Bana İstiklâl Marşı’nın nasıl bir hava içinde doğduğunu sordunuz. Her ot, her çiçek, her ağaç ve her hayvan, bir iklim içinde doğar. Bunların şekilleri, renkleri ve kokuları üstünde, o iklimin tesiri, dünyanın bildiği bir hakikattir. Sanat eserlerinin de tıpkı bunlar gibi, muayyen bir iklim içinde doğduğunda kimse şüphe etmiyor. 1920 senesinde, Nisan ayında, Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldığı vakit, Anadolu her taraftan kabarıp gelen, yabancı istilâ dalgaları ortasında kalmıştı. Ben Meclis’in o günkü halini tarif ederken, vaktiyle şöyle bir cümle kullandım: “Biz Millet Meclisi’nin sıraları üstünde denize döküldükten sonra bir kayaya tırmanan kazazedeler gibi toplanmıştık.” Devlet orduları tanzim edilmeden evvel, halk kuvvetleri Garbî Anadolu’da, Adana ovalarında, Urfa’da, Maraş’ta, Gaziantep’te silâha sarılarak istilâya karşı mücadeleye girdiler. Birinci Millet Meclisi seyredildiği vakit orada görülen tenevvü derhal dikkate çarpardı. Hocalar, şeyhler, Bektaşi ve Mevlevi tarikatı mensupları, eski mektep hocaları, zabitler saymakta devama lüzum yok, Şark’tan gelen uzun sakallı ve heybetli ağalar ve birçok serhat çocukları... Mebus intihap edilenlerden bir kısmı davete icabet etmemişti. Ankara’ya gelenler iradesi olan, cesareti olan, yeni bir boğuşmanın getireceği cins cins tehlikelerden korkmayan kimselerdi. Anadolu’da ilk zaferi bize Karabekir Kâzım Paşa verdi. Sarıkamış, Kars ve Gümrü’yü aldıktan sonra halk, zaferin bizim için hâlâ mümkün olduğunu idrak etti. Bu zaferde ilk ışığı gördü ve istiklâl için ilk müjdeyi aldı. Ben bu haberi Antalya Belediyesi önünde toplanan halka verdiğim gün ne duyuyordum size tarif edemem. Başkumandanlık Kanunu müzakere edilirken ben Sandıklı civarında rasgeldiğim bir kuvvetten Millet Meclisi’nde vecdiyle bahsettim. Bu kuvvetin başında Refet Paşa vardı. Biten Birinci Cihan Harbi’nin sayısız cephelerinde yani mezbahalarda tükettiği Türk kuvvetleribana ilk defa olarak Sandıklı civarında onun kumandası altında tekrar göründü. Refet Paşa, Demirci Mehmet Efe, Çerkez Ethem ve Yunan ordusuyla muzaffer çarpışmalardan sonra Sakarya Millî Müdafaa Vekâletini üzerine almış ve orta Anadolu’yu gece gündüz devam eden bir akın halinde cepheye sevk etmeye başlamıştı. Arada Birinci ve İkinci İnönü zaferini idrak ettik. Fakat Meclis açılmadan evvel, düşmanın işgali altına girmiş, toprakları kurtarmak için başladığımız mücadelede talih bize müsait görünmüyordu. Çünkü Yunan orduları Akhisar, Manisa’yı, Bursa’yı aldıktan sonra Eskişehir’i, Kütahya’yı ve Afyon’u da aldılar, orta yaylaya doğru ilerlemeye başladılar. Elimizde maddî ve manevî ne kadar kuvvet varsa ya bunları toplayacak, düşman karşısına çıkacak ve onunla son bir hesaplaşma imkânını arayacaktık. Yahut her şey kaybolacaktı. Millet Meclisi telkine, irşada ehemmiyet vermek lüzumunu anlıyordu. 1336/1921 senesi Mayıs ayında, Şair Mehmet Akif Bey’i ve beni Konya camilerinde vaize memur etmişti. Haziranın ilk haftasında ben Konya’ya hareket ettim. Bundan on gün sonra da Mehmet Akif Bey geldi. Antalya’da Paşa Camiinde, Uluborlu’da yeni camide, millî mücadele lehine yaptığım telkinlerden sonra Konya halkına hitap eden bu üçüncü mevzien idi. Bu şehir orada daha evvel çıkan ihtilâllerle millî mücadeleye karşı bir vaziyet almış hissini veriyordu. İtiraf edeyim ki merkez yani Ankara irşada istihkak ettiği ehemmiyeti vermekte gecikmişti. Tafsilât üzerinde durmak istemem, fakat yalnız kuvvetli bir delil olduğu için şu noktayı zikredeyim, her ikimizin Ankara’ya avdetimizden bir ay kadar sonra, Konya’dan bir heyet geldi ve Çorum mebusu Dursun Bey’le beraber, Dâhiliye Vekili Ata Bey’i ziyaret etti. Ve bu Vekile onun bana kelime kelime tekrar ettiği şu sözleri söyledi:
