilmeyerek uyum göstermeyenlere karşı tavırları hep acımasız oldu.

Zabitler erata “çarıklı erkân-ı harp” diyerek onlarla alay ettiler. Halk ise onları kendi âmirleri saymak yerine tıpkı herhangi bir gayri-Müslim gibi “yaban” olarak yaftaladı. Büyük şair Mehmet Akif İstiklâl Marşı’nı yazıncaya kadar Türk milletinin öz vasfının “şehit oğlu” olduğunu itirafa hiçbir okumuş yanaşmadı. Türk milletinin salak olup olmadığı münakaşası bu ortamın tesisi sebebiyle başladı. Resmikabullerde alkollü içeceklere rağbet etmeyen bürokratlar inkılâplar gerekçesiyle dışlandı. Bugün Türk hâkimiyeti altındaki topraklarda geçerli hegemonya birilerinin uyumsuzları çıktıkları mağaralara göndermenin toplumu ferahlatacağı fikrine dayanmaktadır. Öyleyse bu fikir niçin kuvveden fiile geçemiyor?

Mesele kimin borçlu, kimin alacaklı olduğunun tespitindeki güçlükten doğuyor. İstiklâl Harbi bir avuç Müslümanın kâfirlerin emri altına girmeği reddetmesiyle başladı. Şehit oğullarının olduğu kadar gazi oğullarının itibarı olmasaydı Türk toplumunun varlığından söz edemeyiz. Millî değerler uğruna sahip olduğu her şeyi feda edenlerin karşısında milletin aldığı rahat her nefes sırasında servetini ve/veya şöhretini kat be kat artıranların Dünya Sistemi’yle yaptıkları pazarlık duruyor. Her dürüst insanı yaralayan şey bu pazarlıktan elde edilen menfaate toplumun tamamının talip olmasıdır. Dünya Sistemi azami kâr ilkesiyle işliyor. Türkler bu günkü modernlik şartlarının kendilerine azami kârı getirmeyeceğini gayet iyi biliyor. Bu bilgileri onları “Komşuda pişer, bize de düşer” atasözünün hikmetine sığınmağa sürüklüyor. Sürüklenmenin sürati agâh olmanın üstünü örtüyor ve dilenciliği meşru sayma yoluna giriyoruz.

Dilenciliği meşru saymayıp da ne yapacağız? Geleceğimizin ne olduğu sualinin cevabını bulup bulduğumuz cevabın gereğine sığınacağız. Sokrates’le aynı çağda yaşamakla iftihar eden Eflatun Diogenes için “Deli Sokrates” demiş. Biz Türklerin Sokrates’in akıllısına da delisine de ihtiyacı yok. Çünkü biz Türkler şerefimizi Antik Çağ’dan değil, Kur’an ve Sünnet’ ten devşirdik. İtalyanca veya dillerinin kökeninde Latince bulunan milletlerin bir Dante’si, İngilizce konuşan milletlerin bir Shakespeare’i varsa biz Türklerin de bir Karacoğlan’ı var. “Vatan şairi” nitelemesi Marseillaise mütercimi Namık Kemal’den çok “Dilleri var bizim dile benzemez” diyen Karacoğlan’a yaraşır. Günümüzde maalesef Dadaloğlu’nu Karacoğlan’dan daha derinlikli sayan kimselerle iç içe yaşıyoruz. Bir milletin geleceği aynı zamanda o milletin geçmişidir. Tersi de doğrudur. Geleceğimizi, eğer bir geleceğimiz varsa, ancak geçmişimizden istifade ederek kurabiliriz. Yunus Emre’ye bakın, bütün Divan şairlerine, saz şairlerinin tümüne bakın aralarında “Hazır ol vaktine Nemçe kralı” demiş birine rastlayacak mısınız? Hasta düşmüş birinin Türk topraklarında yüzyıllardır tedavi olmak için muhatabına “Bana bir Karacoğlan oku!” dediğini kaçımız hatırlıyor?

İsmet Özel, 16 Rebiülahir 1447 (8 Ekim 2025)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.