— Eğer Millet Meclisi hakikî vaziyeti anlatmak için bize gönderdiği mebusları daha evvel yollamış olsaydı, orada ne isyan çıkar, ne isyanı bastırmak için asker sevkine lüzum kalırdı. Diğer taraftan düşman ordularının istilâsı, yer yer baş gösteren dahilî isyanlar, İstanbul hükümetinin aleyhimize harekete geçirdiği kuvayı inzibatiye her gün vahameti arttırıyor, diğer taraftan Millet Meclisi çıkardığı kanunlar ve hazırladığı ordularla tehlikeyi yenmeye ve kurtuluşu temin etmeye çalışıyordu. Bu arada bir tedbir olarak acaba halka, bu kurtuluş mücadelesinin heyecanının verecek bir şiirin, yardımına el uzatmak doğru olmaz mıydı? Ben Maarif Vekâletinde memleket şairlerine müracaat ederek, bir İstiklâl Marşı yazmalarını rica ettim. Vekâlete yedi yüz şiir geldi. Mehmet Akif Bey, kazanacak şaire nakdi bir mükâfat vaat edildiği için bu müsabakaya iştirak etmemişti. Ben ona şahsen ayrıca müracaat ettim ve bize millî bir marş temin edecek şairin bir para cazibesine kapılmaktan çok uzak olduğunda kimsenin tereddüt etmeyeceğini kendisine temin ettim. O da bildiğiniz marşı yazarak bize gönderdi. Bu marş Anadolu mücadelesinin mühim bir sahifesidir. Ben neticeyi Millet Meclisi’ne arz ettiğim gün, birçok müzakereler oldu, ismini size söylemek istemediğim bir hatip “Şiirin, hakikatleri söylemeye tahsis edilmiş olan Millet Meclisi kürsüsünde yer bulamayacağını” iddia etti. Fakat bastırıp mebuslara tevzi ettiğim şiirler arasında Mehmet Akif’in yazdığı, ezici bir ekseriyetin tasvibini kazanmıştı. Balıkesir Mebusu Beşir Bey onu kürsüye çıkarak okumamı teklif etti. Hayatımda nadir duyduğum bir heyecanla Mehmet Akif’in şiirini okudum. Onu ezici bir ekseriyet ayakta dinledi, zaten o kendi gönlünde bu şiirin lehine kararını vermişti. Bu şiirin nasıl alkışlandığını size tarif etmem müşküldür. Bundan sonra eski Ulaştırma Bakanımız General Ali Fuat’ın babası, İsmail Fazıl Paşa, şiirin bir defa daha hatiplerin durduğu yerden değil, Meclis reisinin bulunduğu yerden okumasını teklif etti. Onu riyaset mevkiinden tekrar okudum.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, Kızılelma, 26 Aralık 1947, nr. 9
Bugün yeryüzünde bağımsızlığını kazanmış ve devlet haline gelebilmiş her milletin bir bayrağı vardır. O halde bayrak hür bir milleti temsil eder. Bayrak ile milli marşı ise çok yakından ilgilidir. Zira bayrağı olan her hür devletin bir de milli marşı vardır. Bu marş ki, o milletin bayrağı göndere çekilirken milli duygularını kükreten ve “İşte hürüm bayrağım göklerde dalgalanıyor” dercesine istiklâlini dünyaya haykıran milli andıdır.
Geçen hafta istiklal ve kurtuluş mücadelesinin şanlı destanını besteleyen İstiklâl Marşı’mızın ellinci yıldönümünü tes’id ettik.
İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİ MEHMED AKİF HAKKINDA -3-
Akif öldükten sonra onun ufülüne ağlıyan gözlerde yine Akifin pürüzsüz samimiyeti okundu. Akifteki mütevazı, gösterişsiz samimiyet, onun programsız kalkan cenazesinde yine aynen fakat bütün haşmetile tecelli etti. Ardında bıraktığı iz; bir damlacık gözyaşından ve nihayet sönüp tükenen bir enin nefesinden ibaret kalmadı. Sütunlarla matem, sayfalarla medhü sena avazeleri yükseldi ve hâlâ yükseliyor.
"Biz İstiklâl Marşını söylerken duyduğumuz heyecanı, Akiften değil, o günlerin haşmetinden alıyoruz. Güzel olan Akif’in nazmı değil, bizim heyecanımızdır."
Âkif “Milli” olamaz!
Mehmet Akif günleri
İstiklal Marşı dünyadaki milli marşların ekserilerinin aksine, sade bir üsluptan ve slogan halindeki deyişlerden çok dantel üsluplu bir felsefeyi aksettirir.
"İdeolojisine İstiklal Marşı’ndan başka çerçeve aramayan bir Türk milliyetçisi olmakla övünürüm"
... İslâmcıların milliyetçiliğe bakışlarında son gelinen nokta İsmet Özel’in (d. 1944) 1980’lerin ikinci yarısından itibaren geliştirdiği ve son yıllarda tartışmalara yol açan Türklük vurgusudur.
Hafız Asım Şakir: "İstiklal Marşı’na gelince, dedi, işte onu kaldıramazdı."
Hafız Asım Şakir o günleri anlatıyor:
“Âkif Bey hasta yatıyor, ben her gün yanındayım.
Ankara Namazgahında Şükran Namazı
Yukarıdaki klişeye lütfen dikkatle bakınız: Millî Mücadelenin temel felsefesi olan Tekâlif-i Milliye, en ücra köyde, fedakârlığı halkın vicdanına ve imânına tescil ettirecek


